Zarif Huzursuzluk

Zarif Huzursuzluk
  • 0
    0
    0
    0
  • Kaynakçam

    Livaneli, Zülfü. Huzursuzluk. Doğan Kitap, 2017.

     

       Okuduğum ilk livaneli kitabına ailemin evden ırak olduğu saatlerde çıktığım gizli gezintilerlen birinde rastladım. Annemin kitaplığının en arkalarında toz içerisinde bırakılmış üç kitap buldum. Ahmet Altan’nın Livaneli’nin ve ismini hatırlamadığım bir yazarın kitaplarıydı bunlar. Yaşım daha iki haneli olmamış, meraklı bir çocuktum. Ailemin bana tembihlediklerinin tersini yapmaya kararlıydım. Bulmamam gerekenleri bulma serüvenim de böyle başladı. Mutluluk’tu bulduğum kitap, küçük bir kızın diyardan diyara sürüklenip, gördüğü eziyetleri anlatan bir kitaptı. Mutlulukla bağdaştıramamış anlam dahi aramamıştım, kavrayamadığım anlam, şu an bana bu satırlar hakkında yazdığım kitap tarafından bahşedildi. Livaneli, mutluluk hakkında ya da huzursuzluk hakkında yazmıyordu, en azından bakir gözlerin görebileceği aşikarlıkta yazmıyordu. Huzursuzluğun derinlerine işlediği bir hikaye yazıyordu. Altan’nın Aldatmak kitabı okunurken nasıl yastıklar yumruklanmak istenirse, Huzursuzluk okunurken de kendini yumruklamak, imtiyazlı bir hayat sürdüğünden kendinden nefret etmek geliyor insanın içinden.

       Bakir gözler elbet farkına varamıyor dünyanın acımasızlığının yarattığı dengesiz ayrımcılığı, gördükçe farkındalık artıyor, dilencilere merakla bakan gözler kaçmaya, yardım ederken utanmaya, paranın bir kağıt parçası olduğunu ve coğrafyanın malesef kader olduğunu unutmaya başlıyor bünye. Fakat, canalıcı husus bu olmuyor, canalıcı husus riyakar nankörlüğün temelini kazmaya başladığında ortaya çıkıyor. Huzursuzluk kitabı bende distopik bir boyutun kapısını araladı, fakat o kapıdan girdiğimde farklı bir dünyaya değil, ayrıcalıklı olduğum dünyama çıkıyordum. Medenileşme sözcüğü altında, ilkelleşiyor, yapaycı bir doğal seçiliminortasında kendimi buluyordum. Ele almak istediğim konu, bu çirkinlikti ama gözleri dünyevi ışıklara maruz kalmış biri iliklerimize işlemiş yozlaşmışlığı görebilirdi. Fakat mühim olan, bunun temelini görmek, sorgulamak ve eşelemek. Entellektüelinden, aristokratına, çalışan kesiminden, beyaz yakalılara, herkes ilkel bir çevrede yaşıyor.Kendimize haksızca verdiğimiz değer, gerçekleri görmekten bizleri alıkoyuyor, bir nevi, bizleri kör ediyor. Her şey burada bitmemiş gibi, gerçekleri gördüğümüzde ise hissetmekten nefret ettiğimiz bir duygu beliriyor, huzursuzluk adı veriyoruz. Adı gibi uzun olan bir huzursuzluk yolculuğuna çıkıyoruz. Yolculukta, bizim kadar ayrıcalıklı olmayanlarla karşılaşıyoruz. Yeterli parası olmadığından okula otobüsle gidenle selamlaşıyor, yere attığımız çöpü toplayan işçiye gülümsüyor ve son durakta benim en kıymetli arkadaşım Diyarbakırlı Doğan’nın sıcak gülümsemesi bizi kucaklyıor. Elimizi içtenlikle çalışmaktan nasır tutmuş eliyle sıkıyor. Doğanla uzun soluklu koyu bir muhabbete dalıyoruz, Doğan ailesine bakmakla mükellef olduğu için okuyamadığından bahsediyor bize. Rahat koltuklarda okuduğumuz kitapların bizlere kattığı kelime dağarcığıyla rahatça kendimizi ifade ederken Doğan’nın bu rahatlığı bulamadığını görüyoruz, üstüne bundan utanç duyduğunu da masum mimikleri ele veriyor. Huzursuz hissediyoruz, Doğan, yaşına kıyasla gereğinden fazla yorgun fakat ışıldayan gözleriyle bizi süzüyor, huzursuzluğumuzu sezmiş olmalı ki ne olduğunu soruyor içtenliğinden emin olduğumuz bir tonla, kibarca geçiştirip soruyu Doğan’a yönlendirince, Doğan’nın ağzından sözcükler şelaleden akan su misali dökülmeye başlıyor. Garsonluk yaptığından bahsediyor. Çatısı delik bir gecekonduda yaşadığını, küflü yatağında uyuduğunu, her gece sonraki günü nasıl geçireceğini düşündüğünü de atlamıyor mesleğinden bahsederken. Sohbetimiz mesleğinde yoğunlaşıyor, Doğan garsonluğunun inceliklerini anlattıkça, hayret içinde kalıyoruz ve düşüncelere dalıyoruz. Böylesine gözlem yeteneği kuvvetli birinin, yeteneklerinin kullanışsız olacak olması bizi huzursuzlandırıyor, sıradan bir gencin aldığı eğitimin aynısının Doğan’a sağlanmasının ona neler katacağını düşünmek dahi buhram içerisinde bırakıyor bizleri. Mutlak bir huzursuzlukla düşüncelere dalıyoruz. Bizler, sözde insanlar, hayvanlarla belirleyici bir özelliği paylaşıyoruz hatta bu alemin en ilkel özelliklerinden biri bu, bencillik. Kendimizi her şart altında diğerlerinden değerli tutuyor, mutluluğumuz ve refahımız için her şeyi göze alıyoruz. Neslimizin devamını sürdürebilmek için, doğayı, hayvanları, kısacası canlıları görmezden geliyor salt kendimizi düşünüyoruz. Fakat hayvanlardan farklı olarak, biz huzursuzuz. Bencilliğimizden utanıyoruz, kötü şartlar altında yaşayanları gördüğümüzde sıkılıyor, bunalıyor, en nihayetinde huzursuz hissediyoruz, ne kadar ironiktir ki, hissettiğimizle kalıyor, kendimizi düşünmeye devam ediyoruz. Huzursuzluk kitabı da aslında bizleri perişan bir dünyaya götürüyor, karakterlerin eziyetlerini görüyor ve huzursuz hissediyoruz, bilinçsizce yarattığımız insafsız ayrımcılığa nasıl boyun eğdiğimizi görüyor utanıyoruz.

       Doğan ise biz bunları düşünürken yarın ne yiyeceğini gözden geçiriyor, ayın sonunu nasıl çıkaracağını, kardeşinin okul masraflarını nasıl karşılayacağını... Onunla sıkı birer arkadaş olup, onunla tekrar görüşeceğimizin sözüyle ayrılıyoruz yanından. Gitmeden, bize onu bir daha hatırlayıp hatırlamayacağımızı soruyor, içimizi acıtıyor, kimsenin kimseden üstün olmadığını düşünmek istediğimiz bir dünyada onun böyle bir soru sorması bizi utandırıyor zira ikimiz de insan değil miyiz?


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.