Bir Steampunk Fantazisi: The League of Extraordinary Gentlemen

Bir Steampunk Fantazisi: The League of Extraordinary Gentlemen
  • 5
    0
    0
    0
  • “What if”, “Peki ya böyle olsaydı?” diye çevirebileceğimiz bu söz, Anglosakson anlatısının en ilham verici sorularından biri. Bu sorudan yola çıkarak, edebiyat, çizgi roman, sinema hatta müzik eserleri ortaya çıkıyor. Bilim kurgu ve fantaziye keşfedilecek  yeni kıtaların kapıları açılıyor.

    Peki ya 2. Dünya Savaşı’nı Almanlar kazansaydı?

    Peki ya Amerika Kıtası’nı Japonlar keşfetseydi?

    Peki ya bebek Superman’i taşıyan uzay gemisi Rusya’ya düşseydi?

    Peki ya elektrik hiç icat edilmeseydi?

    İşte bu son soru steampunk akımının da hareket noktasını oluşturuyor. Steampunk, elektrik enerjisinin hiç var olmadığını, teknolojinin 19. yüzyıl endüstri devriminin lokomotifi olan buhar gücü üzerinde yükseldiği  alternatif bir dünya yaratıyor. “Küçük iyidir, daha küçük daha iyidir” diye özetleyebileceğimiz günümüz teknoloji paradigmasının tersine döndüğü; karmaşık mekanizmalar büyük borular, dişli çarklar ve pistollardan oluşan devasa makinelerin hüküm sürdüğü, eski ve yeninin birbirine karıştığı bu paralel evren fantezisi;  bilim kurgu, alternatif tarih ve Viktorian estetiğinin harman olduğu bu dünya tasavvuru giderek mimariden dekorasyona, modadan sanata her alanda etkisi gösteren bir akıma dönüşüyor. Sözün kısası Steampunk,  dünün alternatif geleceği.

    Her ne kadar kökleri 19. yüzyıl sonu bilim kurgu yazarlarında aransa da, Steampunk akımı 1980’li yılların ortalarında bilim kurgunun bir alt türü olarak ortaya çıktı. İsim babası yazar Kevin Wayne Jeter’in 1979’da yazdığı Morlock Night adlı öykü ilk modern steampunk anlatısı olarak kayda geçiyor. Öykü, H. G. Wells’in The Time Machine (Zaman Makinesi) romanındakine benzer bir araçla 19. yüzyıl Londra’sına yapılan bir yolculuğu anlatıyor. Jeter, 1987 yılında verdiği bir röportajda yazdıklarına ‘steampunks’ denilebileceğini beyan ederek akımı resmi olarak başlatmış oluyor. Sonraki dönemde,  Jules Verne, H. G. Wells, Edgar Ellen Poe gibi klasik yazarların eserleri steampunk  literatürünün kökleri  olarak kabul edilmeye başlıyor.

    Sinemada ise ilk örnekler yine geriye doğru bir bakışla belirlenmiş. A Tip to the Moon (1902), 20,000 Leagues Under the Sea The Lost World (1925), Metropolis (1927), The Invisible Man (1933) ilk steampunk örnekleri sayılıyor.  Bugüne kadar bu kavramı hiç duymamış olanlar bile, içinde steampunk öğeleri taşıyan ya da saf kan bir steampunk olarak kabul edilen filmler seyretmiştir. Örneğin son Sharlock Holmes serisi, özellikle serinin ikinci filmi Sharlock Holmes: Game of Shadows (2011) klasik bir steampunk anlatısı olma özelliği taşıyor. Hiyako Miyazaki’nin en ses getiren filmleri: Spirited Away (2001) ve Howl’s Moving Castle (2004) birer steampunk şahikası kabul ediliyor.

    Wild Wild West (1999), Sleepy Hollow (1999), Van Helsing (2004), Hellboy (2004), Mirrormask (2005), The Brothers Grimm (2005), The Prestige (2006), The Illisionist (2006), gibi filmler son yıllarda ülkemizde de gösterime giren diğer steampunk örnekleri.

    Verdiğim örnekler birbirinden çok farklı gibi görünen  filmlerin steampunk paydasında birleştiğini gösteriyor. Gerçekten de kendisi bir alt tür olan steampunk, sinemada diğer film türleriyle etkileşime girerek kendi alt türlerini oluşturmuş durumda.  Henüz elektriğin gerçekten kullanılmadığı bir dönemde geçen, içinde büyü, sihir vb. doğa üstü olaylar içermeyenlere ‘Historical Steampunk’,  19. Yüzyıl İngiltere’sini ve Viktoryen estetiği tam olarak yansıtan örneklerine  ‘Classic  Streampunk’,  bizim zamanımıza göre  gelecekte geçenlere ‘Futurist Steampunk’, kendine mekan olarak Vahşi Batı’yı seçenlere ‘Western Steampunk’ deniyor.  Çoğunlukla Anime tarzında olsa da Walt Disney yapımlarını da kapsayan türüne ‘Anime Steampunk’ adı veriliyor.

    The League of Extraordinary Gentlemen

    Bir steampunk yazısı için film seçerken açıkçası oldukça kararsız kaldım. Bir yanda sevdiğim ancak birçok yönden türün tipik özelliklerini yansıtmayan filmler, öte yanda fazla beğenmediğim ama klasik bir steampunk denilebilecek olanlar. Tercihimi içimde bir buruklukla ikinciden yana kullandığımı itiraf ederek,  sonda söyleyeceğimi şimdi ifşa edeyim: Klasik  bir steampunk örneği olan The League of Extraordinary Gentlemen bir film olarak bir hayal kırıklığı. Özellikle de benim gibi sevdiği bir çizgi romanın film uyarlamasından beklentileri yüksek bir çizgi roman okuyucusu için. Çünkü film aynı zamanda başarılı bir çizgi romanın başarısız bir uyarlaması.

    Ülkemizde Muhteşem Kahramanlar gibi dandik bir isimle gösterilmiş olan The League of Extraordinary Gentlemen, tam çevirisiyle Sıra dışı Centilmenler Birliği,  İngiltere’nin aykırı yazarlarından  Alan Moore tarafından çizgi roman serisi olarak yazılmış bir serüven.  Çizgi roman meraklıları, Moore’un, üçü de sinemaya uyarlanan V for Vandetta (2005), From Hell (2001) ve Watchmen‘in de(2009) yazarı olduğunu hatırlayacaklardır. İngiltere ve ABD’de birçok başarılı çizgi roman üreten Moore, eserlerinin filme uyarlanmasına oldukça bozulan ve filmleri seyretmeye tahammül edemeyen türde yazarlardan. The League of Extraordinary Gentlemen ise yazarın bu tavrını haklı çıkaracak cinsten bir iş olmuş. Bununla birlikte hikayenin ilginçliği filmi izlenilebilir kılıyor.

    Fantom adlı bir kötü adam, yeni bir  dünya savaşı çıkarmak için, tüm önemli ülkelerin devlet başkanlarının bir toplantı için bir arada olduğu Venedik’i havaya uçurmayı planlamaktadır. Bu plandan haberdar olan gizli ajan M, Fantom’u engellemek için macera tutkunu kahraman Allan Quatermain’ı (Sean Connery) özel güçleri olan kişilerden bir ekip oluşturmaya ikna eder. Böylece, her biri kendine özgü güçleri ve yetenekleri ile öne çıkan; Kaptan Nemo, Dracula Mina Harker, görünmez adam Rodney Skinner, Amerikan gizli servis ajanı Tom Sawyer, ölümsüz Dorian Gray ve ilacını almadığında kızgın bir canavara dönüşen  Dr. Jekyll/Mr. Hyde Quatermain’ın önderliğinde bir araya gelir. Aksiyonun filmin başından sonuna kadar yüksek bir tempoda sürdüğü film boyunca sıra dışı kahramanlarımızın Fantom’un şeytani planını engellemek için kullanabilecekleri  etkili bir silahları daha vardır: Kaptan Nemo’nun heybetli denizaltısı Natilius.

    Film, kullanılan Viktoryen tarzı kostümler, yuvarlak gözlükler, parlak sarı metallerin yoğun olarak kullanıldığı mekan tasarımları, geçmişe mi geleceğe mi ait oldukları tam anlaşılamayan silahlar ve araçlar, türlü çeşitli mekanik aksesuarlar, saat mekanizmalarıyla donatılmış fantastik icatlar ve tümüyle  buhar gücüyle çalışan Natilius ile klasik bir steampunk’ın tüm özelliklerini barındırıyor. Mekanlarda ve kostümlerde kullanılan sarı kahverengi tonlar steampunk filmlerinin olmazsa olmazı. Dünyayı yok etmek isteyen kötü adam ve ona engel olmaya çalışan fantastik güçleri olan kahramanlar teması da steampunk filmlerinde sıkça karşılaştığımız türden. Bütün bunlar 19. Yüzyıl edebiyatından fırlamış karakterlerle bütünleşince ortaya bir steampunk klasiği olması için tasarlanmış bir film çıkıyor. Bütün bunlar filmi bir steampunk yapıyor ama bir klasik yapmaya yetmiyor.

    Oyunculuğun fena olmadığı filmde karakterlerin pek de kalıplarına oturmadığını söylemek gerek. Karakterler edebiyat aleminden gelince elbette belirli bir beklenti oluşuyor. Mr Hyde’ın küçük bir Hulk gibi görünmesi biraz sinir bozuyor. Tom Sawyer’ın büyüyünce bir Amerikan ajanı olduğunu görmek pek de mutlu etmiyor. Dorian Gray evet beklendiği kadar yakışıklı ama herhalde bu kadar kibirli bir Dorian Oscar Wilde’ın canını sıkardı. Evet aksiyonsa aksiyon ama iş Natilius’un karizmatik kaptanı Nemo’ya,  Martix’deki Neo tarzı figürleri yaptırmaya kadar varmamalı sanki.

    Görsel efektlerde ucuza kaçılmış. Örneğin Venedik’in yıkılma sahnesi, ikinci sınıf bilgisayar oyunlarındaki grafik kalitesine bile ulaşılamamış. Bu tür büyük görsel iddialara sahip filmlerin daha büyük prodüksiyonlar olmaları beklenir. Şayet bütçe senaryonun istediği görselliği karşılayamıyorsa o filmi çekmekten vazgeçmek gerekir.

    Fantastik film yapıyor olmak, her şekilde kafanıza göre takılabileceğiniz, tutarsızlıklarınızın hoş görülebileceği, inandırıcılık sorununuzun olmadığı anlamına gelmez.  Fantezi kendi içinde tutarlı olması gereken, her detayını titizlikle tasarladığınız, izleyiciyi öykünün içine almak için daha fazla çaba sarf etmenizi talep eden bir tür.  Buradan bakınca  The League of Extraordinary Gentlemen‘in sırtını Alan Moore’un hayran kitlesine  ve Sean Connelly’nin haklı şöhretine dayayan biraz baştan savma çekilmiş, açıkçası öyküyü ve çizgi romanı harcamış bir film olduğu söylenebilir. Tutarsız diyaloglar, bir sonuca varmayan komplolar, ektiklerini biçmeyen bir senaryo ve daracık olması gereken kanallarında Dünya’nın en büyük denizaltısının dolaştığı ve aslında var olmayan sokaklarında hızlı otomobil sahnelerinin çekildiği bir Venedik! Devam filmlerinin gelmemesine şaşırmamak gerek.

    Eğer klasik bir steampunk filmi izlemek istiyorsanız, Alan Moore’un çizgi romanını okumadıysanız, büyük beklentilere girmeden, şöyle  aksiyonu bol bir serüven izlesem diyorsanız, kıla tüye takılmadan hoşça vakit geçiresiniz varsa,  The League of Extraordinary Gentlemen size göre bir film. Bu da bu filmle ilgili söylediğim en olumlu şey olsun.

     


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.