Milyon Taşı

Milyon Taşı
  • 4
    0
    0
    0
  • Karanlığı güneşe kavuşturma çabasına girişmiş bir saatte, dermanını yitirmek üzere olan yelkovanın tıkırtısı ile bölerdi uykusunu Miskin. Uyku sığınmaktı onun için, uyanmak ise yakalanmak. Gideni geri getirmeyecek yollara bakan pencerede şehrin sesi kesildiği vakitlerde, eşyalar başlardı konuşmaya. Yalnızlık bırakmazdı yakasını; rüyalar, sanrılar hep aynı. Boynunu çoktan bükmüştü kadere. Elinden gelmeyenlerin ardında kayboldukça kendi sonunu başlangıçta kabullenip, tekerrür taşları örülürken etrafına bu dipsiz kuyuda bir eşyadan farksız hissederdi.

    Mutlu olduğu günlerde bile çözemediği anlamsızlıklar vardı. Gözünden kaçan bakışlarda bir kıymetsizlik vardı. Böyle zamanlarda fark etti bir eşyaya ne çok benzediğini. Küçücük mutluluklarda hayatına birkaç nakış işlenirdi, yüzü tebessüme yakınlaştıkça kaçırılırdı gözler ve sonrası mutlak iğne delikleri. Bu illet ona ayak havlusu gibi hissettirirdi. Kenarları özenerek süslenmiş, fakat yere serilmeye mahkûm kirli bir ayak havlusu gibi. Mutluluk her seferinde yavaşça gelir, işler ve yerlere sererdi Miskini.

    Sağ kolu doğuştan engelli bir belediye işçisiydi Miskin. İsmi de buradan gelirdi; gelişmemiş koluna yetiştirilmemiş insanlar tarafından verilmiş bir lakaptı ve gerçek adını kendisinden başka kimse bilmezdi çevresinde. Her gece sol kolunun üzerine yatar ve kalbini ezerdi. Bazı günler ölüden sayardı kendisini. Yemez, içmez öylece beklerdi. Bir şeylerin değişmeyeceğinden emin olurdu, ama yine de inanmaktan vazgeçmezdi. Sabahları ağzında aynı cesedin tadıyla uyanır, aynayı icat edenlere küfrederdi. Benliğine yenik düşerdi, düşünürdü. Aynalar olmasaydı eğer insan her gün biraz daha çürüyen bedenini nasıl çerçeveleyebilirdi? Ayna karşısında gördüğü surette midesi bulanan insanlar fotoğraf makinelerine nasıl sığınırdı? O an en masum yalan gibi gelirdi makinelere karşı oluşturulmuş gülümseme zorunluluğu. Büyük bir çaresizliğin üzerine örtü olurdu.

    Yağmurlu bir İstanbul sabahının çok erken vaktinde Gedik Paşa’daki evinden işe gitmek yola düştü Miskin. Balipaşa Yokuşu’nu tırmanırken şehrin koşuşturması yavaş yavaş başlamıştı. Her kesimden, farklı tenlerden insanlar hızla geçiyordu yanından Kadırga’nın ucuz otellerine doğru. Miskinin tek bir derdi vardı; geçirilmesi gereken bir günün daha masrafını çıkarmak. Atölye önlerine koli yüklenmek için dizilen sırt hamalları gibi. Herkesin yükü ağır, çoğununki sırtında kambur. İki türlü dert var bu topraklarda; biri yoksulluk, diğeri ise yoksunluk.

    Dünya fırsatların eşitsizliğinde değil de, çıkarların bencilliğinde kademelere ayrılmış dik bir yokuştur onun gözünde. Tırmandıkça ışık saçılır sokağa, Beyazıt Meydanı’na varıldığında insanlık biraz daha yeniler kendisini. Miskin yüzlerce şey düşünür attığı her adımda. Düşünce yükü tüm kanını çeker ve göğsünde biriktirir. Oraya baskı uygular, yığılıp kalmak ister ama yine de bırakmaz kendisini.  Düşünür; o an gökyüzünden kocaman bir ayak inse üzerine ve olduğu yerde kaybolabilse diye. Ki bir gün ölümden sonrasını da düşünmek zorunda kalmasın. Cenazesi yük olmasın ne toprağa, ne de bir başkasına. Üzerine yatmaktan köreltmiştir kalbini. Korkmaz ölümden, ruhundaki eziyetten korkar. Teninde hissedemediği parmak izlerinden korkar. İhtimaldir ona göre, bir kalpte acının üzerine adını vermekten korkar Miskin. Sıfır noktasına taşır kendisini. Dünyanın merkezine, Milyon Taşı’na gelir etrafı temizlemek için.

    Milyon Taşı, sıfır noktası. Gün içerisinde yerli ve yabancı turistlerle dolu Sultanahmet Meydanı’nın itilmiş bir kenarı. Hikâyesi bile varmış. Efsaneye göre taşın ötesine kimse geçemez, dener ise ölüm meleği tarafından cezalandırılırmış. Belki de bu yüzden dışlanıp kenarda bırakılmıştır. Efsaneler kandırılmaya meyilli cahil işi, hor görüleni yok saymak ise gücü bulan ilk ağızın kurallarından sadece bir tanesi. Dünya hali bir efsaneyi daha küstürmüş tarihe. Bir istila ve bir fetih görmüş Milyon Taşı, ayakta kaldıkça da küçük düşmüş şehrin ortasında. Eşyadan farkı kalmamış Miskin gibi. Zaten başka kimse de yoktu meydanda ikisinden başka.

    Ama yine de umutluydu Miskin. Dünyanın bir gün adaletli bir yer olacağına inanıyordu. İnsanların eşit, kişiliklerin reşit olacağı zamanda ölenin göremeyeceğini, kalanın da çıkarlarından vazgeçeceğini biliyordu.

    Kıyametin o gün kopacak olması ne büyük bir yazıktır!

     

    Yusuf Uzun


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.