Yalanın Pembe Yüzü

Yalanın Pembe Yüzü
  • 0
    0
    0
    0
  • Francis Bacon’un Deneme’lerinde yaptığı gibi duygular üzerine yazmak elbet isterim ama kendimi yeterince kalifiyeli hissetmiyorum. Hem önceden söylenmemiş, duyulmamış fikirler öne atmam lazım ki özel hissedeyim değil mi? Asıl gayemin özel hissetmek olması komik olduğu kadar acınası. Zira bana iyi olmaktan daha çok özel olmayı hedeflediğimi söylüyor. Modern hayatın en büyük etkilerinden biri sanırım bu özel olma arzusu. Bu korkutucu insan kargaşası içinde renkli bir kimlik bulmak uğruna iyilikten feragat ediyoruz. Yozlaşmamızın en büyük sebeplerinden biri de bu olsa gerek. Birey olmaktan çıkıyor, toplumun bizi ödüllendireceği kimliğe girmeye çalışıyoruz. Çoğul konuşuyorum ama kendim de öyleyim. Fakat lisede müthiş asi bir ruhum vardı. Hala birazını koruyorum ama hayat törpülüyor insanı. Doğal gaz, elektrik, su, yemek derken prensipler örseleniyor. Yanlış anlaşılmasın, bunu eleştirmiyorum, Maslow’un ünlü piramidiyle de ima ettiği gibi aç ayı oynamaz. Benim üzerimde gocuğum, önümde aşım olacak ki yolsuzluklara dur diyebileyim, yozlaşmaktan kaçabileyim. Fakat, modern dünya düzeninde, ki bu düzenin temeli kapitalizmden geçiyor, üzerine üşütmeyen gocuk koyman için biraz yozlaşmak şart. Her gördüğün dilenciye para vererek, her hayır kurumuna düzenli bağış yaparak, etrafına yardım ederek nasıl o gocuğu alacaksın? Katiyen alamazsın. Bana bakma, ben ne bağış yapıyorum ne de çevreme yardım ediyorum ama yine de o içini sımsıcak tutan gocuğu alamıyorum. Demek ki neymiş? Yozlaşsak da yozlaşmasak da o gocuk alınamıyormuş. Alınamıyor ama kafamda dolaşan Kurnaz tilki sormadan da durmuyor; e sen almıyorsun o almıyor kim alıyor bu gocukları diye? Soruyor. Ben ne yapıyorum?

       Tabii ki hiçbir şey. Bu dönemde o tilkiye güvenilir mi hiç? Kendini, elinde çay, kırk kişiyle beraber otuz beş ekran tüplü televizyonda haberleri izlerken buluverirsin. Ben de hiç mi hiç sevmem siyah çayı. En çaresiz anımda bile sadece yeşil çay içerim, o da cilde iyi geliyormuş ondan. Dolayısıyla benim için en iyisi konuşmamak, konuşuyorsak da yalan söylemek. Hem yalan söylemek her zaman bilinçli yapılmayabiliyormuş. Platon’la tanıştığımda fark ettim bunu. Yağmurlu bir hafta sonuydu, sofinin günlüğünü sırtımı buz gibi cama yaslamış okuyordum ki idea dünyası fikri vasıtasıyla kendisini tanıdım. Anladım desem yalan olur ama ilgimi çekmişti. Ben de o teşvikle Devlet kitabını okudum. Orada haşır neşir olduk kendisiyle ve her şeyin idea dünyasının kusurlu birer yansımaları olduğunu öne sürdüğünü öğrendim. Kitabın ortalarına doğru devlet yaratmak gibi meşakkatli işlere de başvuruyordu ama oralar maalesef, pek ilgimi çekmedi. Ben daha çok kusurlu yansımalarla ilgiliydim. Şairlere yalancı diyecek cüretkârlığı gösteren Plato, içten içe bizlere, hepimize, kusurlu, hatta yalancı dahi diyor olabilirdi. Bu fikri inanılmaz derecede heyecan verici buldum. Şu an bu satırlar bile bir yalanın, yanlışlığın hatta kusurun ürünü olabilir ki muhtemelen öyleler. Dekart’ı pek anlıyormuşum gibi varlığımızı sorgulayışımızın kanıtladığını söylemeyeceğim ama, Platon’un yardımıyla yalanın varlığımızın salt bir ürünü olduğunu öne sürebilirim. Hatta daha da ileri gidip önceden bahsetmiş olduğum o termal gocukları en iyi yalancıların aldığını dahi öne sürebilirim. Fakat bu önerge birazcık havada kalırdı zira hala kırk kişiyle otuz beş ekran televizyondan akşam haberlerini izleme fikrini heyecan verici bulamıyorum. 

       Öte yandan diyeceklerimi biraz yumuşatmak isteseydim, ki eminim birçok düşünür bana kızardı, yalanın hayatımızdaki yerini yadsımanın bir ahmaklık olduğunu söylerdim. Belki de dayanamaz, yalanı reddedenin hayalperest, saf ve güçsüz olduğunu söylerdim. Nitekim, yalan ve yanlışlar aslında insanlığı ayakta tutuyor. Yeterince emek gösterildiği takdirde istenilenin elde edilebileceği yalanı insanları yaşamaya teşvik ediyor. Benim gibi kapitalizmin kalbinde doğanları Amerikan rüyası, çalışmaya, mürekkep yalamaya, düşünmeye ve daha nice angaryalara boyun eğdiriyor. Fakat Platon’un Devlet’i bana bunun eski doğal seçilimden farklı olduğunu gösterdi. Plato şairleri kötücül yalancılar olmalarından şikayetçi değil, daha çok onların gerçeği yanlış resmettiklerini düşünüyor. Dolayısıyla yalan bir bakıma gerçeğin farklı tonlarda resmedilmiş hali oluyor. Bu farklı tonlama da toplumda, eşitsizliği ve sınıf ayrımını doğuruyor ki bunlar bizi daha çok yalan söylemeye itiyor. Ne kadar çirkin ve yozlaştırıcı kavramlar gibi gözükse de Rönesans’ına, aydınlanma döneminin ve daha sayısız devrimin temel taşlarını oluşturuyor. Bu da yalanın aslında bizim düşmanız olmadığını gösteriyor. Yalan, nasıl şefkat göstereceğini bilmeyen ve oğlunu daha iyi olması için zorlayan bir baba gibi. Çoğunlukla bizi dövüyor ama sonucunda biliyoruz ki, o olmasaydı biz olamazdık.

       Nihayetinde, yalan bir kavram olmaktan çıkıp insanları daha iyi yapmaya iten bir enstrüman haline geliyor. Talihsiz bir mahallenin, talihsiz bir çocuğunun çalışırsa gördüğü o lüks arabaya binebileceğini söylemek elbet muhtemel bir yalan oluyor fakat o talihsiz çocuğun tek umut ışığı da olabiliyor.


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.