KAOSA RAMAK KALA

KAOSA RAMAK KALA
  • 0
    0
    0
    0


  • Yüreğimin coğrafyasına hüzünlü bir sis çöktü, Hangi doğacak güneş dağıtır bilinmez.





    İSTANBUL 2033

    Gözümün önündeki görüntü flu idi, gidip geliyordu. Tam net göremiyordum olup biteni. Odaklanarak daha iyi görmeye çalışmam gerekiyordu. Bende onu yaptım. Ancak o zaman gerçekten ne hissettiğimi anlayabilirdim. 

    Alnımdan ter atmaya başlamıştı. Buna da değdi. Yorgunluğun kazanımı olarak daha net görüyordum. Evet, burası İstanbul idi. Fakat biraz gariplikleri vardı. İlk göze çarpanlar daha rahat ve sakindi. Türkiye'nin kalbi konumundaki dinamik şehir daha durağan bir görüntü veriyordu. Bu hayalmiydi sanki hiç kimsenin hiçbir şeye yetişme telaşı yokmuş. O telaşın dinamizminden ortaya koyacağı heyecan, aksiyonun oluşturacağı kişisel ve tüzel gelişmişlik kimsenin umrunda değildi. Heyecanı arayışı, tekamülün getirisinden vazgeçmiş gibi telaşsız, sakin fakat içinde huzur bulunmayan bir sakinlikti bu.

    Bu gözlemlerim ile içimdeki sesler eşliğinde bir kafeye girdim. Menü gözüme ilişti. İki dilde hazırlanmıştı: Türkçe ve İngilizce. Buna pek aldırış etmeden göz attıktan sonra çay istedim. Çayımı yudumlarken, daha önce Hollanda'da uygulamasını bildiğiniz içimlik esrar siparişi veriyordu yan masadaki müşteriler. Anlamakta zorlandım. Birazdan gelen siparişleri tüttürmeye başlamışlardı bile. İçerideki dumandan etkiliyordum. Burada fazla kalmayacağım anlaşılan. Çayın bitmesini beklemek beni zorlamaya başlamıştı. Fakat kimse rahatsız olmuyordu.

    Ne olmuştu bu insanlara? Daha dün ile bugün arasında bu kadar fark oluşmasının nedeni neydi? Her şey bir gecede nasıl olmuştu da bu hale gelmişti? İçerdekilerin durumu, yan tarafımda esrarlı sigaralarını içmeye başlayan kolları dövmeli kısa saçlı erkek ile kıvırcık saçlı kadının vücut dili ile kafedeki diğer müşterilerin durumu az bir zaman sonra eşitlenecekti. Bu çiftte diğerlerinin yaşadığı durağın stabil hali yaşamaya başlayacaklardı. Diğer gruba dahil olmalarına sadece bir sigara içimlik zamana ihtiyaç vardı. Zamanda her daim olduğu gibi geri döndürülemez bir şekilde akıp gitmekteydi. 

    Bu dumanın içinde burada daha fazla dayamazdım. Kalkmak durumunda idim ki. Kalkmadan önce her zamanki alışkanlığımdan olsa gerek etrafı iyi inceleyerek kalkmanın daha mantıklı olduğunu düşündüm. Bu hep yaptığım bir davranıştı. İnsanların vücut dillerinden yola çıkarak psikolojilerini çözmeye çalışırdım. Her zaman doğru sonuçlar almadığım fakat yapmaktan vazgeçemediğim standart bir uygulamaya dönüşmüştü. 

    Sağımda ki çift sigaralarını büyük bir keyifle üflerken, kafenin diğer taraflarında ikişerli üçerli gruplar halinde oturan müşteriler vardı. Tek başına oturan  benden yaşça biraz büyük adam dışarıyı seyrediyordu. O diğerlerinden biraz ayrışıyordu. Sanki içerisinde bulunduğu durumdan rahatsızmış izlenimi veren bir vücut dili vardı. Kalkmak üzere idim ki gözüme ilişen bu adamın durumu kalkma fikrinden beni vazgeçirdi. O adam ile ne olup bittiğini, belki de garipsediğim durumu anlamak için konuşmaya karar verdim.

    "Merhaba ben Taha. Eğer biraz vaktiniz varsa ve sakıncası yok ise sizinle biraz konuşabilir miyiz?" dedim adama. Nasıl karşılanacağını bilmeden.

    Merhaba, ben de Mehmet. 

    Buyrun, şöyle oturun. Size nasıl yardımcı olabilirim?

    Ben Urfalıyım, burada yaşıyorum. Ama sanki daha dün başka bir dünyada yaşıyordum. Dünkü yaşadığım hayat bir çağlayanı anımsatıyordu. Biraz bulanık aksa da, çevresindeki düzenlemeler iyi düşünülmemiş ve çevresine potansiyelinin altında performans gösterse de, orada içinde dinamik bir etkileşim olan, enerjisi yüksek bir akarsuyu anımsatıyordu. Bugün ise içinde yaşadığım ortam daha çok kokmaya yakın bir seyir izleyen, heyecan ve enerjiden yoksun, durgun, stabil bir göleti anımsatıyor. Sadece bir gün fark ile deneyimlediğim bu iki hayat arasında ki uyuşmazlığı anlamak için sizi rahatsız ediyorum. Belli ki sizde çevrenizde olup bitenden pek memnun değilsiniz. Vücut dilinizden bunu okumak mümkün. Nedir benim garipsediğim, diğer insanlara olağan gelen şu durumun sebebi?

    Mehmet gözünü masadaki tablete odaklayarak içsel diyaloglar yaşıyordu. Anlaşılan o ki bunun kısa bir izahı yoktu. Bu kadar derin düşündüğüne göre tam da bam teline dokunmuş olmalıydım. O an benim gözüme tabletin ekranındaki günün tarihi takıldı. 2033 idi. Birden tableti elime alarak daha yakından baktım.

     "Yıl?" dedim. "2033 ?"

    Az önceki içsel diyaloglarını bir tarafa bırakmış, hayretle bana bakıyordu. Bendeki ani değişim ve şaşkınlık ifadesini anlamaya çalışıyordu.

    "Evet, 2033. Ne çabuk akıp gitti, hiç anlaşılmıyor.

     Oysa daha dün 2016 idi. 17 yıl fark, bir gecede nasıl olmuştu? Olup bitenler gerçek miydi? Ben şimdi 2033'te mi yaşıyordum? Kendimi korkutucu bir belirsizliğin, anlamsız ve telaşsız bir kargaşanın tam ortasında bulmuştum. Bu benim için yeni bir durumdu ve ben bununla nasıl başa çıkacağımı bilmiyordum. İçimdeki korkunç uğultudan beni Mehmet'in konuşmaya başlaması kurtardı.

    "Az önce tanıştık ama sempatik, cana yakın buldum sizi. Sanki daha önce tanışıyor hissiyatı uyandırıyorsun bende. Neler oluyor? Bu tarihe ışınlanmış gibi hayret verici bir ruh halin var. Neyin var, niye bu kadar şaşkınsın?" derken, benim gözüme yoldan geçen bir otomobil ilişti. Bir anormallik yoktu araçta ama ben şaşırmaya devam ediyordum. Zira aracın plakası, Avrupa Birliği üyesi ülkelerin plaka işareti olan mavi zemin üzerine yıldızlar ile çevriliydi.

    "Biz Avrupa Birliği'ne mi girmiştik? Bu ne zaman olmuştu? Avrupa Birliği plakası?" diye sordum Mehmet'e.

    "Evet, biz birlik üyesiyiz. 2023'te, bölünmüş Türkiye'nin bir parçası olarak."

    "Bölünmek mi?"

    "Evet darbeden birkaç yıl sonra  İstanbul diğer bölgelerden ayrışarak coğrafi konumu ve tarihi önemi ile öne çıktı. Sonraki müzakereler ile Ayasofya'yı kilise olarak ibadete açma, İstanbul içinde İtalya'daki Vatikan tarzı bir bağımsız Ortodoks devletini kabul etmesine karşılık Avrupa Birliği üyeliği kabul edildi. Sınırlarımız bütün Trakya'yı içine alıyor. Her şey değişime uğradı. Kendi iç dünyasında kendisiyle yüzleşmek, kendi benliğini tanıyarak düşünmek, kendisiyle barışık üretim süreçlerine dahil olmak artık ütopyaya dönüşmüş gözüküyor. Onun yerine rahatlama yöntemi olarak uyuşturucu kullanılan kafelerde dumanlı kafa ile zaman geçirmek en başat yöntem. Üretim süreçlerinden anladığımız festivaller, her türlüsü gençlik festivali adı altında müzik eşliğinde bolca alkol ve uyuşturucu tüketilen, asli olarak kendilerini tüketen, yüzleşmek yerine kaçmayı tercih eden ülke gençliğinin akıbeti pek iyi gözüküyor, diye bitirdi. 


    Mehmet'i, şaşkınlıkla dinlemiştim. Demek darbe girişimi olarak kalmamış, gerçekleşmişti. Mehmet'in yanından kalkıp onunla el sıkışarak uzaklaştım. Bana anlattıklarını kendi gözlerimle görmek üzere Sultanahmet'e gittim. Ayasofya'nın kilise olarak hizmet verdiğini söylemişti. Ben de bunu cami olarak görmemiştim, müze olarak ziyaret edebilmiştim. İçeri girer girmez kiliseye çevrilmiş halini gördüm. Küçük Ayasofya Camii geldi aklıma. Acaba orası da kiliseye çevrilmiş miydi? Hemen o tarafa doğru yöneldim. Oldukça tedirgin bir ruh hali ile bahçeye adım attım. Solda eskiden orada bulunan, benim defalarca abdest aldığım şadırvanın artık yerinde yeller esiyordu. Demek ki artık Küçük Ayasofya da varlığını cami olarak değil, kilise olarak sürdürüyordu.

    Justinyen'in rüyası Küçük Ayasofya'nın içinde kabusu andıran bir rüyadaydım. Oradan ayrılmak ile kalmak arasında bocalar bir ruh hali içinde ne yapacağıma karar veremeden orada öylece hareketsiz biraz zaman geçirdim. Küçük Ayasofya'ya gelen turistleri izliyordum. Sessizce Sultanahmet Camii'ne gitmeye karar vererek oradan ayrıldım.

    Bacaklarım beni taşımakta hiçbir fiziki engeli olmamasına karşın zorlanıyordu. Sultanahmet'e çıkmak oldukça meşakkatli bir yürüyüşe dönüşmüştü. Halbuki daha önce de bu mesafeyi kat etmek nasıl olduğu anlaşılmayacak kadar kısa sürüyordu. Bir çırpıda kendimi Sultanahmet'te bulurdum. Ya orası da bir yaptırıma tabi tutulduysa? Ya ibadete açık değilse? Ya kapısına kilit vurulduysa? Bunlar belki aşırı kaygılardı fakat daha önce olmamış şeyler değildi. Camilerin kapatıldığı, Kur'an okumanın suç sayıldığı, ezanın aslı şeklinde okunamadığı zamanları da görmüştü bu coğrafya. Ben görmemiş olsam bile.

    Cami girişinde turistler vardı. Her zamanki gibi bir farkla. Daha önce caminin içine girmek belli kurallara bağlanmıştı. Şimdi ise kurallar rafa kalkmış, kadınlar mini etek ve kısa şortlarla camiye girebiliyordu. İki Ayasofya'nın serencamına tanık olduktan sonra bu duruma şükreder hale gelmiştim.

    Yerli ve yabancı turistler oldukça rahat camiyi gezmeye gelmişlerdi. Canlı bir organizma olan, ibadethane görevi gören, hayatın içinde aktif bir fonksiyonu olan cami, burada gezmekte olan kişilerce adeta hayati fonksiyonlarını kaybetmiş, ruhu olmayan bir yapı olarak incelenmekteydi. Camiler benim yaşadığım zamanda da çok rağbet gören yerler değildi. Fakat fonksiyonlarını kaybetmiş, geriye yapısal olarak ortada duran heybetli bir yapı muamelesi de görmüyordu. Benim dönemlerinde cazibe merkezleri AVM'ler ile stadyumlardı. İnsanlar AVM'lerde bütün hafta sonunu geçirir, alışveriş yapar, yemek yer, sinemaya gider, kafelerde zaman geçirirdi. 

    Stadyumlarda ise durum daha vahimdi. Devlet gücü kullanılarak inşa edilen dev yapılar, tüketim toplumunun başka bir enstrümanı olarak öne çıkıyordu. O kadar ki buraya maç izlemeye gelen kişiler hiçbir zaman, yüzde doksan dokuz oranında sahada futbol oynayan sporcuların gelir seviyesine, yaşam standartlarına ulaşan kişiler değildi ve muhtemelen hiçbir zaman olmayacaklardı. Fakat maçlara giderek kazandıkları paraların önemli sayılacak bir kısmını buralara harcayarak, adeta para öğüten organizasyonlara dönüşen kulüplere öğütülmek üzere vermiş oluyorlardı.

    Futbol kulüpleri de ana finansman kaynağının en büyük göstergesi olan taraftar adını koydukları insanlardan, onların sayılarına oranla imzaladıkları sponsorluk anlaşmalarından kazandıkları paralar ile yurt dışından, özellikle de Avrupa'da yaş itibariyle kariyerinin sonlarını yaşayan futbolcularla birkaç milyon euroluk anlaşmalar yaparak borç batağından bir türlü çıkamayan, yeri geldiğinde finansman kaynağı olarak gördükleri taraftar ismini taktıkları şahıslardan, tanesi oldukça iyi para tutan formalardan alarak kulübe destek vermelerini istemekten sıkılıp utanmak bir yana, bunu göğüs gererek söyleme cüreti bulmaları da bana hayli ilginç geliyordu.

    Hiç kimse onlara, ne taraftar isimli kitle, ne de spor yorumcusu, yazarı olduklarını söyleyenler, ne de devlet kademesindeki kişiler, "Ya bir dakika arkadaşlar, bu işte bir yanlışlık var. Stadyumu devlete yaptırıyorsunuz, taraftar denilen kitleden de bilet ve forma vesaire satışlarından, bu kitlenin sayısal çoğunluğuna oranla imzaladığınız yüksek meblağlarda sponsorluk anlaşmalarından elde ettiğiniz gelirler size yetmiyor. Bu kadar savurgan davranma, sorumsuzluğunu hangi cesaret örneği ile açıklayacaksınız?" diye sormuyordu. Bununla birlikte, akıtılan dev bütçelere rağmen Avrupa bazında hiç varlık gösteremeyen hem kulüp hemde milli takım bazında ilginç bir şekilde başarı bekleniyordu. Giden kitlenin aleyhine de olsa AVM'ler ve stadyumlar cazibe merkezi olarak öne çıkıyordu. Her şehirde istisnasız bir ve katı sayıda bu para öğüten kulüplerin kullanılması için kamu kaynakları harcanacak inşa edilmiş stadyumlar vardı.

    Avrupa ülkelerinde de stadyumlar vardı. Fakat bir farkla, onlar kendi finansal kaynaklarını onları ayakta tutacak seviyede olması sağlayacak başarıyı gösteriyordu. Bazı kulüplerde ciddi paralar kazanarak geleceğe hazırlık yaparken bizim kulüpler vergi muafiyeti ve finansal destek lafını ağızlarından düşürmüyordu. Futbolcu yetiştirme, altyapıya yatırım yapma hep konuşulan, neredeyse hiç yapılmayan bir  şeydi.

    Stadyumlar semenderin ateş ile olan ilişkisine o kadar benziyordu ki kendini oraya gitmekten alamayan veya ekran başında izleyen, yense ne ala, yenilse de yarası bir sonraki maça kadar iyileşme başarısı gösterip bir önceki eylemi tekrarlayan bir getirisi de olmayan, sonuç ne olursa olsun götürüsü olan ciddi bir adanmışlık örneği olarak karşımızda duruyordu. Sosyologlar buna birkaç yüzyıl nasıl bir yorum getirirdi diye hep düşünmüştüm.

    Durum bu iken devlet yönetimleri neden buralara akıtılan kaynakları sorgulamıyorlardı? Bu yapının ülkeye nasıl bir kazanım getireceğini umuyorlardı? Yıkımın farkında değiller miydi? Fark etmeyecek kadar vasat bir seyir izliyor ise  entelektüel kişilikleri ülkeyi yönetmeye kalkmaları da neyin nesi oluyordu?

    Sadece devlet yöneticileri değil, kulüp yöneticileri de genelde iş adamlarından oluşmaktaydı. Bunların neredeyse tümü ciddi büyüklükteki şirket sahipleriydi. Kendi şirketlerinin yıl sonu yapmış olduğu milyon dolarlık cirolarla övüne dursunlar, onların yönetimindeki kulüplerin borç batağında her yıl milyonlarca dolar zarar etmesinde yöneticilerde, gazetecilerde bir gariplik görmüyordu.

    "Ya senin şirketinin yüzde on büyüdü, bilmem kaç milyon dolar kâr elde etti. Peki, yine senin tarafından yönetilen bu kulübün tersi yönde mali sıkıntılar içine girmesini nasıl açıklayacaksınız?" deme cesaretini göstermiyordu.

    Körler ile sağırlar birbirini ağırlıyor, herkes umduğu kazancı garanti etmiş gözüküyordu. Kulüp başkanları her gün bir demeç vererek para ile asla yapmaları mümkün olmayan kendi reklamlarını yapıyordu. Gündemde hep onlardan biri veya birkaçı vardı. Gazeteler ve spor sayfaları bunları köpürterek haber yapmakta bir beis görmüyordu. Taraftar ismini verdikleri kitleler hariç her kurum ve kişi sağladığı karı garantiledikten sonra taraftar varsın semender rolü üstlensindi.

    Taraftarlar da kendi yenilmişliklerini örtbas etmek için kendilerine ait olmayan sorunların ızdırabını çekmek konusunda bir hayli istekli idiler. Sorunlarından kaçma yöntemi olarak kendilerine biçilen taraftar rolünü oldukça başarılı bir şekilde icra ediyorlardı, hatta olağanüstü başarılı bile sayılabilirlerdi. Alan memnun satan memnundu. Popüler kültür ve dünya trendi bunları gerektiriyordu. O halde varsın istediklerini yapsınlarlardı, ben de istediğimi elbette. 

    Taraftar rolünü üstlenen fanatikler de olup bitende bir beis görmüyor, anormallik olarak algılamak istemiyordu; fakat söz konusu tarikat mensubiyeti olunca negatif bir yaklaşım sergileniyordu. Bu ikircikli tutum görmek isteyen gözler tarafından hemen fark ediliyordu. Sorsanız Mevlana'yı herkes severdi; fakat işin iç yüzü bambaşkaydı. Dönemin Konya'sında yaşayan birisi pekala onun hakkında oluşturulan negatif algıya kendisini kaptırabilirdi. İşin çetin tarafı son üzerinden değerlendirmeler yapmak değil, süreç yaşanırken takındığınız tutumdu. Günümüz dünyasında diğer dinlere mensup olan insanların bile çok büyük saygı duyduğu Mevlana, kendi döneminin Konya'sında bir kısım insanlar tarafından kabul görmemişti. 

    Değerli olan kişinin kendi yaşam serüveni devam ederken aldığı kararlardı. Farklı tarihlerde başkaları tarafından yaşanmış olan hayatların sonucu üzerinden takınılan ideolojik tutum günlük yaşantı üzerinde çok da fazla bir etkiye sahip değildi. Aslolan şimdi sizin hangi kararlar ile hangi yöne doğru evrildiğinizdi.

    Algısı yönetilen insanlar eğer Mevlana'nın yaşamış olduğu tarihte ömür tüketiyor olsalar, muhtemelen Mevlana'ya karşı negatif tutum sergileyenlerin, hatta ona ve Şemse karşı saldırgan davranışlarda bulunanlar ile aynı safta olurlardı.

    Kendi çağınızın Mevlana'sı aranızda yaşıyorsa, ona karşı ilgisiz tutumunuz ondan bir şey eksiltmez, fakat siz bir daha süreci geriye sararak yeniden yaşayamazdınız. Sergilediğiniz tutum negatif olarak kayıtlardaki yerini almış olurdu. Mevlana döneminin Konya'sında olduğu gibi yaşadığınız zaman boyunca eğer algı yönetimlerini bertaraf ederek dikkatli bir gözlem ile çevremize bakmaz iseniz, pekala döneminizin Mevlana'sı burnunuzun dibindeyken onu fark etmeden yaşıyor olmanız olasıydı.



    Caminin iç avlusunda turistlerin arasından sıyrılarak dış avluya doğru yöneldim. Her zamanki heybetiyle Sultanahmet burada duruyordu. Ben de buradaydım, bir farkla: 17 yıl sonrasında, 17 yıl önceki yaşımla ve düşüncelerimle olup bitene tanıklık ediyordum. Elbette bu benim için bir lütuftu, içinde ızdırabı barındıran. Öyleyse her şey sona ermeden bir an önce gerçekten neler olup bittiğini anlamak için hayatın içine girmeli, her şeyi görebildiğim kadarıyla anlamaya çalışmalıydım. Belki de benim görevim buydu kim bilir. Zaman kaybına tahammülüm yoktu. Hemen işe koyulmalı, gözlemlerime başlamalıydım.

    Mehmet bana Roma Vatikan tarzı bir bağımsız devletten bahsetmişti. Hemen Sultanahmet'ten Fener mahallesine doğru yöneldim. Oraya vardığımda Fener Rum Patrikhanesinin değişime uğradığına tanık oldum. Patrikhanenin etrafındaki binalar yıkılmış, patrikhane adeta bir kent meydanının tam ortasında Haliç'e yukarıdan bakan görkemli bir kartal gibi durmaktaydı. O derece öne çıkmıştı ki görkemiyle Sultanahmet ile çekişir bir hali vardı. Evet, burası İtalya'daki Katolik Vatikan tarzı bağımsız bir devlet olmuştu. Fener Rum Patrikhanesi dünyadaki diğer patriklerin bağlı olduğu küçük ama anladığım kadarıyla etkili bir devlete dönüşmüştü.

    İstanbul ortodoksların eğitim üssüne dönüşmüştü. Buradan mezun olanlar, dünyanın dört bir yanında görevlendirmek üzere Ortodoks mezhebinin temsilcileri olarak dağılıyordu. Gördükleri rüyalar onların öngörüsünü aşan bir seviyede gerçekleşmişti. Başlangıçta Patrik bile bu kadarını beklemediğini beyan etmişti.

    1054'te ayrılan kiliseler artık daha dostane ilişkiler geliştirmişlerdi. Doğu Ortodoks, Batı Katolik ile temsil ediliyordu. Kimse halinden şikayetçi görünmüyordu. Aralarındaki 1054'ten bu yana süren husumet yerini sükunete bırakmış, Vatikan genç Ortodoks devletine rehberlik hizmeti vermekten büyük keyif alıyordu. 

    Fakat bir sorunları vardı. Özellikle İskandinav ülkelerinde İslam'a geçen insanların sayısı hatırı sayılır bir seviyeye ulaşmış, bütün karşı çabalarına rağmen ruhi arayış sahibi entelektüel batılıların nihai inanç durağı İslam olarak öne çıkıyordu.

    Ortodoks devleti İstanbul ve adaları dünyada eğitim üssüne dönüştürmüşken batıda insanların din tercihi İslamdı. Kendilerince bir taraftan zafer kazanırken diğer taraftan da kan kaybetmeye devam ediyorlardı. Aleyhte çabalara rağmen süreç bu şekilde ilerlemekteydi.



    Namazı için girdiğim camide, birkaç ihtiyar, buraya ait olmadığı her halinden belli olan beni incelemeye tabi tutturmuşlardı. Garip buldukları tepkilerimin nedenini kavramaya çalışıyorlardı. Kendimi sudan çıkmış bir balık gibi çırpınırken, balıkçının izlemesini andıran bir olayın içindeymiş gibi hissediyordum.

    Neyse ki sessizliği ihtiyarlardan birisi bozdu. Hiçbir zaman hoşlanmadığım sorgulayıcı bakışlara maruz kalmışken. Sorgulayıcı süzen bakışlardan beni hep rahatsız etmişlerdi. Şimdi ise sorgulayıcı bakışların ihtiyarlara göre bir gerekçesi vardı. Buraya ait olmadığı her halinden belli olan tanımadıkları bu adam da kimdi? Neyse ki sessizlik bozulmuş, merakını da biraz sonra gidermiş olacaktı ihtiyarlar.

    Yabancısın galiba, buralara uzak bir yerden mi geldin?

    Evet, aslında yakın fakat çok uzaktan geldim.

    Başka seçeneğim de pek yoktu.Nasıl izah edebilirdim? 17 yıl öncesinde yaşadığımı. Muhtemelen gerçeği konuşmam durumunda akli dengesini kaybetmiş birinin tabi tutulduğu muameleye tabi tutulacak, zaten olmayan iç huzurum büsbütün kaybolacaktı. Akşam namazına kadar burada vakit geçirecektim. En iyisi fazla konuşmadan, olup biteni anlamak için benim onlara soru sorma fırsatı vermeden sorular yöneltmemdi. Hem vermem gereken cevapları bulmak için çaba sarf etmeyecek, hem de toplumun geçirmiş olduğu değişimi anlamış olacaktım. Birkaç ihtiyardan oluşan cemaate sormak istediğim, cevabını bilmediğim sürüyle şey vardı. 


    Şimdi daha fazla bilgiye sahiptim. Benim zamanında Kanal İstanbul projesi fizibilite aşamasındaydı. Proje hayata geçmiş, kanalın iki yakası yüksek gelir grubuna hitap eden villalar ile donatılmış, yerli ve yabancı zenginlerin ikametine dönüşmüştü. Hem birlik üyesi, coğrafi konumu ve tarihiyle aranıp da bulunamayan bölgede ev almak, vatandaşlık statüsüne geçmek için yeterliydi. Kanaldan yılda yaklaşık olarak 60 bin gemi geçiş yapıyor, İstanbul ekonomisine milyarlarca coin kazandırıyordu. Zaten küçük bir şehir devletini andıran yapısı ile bu döviz girdisi refah bir hayat demekti. Artık Boğazda ticari gemilerin geçişi yasaklanmış, Boğaz küçük teknelerin kullanımın alanına dönüşmüş, su sporları için Marmara Denizi adeta dev bir plato vazifesi üstlenmişti. 

    Sanayisi artık eskisi gibi üretken olmayan İstanbul, tam bir turizm, spor ve kongre ülkesine dönüşmüştü. Demografik olarak değişime uğramış, nüfusu 5 milyon dolaylarında olan İstanbul, trafik sorunu da nüfusun azalması oranında rahatlamıştı. Kentsel dönüşüm ile şehrin bina stoku yenilenerek şehrin çehresi değişime uğramış, üçüncü havalimanı tamamlanarak İstanbul doğu ile batı arasında bir transit geçiş noktası olmuştu. Ülke küçülmesi ile ters orantılı olarak kıymeti ve gücü artmıştı. Güvenlik ve istihbarat özel askeri bir şirketin tek elindeydi. Avrupa'nın genç ülkesi İstanbul vatandaşı olmak övünç kaynağına dönüşmüştü, bir zamanlar Dubai'de olduğu gibi. 


    Şehirdeki değişimden Haliç'in iki yakası da nasibini almıştı. Sola yukarıya Pierre Loti'ye yöneldim, bakalım 17 yıl sonra İstanbul oradan bakınca nasıl görünecekti. Pierre Loti'ye mezarlığın içinden çıkmayı tercih ettim. Tıpkı benim gibi burada yatanlar da yeryüzü yaşayanı birer insandı. Zamanı gelince dünyalarını değiştirdiler. Kim bilir ne yaşanmışlıkları vardı? Benden daha zengin, daha fakir, daha akıllı, daha cahil, daha yakışıklı, daha çirkin. Kendilerine ait serüvenlerini yüzde kaçı özgürce yaşayabilmişti? Peki, ben yaşayabilecek miydim? Bu düşünceler ile kendimi tepede buldum. İşte İstanbul ayaklarımın altındaydı. Pierre Loti'nin aşık olduğu romanına konu ettiği Çerkez kızı bana kendi aşkımı anımsattı. Evet, burası tam da aşkın anımsanacağı yerdi. Manzarayı seyre dalarken Şule'yi düşündüm. Ona olan ilgim neydi? Neden kadın erkeksiz, erkek kadınsız yapamıyordu? Onları birbirine bağlayan şey neydi?

    Birbirine zıt kutupların çekim hep ilgimi çekmişti. Kadın ile erkek birbirlerine aşık olurlardı, tamam da bu temelde neye dayanıyordu? Bu soru zihnimi hep meşgul etmişti. O kadar çok ihtiyacım vardı ki bu sorunun cevabını almaya.

    Ancak zihnimdeki sorunun cevabını öğrenmemle birlikte rahatlardım. Tabii bunları herkesin sormadığının da farkındaydım. Sorulmayan sorunun cevabı elbette olamazdı. Cevaplara ihtiyacınız var ise ilk önce doğru soruyu sormanız gerekirdi. Ancak o zaman cevaba yaklaşabilirdiniz. Kimilerine göre çekimin merkezini öğrenmek yersizdi. Bir çekim vardı işte. Kendilerini çekimin cazibesine bırakarak temelde neye dayandığına aldırmaksızın yaşıyorlardı. Asıl olan duyguyu yaşamaktı onlara göre.

    Söz konusu ben olunca durum biraz değişiyordu. Detaycı kişilik özelliğimden olsa gerek büyük bir merak ve açlık hissiyatına kapılırdım bilgiye karşı.

    Zihnimde cevabına kavuşması gereken soruları kontrol edemezdim. Otomatik olarak gelir beni hep rahatsız eder ve cevabı bulana kadar yakamı bırakmazlardı. Fakat bu sefer oldukça güç bir soru ile karşı karşıyaydım. Bu soruyu kaç kişi sormuştu ki cevabı kaç kişi bilebilsin?

    Bu soru hiç popüler değildi. Bu da cevaba büyük bir uğraş sonucunda ulaşacağım anlamına geliyordu. Düşüncenin coğrafyasındaki bu soru işareti, İbni Arabi'nin bir kitabında cevabını bulana kadar devam etti.

    Arabi olaya özetle şöyle bir açıklama getirmişti:

    "Allah Adem'i yarattı. Adem'den de Havva'yı. Adem kendisine özlem duyar gibi Havva'ya özlem duymuştur. Çünkü Havva kendisinden bir parçaydı. Havva da kendisinden geldiği vatanı olduğu için Adem'e sevgi duydu. Şu halde Havva'nın sevgisi vatan sevgisi, Adem'in sevgisi kendisini sevmesidir."

    Beni tatmin eden cevap ile rahatlamıştım. Bana eşlik eden duygunun temelde neye dayandığını öğrenmem, daha sakin, şüphe ve tereddütlerden uzak bir şekilde özgürce yaşayabilmem anlamına geliyordu. 




    İSTANBUL 2013 

    Sultanahmet Telve Cafe'de yemeyi planladığımız ilk yemekti. Meydana ulaşınca arayarak "Neredesin?" diye sordum Şule'ye.

    "Meydanda seni bekliyorum. Nerede olduğumu tarif edeyim mi?"

    "Hayır gerek yok. Ben seni bulurum." Kendimi tuttum, "Alt tarafı meydandaki en güzel kızı bulacağım, bu da hiç zor olmasa gerek." demekten imtina ettim. Fakat bulmakta sorun yaşıyordum. Meydan kalabalık olmamasına karşın Şule'yi, nadide çiçeği görmekte zorlanıyordum. Oysa şıp diye bulacaktım onu.

    "Merhaba Taha, buradayım." Diye seslenene kadar sağa sola bakınmaya devam etmiştim.

    Evet, işte buradaydı. Çok güzel görünüyordu. Oldukça şık giyinmiş bana gülümsüyordu. Bu gülümseyiş nelere bedeldi!

    Oradan Akbıyık Caddesi'nden Telve Cafe'ye yürüdük. İçeri girip mekan sahibi Turgay ağabeye selam verdikten sonra Şule ile onları tanıştırdım. Masa seçimini ona bırakarak...

    "Mekanı çok beğendim. Çok güzel dekore edilmiş." Dedi, seçtiği yerdeki masaya otururken.

    "Evet, senin kadar olmasa da oldukça güzel bir mekan." İltifatı hoşuna gitmiş, yanakları kızarmıştı utancından.

    35 yaşındaydım. Benim ilk kız arkadaşımdı. Evlenmeyi umuyordum onunla. 26 yaşında, 1.80 boyunda, zayıf bir fiziğe sahip, açık tenli, minyon tipli edebiyat öğretmeni olan bu dilberin çekimine kapılmıştım.


    Hafif çiseleyen yağmur eşliğinde Akbıyık Caddesi'nden Marmaray Sirkeci istasyonuna yürüyüş... Sanırım romantizmi ile ilk tanışmamdı. Ve belki de son…

    Marmaray'a binip Üsküdar'da indik. Üsküdar otobüs duraklarında ikimize eşlik eden çiseleyen yağmur, birbirine duygusal yakınlık besleyen ikilinin ambiyansını mükemmellik noktasına çekmişti. Hiç çiseleyen yağmurda ıslanmayı bu kadar arzulamamıştım.

    "Tamam, hadi geldi otobüs." Dedi, ayrılık vaktinin geldiğini, aslında kalmak istediğini belli ederek.

    Beraber geçirdiğimiz günün büyük bölümü ona da az gelmişti.

    "Bende geleyim mi size?" Dedim, kollarımı açarak. Dudakları kulaklarına değmişti. Mutluluk kat sayısı yükselmişti. Ben ona el sallarken uzaklaştı otobüs.

    Aşk öyle bir şeydi ki önce size her şeyi verir, bedelini daha sonra tahsil ederdi. Kapitalist dünyada bu pek alışılmış bir durum değildi. Bir şey satın alınmak isteniyorsa ilk önce bedelinin ödenmesi gerekirdi. Oysa aşkta durum tam da tersiydi.




    Bakmamıştı ilgi duyduğu kadının gözlerine doya doya.

    Bu yer kürede doyum mümkün müydü? Onu da bilmiyordu.

    Bilmediği o kadar çok şey vardı ki onu bildiklerinden şüpheye düşüren.

    O mu kadınına layık değildi, kadın mı ona? Bunu da bilmiyordu diğer pek çok şey gibi.






    İSTANBUL 2033 

    Ben bunları anımsarken çayım soğumuştu. Soğuk çayı yudumlayarak sağıma baktım. Duvarda asılı bir fotoğraf karesinde Abdülhakim Arvasi hazretlerinin  delici bakışlar Necip Fazıl'ın üzerindeydi. Bana da mürşidim öyle bakar mıydı? Necip de onu kaldıracak kalp vardı ya bende bir zengin nasıl Hint fakiri ile kıyaslanamayacak ise bende üstat ile kıyaslanamazdım elbette. Fakat bu delici bakışları kendi üzerinde görmek benim de arzu ettiğim bir şeydi. Nasip olur muydu bilinmez. Bunun için önce o bakışa layık olmak lazımdı.


    Her şey eskiden çok farklıydı. Adeta havada uçuşan, çiçekten çiçeğe konarak bal toplayan arıları anımsatıyordu havadaki uçan araç trafiği. Benim zamanımda böyle uğraşlar revaçtaydı. Teknoloji şirketleri Ar-Ge'ye büyük kaynaklar ayırarak bunların prototiplerini üretiyordu.

    Şimdi ise gördüğüm İstanbul manzarası, havada uçuşan binaların üstüne kalkış-iniş yapan, değişik rotalarda hareket halinde onlarca uçan helikopterden çok daha küçük  insan taşıyan, pervaneli ve pervanesiz hava taşıtlar vardı.

    Eskiden helikopter pisti olan bina sayısı çok değildi. Helikopter ile seyahat etme maliyeti oldukça yüksek bir hizmetti. Ancak gelir seviyesi üst düzey iş insanları tarafından kullanılabiliyor iken şimdi ise neredeyse her binanın üstü bu araçların iniş-kalkışına imkan verecek şekilde yapılmıştı. Sadece binaların üstünde de değil. On metre karelik boş bir alan bu hava araçlarına iniş-kalkış yapması için yeterliydi. Açık otoparklar aynı zamanda hava trafiğinin pistleri vazifesini üstlenmişti. Sahip olma veya hizmet satın alma maliyetleri oldukça makul rakamlarda olmuş olmalı ki hatırı sayılır sayıda İstanbul semalarında şehir halkına hizmet veren, hemen hemen her yöne, tersi ve düzü istikametlerde hava araçları hareket halindeydi.

    Buralardan Haliç'i daha önce çok izlemiştim. Fakat bir gün bu şekilde göreceğime pek ihtimal vermezdim. Evet, ileride bu tür araç-gereçlerin olacağını, kullanımının yaygınlaşacağını ön görmüştüm. Fakat bunları görmenin bana nasip olup olmayacağı konusunda şüphelerim vardı. Muhtemelen benden sonra olurlar diye geçirirdim içimden. Fakat şimdi tam da çocukluğumun çizgi filmi olan Jetgilleri yaşıyordum. Üstelik oldukça genç biri olarak. Yanılmıştım. Öngörülerim çok kısa zamanda gerçekleşmiş, para tanımı da değişmişti. Artık dünyada rezerv para dolar değildi. Novus Ordo Seclorum yazan kağıt para dönemi geride kalmıştı.

    Kağıt para olan yeşil doların yerini sanal para almıştı. Üstelik artık “yeni seküler düzen” yazmak gibi bir gayretleri de yoktu. Zaten yeni dünya düzeni onların kurguladığı gibi sekülerdi. Bunu vurgulamanın artık bir anlamı kalmamıştı. 

    Rezerv para kağıt olan dolar iken bir nebze de olsa kontrolden çıkabiliyordu. ABD başta olmak üzere dünyada karşılıksız para basılıyordu. Sistemin karşılıksız para basılması sebebiyle çökmesi gerekirdi. Fakat bu olmuyordu. Çünkü dünyada rezerv para konumuna yükselmişti ABD doları. Enerji başta olmak üzere ihracat ithalat dolar üzerinden yapıldığı için sistem ayakta kalıyordu. Bu da bir taraftan kağıt olarak giren, diğer taraftan alım gücünün zirvesi olan dolar olarak çıkıyordu. Fakat bazen kağıt para nakit şekliyle kontrolden çıkabiliyordu. Basılan dolar nakit olarak el değiştirince takip etmek imkânsızdı. Sistemin kaçağı buydu. Nakit akışına bir de diğer ülkelerin para birimleri de girince işler hepten karışıyordu.

    Şimdi ise sanal para ile dünyada bütün para hareketleri çok kolay takip edilebiliyordu. Artık kağıt paralar tarihin tozlu raflarındaki yerini almış, elle tutulamayan sistemdeki rakamlardan oluşan sanal paraya bırakmıştı yerini. Dünya sistemi tam bir teslimiyet halini yaşıyordu. Kişi parasını sistemin akredite etmediği hiçbir yere harcayamıyordu. İsteseniz bile sistem bunu imkânsız kalmıştı. Bu da seküler dünya düzeninin sahibi olan düzenin efendilerinin insanların neleri tüketmesinden tutun neleri okuması, nasıl yaşaması, ne giymesi, nasıl inanması, nelerden keyif almasına varana dek her şeyine karışması demekti. Onayından geçmeyen hiçbir şeyin yaşama şansının olmadığı bir dünyaydı bu. Akredite olmayan hiçbir şeyin serbest dolaşım hakkı yoktu. Toplumu öyle zapturapt altına almışlardı ki nelerden keyif almaları gerektiğine varana kadar her şeylerine müdahil oluyorlardı. Ve bunu hiçbir zorlama olmaksızın yapıyorlardı.

    Oysa ben daha farklı olacağı öngörüsünde idim. Dünyada kaynakların eşit dağılmayışından, gelir adaletsizliğinden, açlıktan, iç çatışmalardan ve savaşlardan bıkılmıştı. Ben sistemin deneyimlediği şeyleri tüketerek sona geldiğini, bunların yerine ikame edilecek sistemin daha hakkaniyetli olacağı umudunu taşımaktaydım. Yakın tarihte yeryüzü coğrafyası iki Dünya Savaşı, diktatörler, despot yönetimler görmüştü. Bunun daha fazla sürdürülebilir olduğunu düşünmüyordum. Bana göre bu düzen yıkılacak ve yerine ikame edilecek olan sistem daha hakkaniyetli olacaktı. 

    Benim öngörüm yeni  sistemin İslami bir tonlamaya sahip olacağıydı. Çünkü hemen hemen her şey denenmiş, geriye bir tek İslam kalmıştı. Çağdaş dünyada İslami bir ekonomik modelin gelişmemiş olması gerçekti. İslam dünyasına bir eleştiri getirmek hakkımızdı. Fakat birkaç asırdır İslam'ın hüküm sürdüğü coğrafyalar batılı emperyal güçlerin bir şekilde sömürgesi veya tasallutu altındaydı. Emperyal güçlerin desteklediği diktatörlere, darbelere, iç çatışmalara harcamıştı bütün enerjisini. Bu negatif zeminde kendisine uygun ortamı bulup gelişememişti bir İslami ekonomik model. Benim beklentim işte tam da bu noktada başlıyordu.

    Ekonomik gelişmeler dünyada batıdan doğuya kaymaya başlamıştı. İlk önceleri ucuz iş gücünden kaynaklıydı bu. Sonrasında ise durum değişime uğramış, batı artık eski ekonomik performansı sergileyemez duruma gelmişti. Eskisine oranla durağan bir seyir izleyen batılı gelişmiş ülkelerdeki ekonomik veriler ile doğunun yükselişi benim tespitlerim ile örtüşüyordu. Yeraltı zenginliklerine doğu sanayiyi de ekleyebilirse artık bu kalkınma demekti.

    Bu özgüven katsayısı ile s.o.s veren kapitalizmin sonunun geleceğini düşünüyordum. Tabii ki rezerv para da her ülkenin kendi coini olacaktı, yani sanal paralar alacaktı. O zaman rezerv paradan kaynaklı haksız kazanç ve zenginleşme de olmayacak diye düşünürdüm. Ve de bu hiçte yabana atılacak bir tez değildi. 

    Batının elinde eşitlikçi bir paylaşım için done kalmamıştı. Zaten uzun süredir onların tonlarını taşıyan ekonomik modeller ile inim inim inliyordu dünya. Onlar masaya her şeylerini sürmüşlerdi. Acı olan meyvenin ağacından damakta hoş bir tat bırakacak yeni meyve beklemek yersiz bir beklentiyidi. Batı kendisine ait olan herşeyi sergilemiş, tüketerek sonu deneyimlemişti. Şimdi medeniyete rengini verecek olan batı değildi. Söyleyecekleri tükenmiş, ibre doğuyu gösteriyordu. Fakat gördüklerim benim yanıldığımı gösteriyordu. 


    Haliç'in serin imbatını içime çekiyordum. Altın Boynuz, sessiz ve yalnız yürüyüşüme bir tek o eşlik ediyordu.

    Kimseyi tanımıyorum. Onlarla iletişim kurmak zordu. İlgi alanlarımız da farklıydı. 17 yılda çok şey değişmiş, toplum sosyolojisi ciddi değişimler geçirmişti. Kendimi kalabalıklar içerisinde bir cümleye muhtaç bir zavallı olarak görmeye başlamam an meselesiydi. Neyse ki kafamın içindeki uğultu bana yoldaş oluyor, beni boşluğa düşmekten alıkoyuyordu.

    Bir kez daha anlamıştım ki insan sosyal bir varlıktı ve uzun süre yalnız kalması pek mümkün görünmüyordu. Ben buraya ait değildim. Ait olduğum yere dönmem gerekiyordu. Buradaydım, geri gitmek, kendi zamanımda yaşamak için can atıyordum. Birden irkildim korna sesiyle, kadın sürücü bana anlamsız bir yüz ifadesiyle bakarak tepkisini gösteriyordu. Araçlar oldukça sessiz çalıştıkları için otomobili fark etmemiştim. Petrol ile çalışan motorlar yerini elektrikli araçlara bırakmış, akan trafikte sadece asfalt zeminde sürtünmeden kaynaklanan lastik sesleri duyulabiliyordu.

    Ticari taksilerin hiçbirinde şoför yoktu. Otonom müşteri taşıyorlardı. Yakıt maliyeti denilen bir şey kalmamış, şarj ünitelerinin bulunduğu istasyonlarda birkaç dakika aracı şarj ediyor ve günlerce kullanıyorlardı.

    Boğaz ile Haliç'in birleştiği yere varmıştım. Yunan mitolojisinde adı geçen iki kıtayı birbirinden ayıran seyrine doyum olmayan harika güzellik.

    Beşiktaş'a doğru yürümeye karar verip yola koyuldum. En iyisi yürümekti. Buradaki tramvay hattı birtakım değişimlere uğrayarak varlığını sürdürüyordu. Peki, nasıl binecektim? Benim zamanımda İstanbulkart vardı, şimdi ise yüz tanıma sistemi. 

    Yürümekten başka çarem yoktu. Köprünün üstünden yürüyerek karşıya geçtim. Yine eskisi kadar kalabalık olmasa da tek tek oltası ile balık tutanlar vardı. Vapurlar daha küçük ve modern bir çevreye kavuşmuştu. Artık Boğaz'da ticari gemi geçişi olmadığı için tekneler ile feribotlar daha güvenli seyrüsefer yapmaktaydı. Oradan sahil boyu yürüyerek, kah manzarayı seyrederek, kah içimdeki sesi dinlemeye dalarak yürüdüm.


    Yıldız parkının içine adım attığımda eskiden buraya geldiğimde yaşadığım rahatlamayı anımsayıp hüzünlendim. Beton yığınlarının oluşturduğu ucubeden uzak, araçların tiranlığından korunmayı başarmış, şehir hayatının keşmekeşinden uzaklaşmak isteyenlerin sığındığı bir vahaydı adeta. Şehir merkezinde kurtarılmış bölgeydi burası.

    İnsanlığına kültür ve medeniyet seviyesinin ulaştığı seviyenin en net göstergesiydi şehirleşme. Şehirleşmenin hayatı kolaylaştırması beklenirken günlük yaşamı nefes alınmayacak kadar zorlaştırması bir yağma, talan, yolsuzluk düzeninin sonucu değil de neydi?

    Şehirlerin büyüklüğüne oranla kargaşada büyümüş, bazı saatler aralığında ulaşıma harcanan zaman günün önemli bir bölümünün heba edilmesine varmıştı. Üstelik bu şehri yöneten insan çok büyük iddia sahibiydi. Yaşadığı ve yönettikleri şehrin nizamını sağlamayan kibirli insan performansı ile utanç kategorisinde derece elde ederdi. 

    Dünyada insan elinin değmediği yerler ise müthiş bir nizam ve göz kamaştıran bir güzelliğe sahipti.

    Şehrin merkezindeki, Yıldız Parkında vakit geçirirken kuş seslerine eşlik eden, sağa sola kaçışan sincaplar görmek en alışılmış şeydi. Eskiden olduğu gibi onlar kendilerine ait alanı özgürce yaşıyor, hayat onlar için rutin akışına devam ediyordu.

    Orada öylece gezinerek bir banka oturdum. Birden bir kadının bana bakmakta olduğunu hissedip o tarafa yönelince bakan kadının Şule olduğunu gördüm.

    İki üç yaşlarında bir çocuk ile oynuyordu. Beni fark etmiş, emin olmak için bana şaşkın şaşkın bakmaktaydı. Karşısında duran adamın gerçek Taha mı yoksa çok benzeyen biri mi anlamaya çalışıyordu. Oldukça genç görünüyordum. Doğru ya, ben 17 yıl öncesinin Taha'sıydım. Ondan 9 yaş büyük iken, şimdi o benden 8 yaş büyüktü. Kırklı yaşların ortasında olmasına rağmen, oda çok değişmemişti. Minyon tipli biri olmasından dolayı, eski halinden pek bir şey kaybetmemişti.

    “Sen misin Taha?” diyerek bana doğru geldi, şaşkın şaşkın bakarak.

    “Evet,” dedim. Belli belirsiz bir cümle döküldü dudaklarımdan. Zira oynadığı çocuğun onun olduğunu anlamak için müneccim olmaya gerek yoktu. Bu da benim yaşam enerjimin bir anda dibe vurması demekti.

    “Hiç değişmemişsin. Sanki zaman senin için hiç akmamış, olduğu yerde saymış. Seni tanımak zor olmadı. Fakat bu kadar genç görünmen beni şaşırttı,” dedi. Artık yan yanaydık.

    “Sen de pek değişmemişsin. Hala oldukça formda ve güzel görünüyorsun. Nasılsın? Bu çocuk oğlun mu? Ne zaman evlendin, Şule?” 

    Hiçbir şey konuşmamazlık edemezdim. Ona kırılmaya, darılmaya hakkımda da yoktu. Hayatıyla ilgili tercihlerine saygı duymaktan başka bir şey düşmezdi bana. Üstelik birde kendi zamanımda bile yaşamıyordum.

    “Evet, oğlum. Adı Efe. 2019'da evlendim. Kolejde aynı okulda öğretmenlik yapıyoruz,” dedi. Biraz mahcup ve çekingendi.

    “Anlamıştım. Okullar açılır açılmaz aramızdaki telefon görüşmeleri ve yazışmalar bıçak ile kesilir gibi kesilmişti. Birisi olduğunu anlamıştım. Ve seni ısrarla aramama nedenim, ‘Madem biz evlenmeyi beceremiyoruz, bari sen önüne çıkan insanlara şans tanı. Belki de benim yapamadığım, bir türlü içinden çıkamadığım bunalımlı, kaotik ruh halimi aşıp da adım atamadığım evliliğe başka birisiyle atarsın diye,” dedim.

    “Evet, söylediğin doğru. Okullar açılınca koleje bir kaç erkek öğretmen almışlardı. Onlardan birisi de Murat'tı. Bir yıl öyle konuşarak geçti. Sonrasında sancılı da olsa nişan, düğün filan derken 2019'da evlendik. Okullar kapanınca Murat ile sürekli birlikteyiz. Tabii işyerimizde aynı bir takım sıkıntılar da oluyor. Fakat aşıyoruz. Evlilik vasata bindi. İlk zamanlardaki gibi değil. Gerçi hangi evlilik öyle sürüyor ki benimki sürsün? Ben senin darbe gecesi veya sonrasındaki olaylar sırasında hayatını kaybetmişsindir diye düşünmüştüm. Hiçbir şekilde ulaşamayınca. Fakat neyin var sanki 17 yıl öncesindeki gibisin. Hiç değişmemişsin. Saçlarında birkaç tel beyazı saymazsak ki o zaman da vardı bunlar. Saçların bile simsiyah. Nasıl bu kadar genç kalabildin? Sen neredeydin, Taha?”

    “Ben halen spesifik, bulanık ve derin sularda boğulma hissine kapılarak yaşama girişimlerine devam ediyorum. Hayattan hiç keyif almadan, öylece bana biçilmiş ömrü tamamlama girişimi. Pasif yaşayan da diyebiliriz. Darbeden sonra aslında bakarsan nerede olduğumu bilmiyorum. 17 yıl nasıl geçti farkında bile değilim. Burada gurbette yaşayan, geri dönmek için can atan bir muhacir tutumuna sahibim. Asli vatanım bu değil, öbürü de değildi zaten. Bu duyguyu öteden beri biliyorum. Bana hiç yabancı değil. Hayatı anladığında ondan keyif alamamaya başlar insan. 2016 darbe gecesinden sonrasını hatırlamıyorum. Ve şimdi 2033'te yaşıyoruz. 17 yıl olmuş. Nasıl geçti bilmiyorum. Buraya nasıl geldiğimi de bilmiyorum. Kendimi bir anda bu zamanda buldum. Darbe gecesi ve bir anda burası. Olup bitenden hiçbir şey anlamıyorum. Yani beni bıraktığın yerde bilinmezlikler içerisinde bocalamaya devam ediyorum. 2033'te bile sonuç bu. Dün öğrendim ülkenin başına gelen darbeden sonraki bölünmeleri.”


    Derken eşi Murat geldi. 1,60 boylarında, kafasında saç kalmamış, biraz göbeği çıkmış, neredeyse her orta yaşlı Türk erkeği gibi. Şule tanıştırdı bizi. “Eski arkadaşlarımdan,” diye yurt dışındaymış deyiverdi. Başka ne diyebilir ki?

    Murat elini uzattı. Benim yorgun ve gidecek yeri olmayan birisi olduğumu düşünmüş olmalı ki, eve akşam yemeğine davet etti. Şule de onu destekledi. Sanırım benim fazla seçeneğim yoktu. O yüzden kabul ettim. Biraz dinlenmek bana iyi gelecekti. Yarın için akşamdan ne yapacağıma karar verir, sabah da işe koyulur, bir yerden başlardım. Ne de olsa gerisi gelirdi.

    Efe, “Bu kim anne?” diye soru yöneltince, “Dayın,” dedi Şule. O da, “Dayı, top oynayalım mı?” dedi. Kanı ısınmıştı bana. Ben çocukları hep sevmişimdir. Çok azı bana antipatik gelmiştir. Onlar da bu sevgi akımını hisseder, bana karşı her zaman sevecen ve cana yakın davranırlardı. Bu nasıl bir işti bunu anlamak bana ağır geliyordu. Kendi çocuğu olmayan Taha, hep başkalarının çocuklarını sevmek durumunda kalmıştım. Benim niye çocuğum yoktu? Bu insanların sahip olup benim olamadığım şey neydi? Neden ortalama bir insan gibi yaşayamıyordum? Bunun nedeni, sorgulamak, olaylara eleştirel yaklaşmak, fazla düşünmek miydi? Bu bana konforu getirmemişti bilakis keyfimi hepten kaçırıyor, tadım tuzum kalmıyordu. İçimdeki fırtınaların sesini, arkasında bıraktığı enkazı ancak ve sadece ben biliyor ve yaşıyordum. Beşer olarak benim halimi kim anlıyordu? İşte beni diğer insanların sahip olduklarından mahrum bırakan şeyler sanırım bunlardı. Benden ne de çok şeyi alıp götürmüşlerdi.


    Efe ile top oynamaya başladık. Birbirimize şut çekiyor, onun attığı şutları gol olarak yemem gerekiyordu ki ben de tam olarak bunu yapıyordum. Bana neredeyse iki düzine gol atmıştı. O da annesi gibi futbola meraklıydı. Çok keyif alıyordu topa vurmaktan. Bir süre sonra oynadığımız futbol boğuşmaya döndü. Çimlerde kahkahalar eşlik ediyordu yuvarlanmalarımıza. Murat da olup bitenden oldukça memnun görünüyordu. Ben Efe ile oynarken göz ucuyla onlara bakıyordum.


    Otomobile binerek Ataşehir’e doğru gitmek üzere Barbaros Caddesi üzerinden Boğaziçi Köprüsüne yöneldik. Aracın iç dizaynı beni şaşırtmıyordu. Benim zamanımda bunların prototipleri yapılmış, şimdi ise kullanımı yaygınlaşmıştı. 

    Steve Jobs’ın ölmeden önce, "İnsanlar ne istediğini bilmez, siz onlara gösterene kadar." dediğini anımsadım. 

    Tüketim eğilimleri incelendiğinde, serbest piyasa ekonomisini tüketicinin değil, üreticinin oluşturduğu ortaya çıkar. Üretici, ne istediğini bilmeyen tüketiciye, en can alıcı şekilde, gerçekten neye ihtiyacı olduğunu gösterir. Tüketici de bunu tasdikler; o ürün ve hizmet her neyse, onsuz yaşayamayacağı kanısına varır ve sunulanı tüketir. Tüketilen her ürün ve hizmetin yan iş kolları türer. Doğal olarak bu da, tüketim endeksli bir ekonomik model oluşmasına neden olur.


    Şule ile Murat'ın ikameti olan siteye gelmiştik. İçeri giriş için yüz tanıma sistemi bulunuyordu. Yoksa bariyer açılmıyordu. Benim misafir olduğum sisteme girildikten sonra içeri girebildik. Her şeyi ne kadar da değişmişti! Ev akıllı sistemlerle donatılmıştı. Yemek hazırlamak, sadece fırına donmuş gıdayı sürmekten ibaretti. Pizzayı andıran bir yemek hazırdı birkaç dakika sonra. Gazlı içecekler eşliğinde yemek yenildikten sonra Murat, film izleme teklifinde bulundu.

    "Ne izlemek istersin?" diye sordu. Ben de tercihi ona bıraktım. Bana takmam için bir gözlük verdi. Şule de bir gözlük taktı.

    Filme başlamadan önce bir beden seçiyordunuz. Sonra filmin içine senaryoya dahil olan ve etkileyen bir karaktere dönüşmüş oluyordunuz. Her şey o kadar gerçekçiydi ki, birisi bana omzuyla çarpınca gerçekten vurmuş hissini yaşadım. Vücudum buna tepki verdi. Bu da neydi böyle?

    Yaşadığım film izleme deneyimi değil, başka bir şeydi. Öyle ki, dışarıya çıkmaya, insanların içine karışmaya gerek bile bırakmayacak kadar gerçekçi ve mükemmeldi. İnsanlar, sosyal ilişkilerin bütün gereksinimlerini bu yeni yaklaşımla karşılar duruma gelmişti. Herkes, kendi sanal dünyasının başrolünde, soyunmuş hayalindeki hayatı yaşama olanağı yakalamıştı. Oldukça eğlenceli görünüyordu. Sanal afyon çok keyif veriyordu. Seçenekler de boldu. Ne de güzeldi! Herkes ihtiyacına göre bir çeşidini bulabiliyordu.

    "İnsan uykudadır, ölünce uyanır." Hadisi Şerif'ini anımsadım. Şimdi rüya içinde rüyada gibiydik.  Platon'un mağara alegorisi buydu işte. 


    Gözlüğü çıkardım  Şule ile Murat'ın vücut tepkilerini gözlemlemeye başladım. Gözlük olmadan onları izlemek, insana delirmiş olduklarını düşündürürdü. Fakat onlar oldukça sağlıklı bireylerdi.

    Benim filme yeterince dahil olmadığımı görünce, beni bırakıp kendileri için biçimlendirilmiş olan kurguyu kusursuz hale getirmek, olmasını istediklerini gerçekleştirmek için çaba sarf ediyorlardı. Düşünmenin, üretmenin karşılığı sanal gerçeklik içinde kendine ait bir dünya inşa etmek olmuştu. Ne acı bir kabustu! Düşünce, değersiz bir tetikçi tarafından infaz edilmiş insanlar; infazdan haberdar bile değillerdi.


    Oturduğum yerden kalkıp pencereye doğru yöneldim. İçim daralmıştı, rahatlamaya ihtiyacım vardı. Dışarıya, sanal olmayan nesnelere bakmak bana iyi gelecekti. Birden Efe'nin varlığını hatırladım. Doğruya evde bir de çocuk vardı. Uyumuş muydu yoksa hiç sesi çıkmıyordu? Bakmak için koridora yöneldim. Kapı açıktı.

    Bir gözlük de onun gözündeydi. O da sanal olan kendi dünyasında oynuyordu. Yöntem aynı, içerikler farklıydı sadece.

    Bir zamanlar sevdiğim kadının evinde sıkıntıdan patlamak üzereydim. Aslında dört kişiydik; fakat herkes yalnız olduğunu bilmeden yalnızlığı yaşıyordu.

    Saat bir hayli geç olup uykuları gelince gözlükleri çıkardılar. Yarın devam etmek üzere yaşadıkları sanal hayata ara verdiler. Benim yatmam için salondaki oturma grubu sesli komut verilerek yatağa dönüştürüldü Şule tarafından.

    Ben salonda yatacaktım. Tabii uyku tutabilirse. Bir zamanlar sevdiğim kadın şimdi benimle aynı çatı altındaydı. Benim hayalini kurduğum, fakat gerçeğe dönüşmeyen şimdi olmuştu. Onunla bir ev ortamında ilk defa bulunuyordum. Bir fark ile; o artık evliydi ve bir de çocuğu vardı.

    Şule ile aynı yatağa uzanarak onun gözlerinin derinliklerinde keşfe çıkmayı,  gözlerinin derinliklerinde kaybolmayı, onun bana rehberliği ile yolumu bulmayı, sonra tekrar keşfe çıkıp kaybolmayı,  bir daha, bir daha kaybolmayı; o kadar çok tekrarlamalıydım ki onun gözlerindeki galaksiler arasında bana yabancı, benim kaybolmuşluğumun getirisi olarak keşfetmediğim hiçbir noktası kalmasın.

    Ah, o gözler! Fezada vasıtasız seyahat etme isteğimin tesellisi olan, adeta bir galaksiler topluluğunu andıran, sevdiğim kadına ait gözler. Kim demiş galaksiler arasında vasıtasız yolculuk yapılmaz diye? İşte galaksi olan gözler! İşte seyyah Taha!

    Bakmaya çok büyük istek duyduğum gözlere şimdi başkası sahipti. Acaba o gözlerin hakkını veriyor muydu? Yoksa eşinin gözlerinden bi haber yaşadığını zanneden bir insan tipi miydi? Bunu hiçbir zaman öğrenemeyecektim. Bu soruyu soramazdım. Cevabı da meçhul kalmaya mahkumdu.

    Sabaha kadar sağa sola dönerek uyuyamadım. Saat on gibi kalktık. Hane halkıyla kahvaltı masasına beraber oturduk. Sessizliği bozmak için üçümüz birden kıvranıyorduk. Fakat konuşacak bir şey bulamamanın rahatsızlığını ben yaşıyordum. Onların da vücut dillerinden bu okunuyordu. En iyisi bir an önce çıkıp gitmek onları kendi dünyalarında bırakıp kendi dünyama dönmekti. 


    Dışarı çıkınca Çamlıca Tepesi'ne gitmeye karar verdim. Bir hayli yürümem gerekiyordu. Olsundu. Zaten yapacak, zaman geçirecek neyim vardı ki? Oraya doğru yola koyuldum. Vardığım zaman gün dönmeye başlamıştı. 

    Öylece zaman geçirmeye karar verdim. Akşamı gün batımını buradan uğurlamak üzere Boğazı seyre dalarak  saatlerce oturdum. Kendimle baş başa kalmıştım. Bol bol düşünebiliyordum. Beni uyaran düşünce deryasına dalmamı sekteye uğratacak herhangi bir etken yoktu. Telefonum çalmıyor, mail almıyordum. Yapmak zorunda olduğum bir işim yoktu. Sahip olduğum sorumluluğunu üstlendiğim hiç kimse de yoktu. Hiçbir şey yoktu, velhasıl.


    Boğaz manzarasını seyrederken zihnimde dini konular dönmeye başladı.

    Derinlikten yoksun ilahiyatçıların tavırları ve söylemleri bana hep ters gelmişti. Kendi kapasitelerinin ürünü olan düşünce ve ilmi, mutlak hakikatin kendisi diye sunmaları bana öteden beri çok gülünç gelmişti.

    Gazali'yi düşünceyi öldürmek ile itham eden, ona söven ilahiyatçılara da rastlamıştım. Kendisini Gazali ile kıyaslayan bu ilahiyatçı tipolojisinin ilmi derinlikleri gerçekten çok sığdı. Bana göre de Gazali, mantığın en büyük üstadıydı.

    Kendisini Gazali ile kıyaslayacak kadar büyük iddia sahibi bu tipoloji incelendiği zaman, itiraz mekanizması bile işletilmeden, onları kendi savunduğu değerler ve o değerler üzerinden gerçeğe evrilen sürecin sonunda ortaya çıkan tablo, haksız olduklarını ispatlamaya yetiyordu.

    Bu tiplerin etkilediği tipler de kendileri gibi sığ oluyordu. Genelde şiddet eğilimli, marjinal, garip insanlar çıkıyordu ortaya.

    Objektif gözlerle bakıldığında net olarak ortaya çıkan şey, Gazali, Mevlana ve aynı tandanslı şahsiyetlerin, kendi bireysel yolculuklarını tamamlamış, kendilerini onlara kapatmayan hemen hemen herkesin hayatında pozitif renk katmayı başarmış, sadece kendi çağdaşları değil, onlardan sonraki nesillere de ışık olmaya devam ediyorlardı. Bu, hakikate tam isabet ile açıklanabilirdi.

    Kendisini ilerici, çağdaş olarak gören, üniversite koltuklarından güç alan, bulundukları makam ile bir değere ulaşan,  Profesör lakaplar ile kendine vaiz diyen tipler ise insanları negatif etkiliyordu.  Bir sebeple hayata tutunamayıp savrulan insanlara yol gösterici olmaları gerekirken, onların savrulmasının bir sebebi de kendileriydi. Oysa aynı zaman diliminde yaşıyor olmalarından dolayı kendi çağdaşlarını daha iyi anlayıp rehberlik etmeleri gerekirdi.

    Eleştiri getirdikleri Gazali ise yüzyıllar önce yaşamış olmasına rağmen, çağdaşları tarafından bataklığa itilmiş insanların umut ışığı oluyordu. Bu o kadar netti ki Taha hayatında bunu bizzat deneyimlemişti. Onu savrulmaktan kurtaran en büyük etkenlerden biri, Gazali okumalarıydı.

    Dil her tarafa dönüyordu. Asıl olan kişinin hayata katkısıydı. Gazali'ye eleştiri getirerek içindeki karanlığı örtme girişimi, başarısız bir çabaydı.

    Gazali, Mevlana ve onlar gibiler, yüzyıllar önce yaşamış olmalarına ve aradan onca jenerasyon geçmiş olmasına karşın, insanları etkilemeleri, sahip oldukları dilin ve bilginin evrenselliği ile ilgiliydi. Yaklaşımları tam isabet olmamış olsa, kendileri gibi olmayan, aradan geçen birkaç yüzyıl nedeniyle bambaşka yaşayış ve düşünüş biçimlerine sahip insanları yakalayıp dönüştürmek mümkün olmazdı. Bunun başka bir izahı yoktu. 



    Daha sonra anlayacaktı Taha bu din adamı tipolojisi tarafından anlatılan dinin, derinlikten uzak bir tür pop tarzı olduğunu. Milliyetçi, dindar, seküler, sosyalist gruplar arasında pek bir fark olmadığını. Her gelir grubunun kendi sosyal sınıfını oluşturduğunu. İdealize edilen hedeflere rağmen bunun yadsınamaz bir gerçek olduğunu anlamasına ramak kalmıştı. Az bir zaman sonra içindeki idealin aslında kendi yanılgısı olduğunu. Topluma kendi zihninde bir şekil biçtiğini. Aslında kendi biçtiği şekil ile toplumun tamamen farklı olduğunu. Üstelik sadece sınıfsal yapılarda da değil, toplumun Kürtlere ve azınlıklara karşı ötekileştirici, faşist yüzünü göremediğini realite denilen kayaya çarpana dek fark etmeyecekti Zihnindekinin dışarıda karşılığı olmadığını anladığında yaşadığı pişmanlığı, yanılgı dolu yıllarını geri getirmeye yetmeyecekti. Her şeyi anlayabilirdi, daha doğrusu anlamak zorunda kalacaktı. Bir tek dindar tiplerin milliyetçilik kisvesi adı altında, mensubu olduğu Kürtlere karşı yapılan ırkçılığı anlamayacaktı. Belki de anlamak istemeyecekti. Gerçekleri görmenin canını yakmasından çekindiğinden ileri gelecekti belki de bu direnme. Kim bilir bunu gerçekte ve sadece Taha bilecekti. Bu da onun mahremi olacaktı.



    ŞULE 

    Bugün kahvaltıda Taha buradayken ne yapacağımı bilemedim. Bir tarafta eşim, diğer tarafta bir zamanlar bana evlilik teklif eden ve beni sevdiğinden şüphe duymadığım Taha. Kahvaltıda oldukça gerilmiştik. Sanki sessizlik oyunu oynuyorduk da ilk önce konuşacak olan bulaşıkları yıkayacaktı. Gerçi Taha'nın bulaşıkların yıkanması ile ilgili bir sorunu yoktu. Yalnız yaşıyordu, ev işleri ondan sorulurdu. Kendi yemeğini, bulaşığını, temizliğini kendisi yapıyordu. Evlenmiş olsa çok iyi bir aile babası çıkardı ondan.

    Hem hırçın ve sinirli bir o kadar da duygusal kaç insan vardı acaba? Adeta hırçın bir tez, sarp bir coğrafyaydı. Dezavantajlarını yaşıyordu kişiliğinin. Yalnız kalmak pahasına bile olsa asla kimsenin suyuna gitmez, insanlara karşı her zaman açık sözlü ve dürüst bir tutum sergilerdi. Bu yüzden onun kurduğu her cümle tam olarak onun kendisini yansıtırdı. Beni sevdiğinden hiç şüphem olmamıştı. O kadar dürüst bir karaktere ve ahlaki ilkelere sahipti ki karşı cinse negatif bir davranışı bir yana böyle bir bakışını bile görmemiştim. Benimle geçirdiği zamanlarda da aynı şekilde ne elimi tutmaya çalışmış ne de başka bir şey. Oysa o günün genel erkek profili bu şekilde tebarüz etmiyordu.



    ŞULE 2013 

    Taha, 35 yaşındaydı. Hiç kız arkadaşı olmadığını, ilk kız arkadaşının ben olduğumu söylerdi. Bundan şüphem yoktu. Öyle ki bir kızla nasıl vakit geçirilir bilmiyordu. Benden farklı olarak içini döker, içine atmaz, tepkisini ve memnuniyetini hemen belli ederdi. Zaten konuşmasına da gerek yoktu. Yüz ifadesi onu hemen ele verirdi. Onunla konuşmasanız bile duyumsadığı her neyse, mutluluk veya tersi, hemen anlardınız. Onu anlamak için kelimelere ihtiyacınız yoktu.

    İlk defa onu Üsküdar ofiste görmüştüm. Hiç beklemedik bir anda, biz rutin işlerimizle uğraşırken, birden ofise 1.80 boylarında, buğday tenli, zayıf, elinde kalın beyaz bir kitap olan bir genç girdi. 

    Onu görür görmez etkilenmiş, "İşte benim aradığım eş modeli" demişti iç seslerim.

    Benim çaprazımdaki masanın önünde boş sandalyeye oturdu. İşimi yapar gibi yapıp göz ucuyla inceledim onu. Sonra yerimden kalkarak kitabını koyduğu masanın yanındaki boş sandalyeye oturma bahanesiyle ne okuduğunu kitaba baktım. Yaklaşık beş yüz-altı yüz sayfalık kitabı okuduğuna ve bir yere giderken yanında taşıdığına göre iyi bir okuyucu idi. Benim gibi nitelikli bir okuyucunun kitap okuyan birine meyl etmemesi zaten düşünülemezdi.

    Necip Fazıl Kısakürek'in Hacegan Yayınları'ndan çıkan "Çöle İnen Nur" kitabıydı. Evet, adamın yüzünde bir parıltı vardı. Demek ki hissettiklerim boşuna değildi. Bana ulaşan sinyalleri doğru yorumlamıştım. Bu adamın hakkında doğru çıkan tahminim için içim sevinçle doldu. Ondan hoşlanmıştım. Hiç tanımıyor ve konuşmamış olmama rağmen. Madem ben ondan hoşlanmıştım, bana kayıtsız kalmamalı, onun dikkatini çekmeliyim. Ne yapsam acaba akışına mı bıraksam? Ya bir daha ofise gelmezse? Niye geldi ki? Bir daha gelir mi? Bizim şeflerimizden Salih Bey ile Melda Hanım ve Deniz abiyle çok samimiydi . Az sonra Leyla ile de senli benli cümleler kurdular birbirlerine. Ofisteki herkes bu adamı yakinen tanıyordu. Ona yabancı bir tek bendim. Okuduğu kitaba ve kurduğu cümlelere bakılacak olursa oldukça seviyeli ve ahlaklı, ne yaptığını bilen bir adamdı. Bu adamla çocuklu aile hayalleri kurabilirdim.

    Hem umut besledim, hem de biraz endişe. Ya bana hiç ilgili davranmazsa? diye içsel diyaloglar içinde kıvranırken, Leyla'ya beni sordu. Leyla onun yanında, Leyla'nın yanında da ben oturmuştum. Gizli ve şifreli konuşmaya çalışıyordu. Fakat Leyla verdiği cevaplar ile onun gizli kalması için gayret sarf ettiği niyetini sabote ediyor, benimle ilgili sorular sorduğunu açık ediyordu.

    Demek ki beni incelemişti. Tıpkı benim yaptığım gibi o da göz ucuyla bana bakmıştı. Onun dikkatini çekmiştim. Benim fark edilmek için çaba sarf etmeme gerek kalmamıştı. İşte bu kutlamaya değerdi.

    Ramazan ayında olduğumuz için iftar saatini beklemeye koyulduk. Yemeklerimizi bitirdikten sonra çayı ofisin bahçesinde içiyorduk.

    Salih Bey, Melda Hanım ve Leyla da çıkıyordu. Onları takiben diğerleri de. Ben de ofise tek başıma ne yapacaktım ki? Pencereden aşağıya onlara baktım. O da oradaydı. Hala gitmemişti. Ben de aşağıya indim. Sohbete müdahil olmasam da onlara eşlik ettim.

    Ben Taha'ya odaklanmış olduğumdan olsa gerek ne konuştuklarını pek anımsamıyorum. Çaylar bitince dağılmaya başladı,deminki koyu sohbete dalmış arkadaş topluluğu o da gidiyordu. Sanırım sohbetin konusu ile alakalı olsa gerek bir iki arkadaşı ile vedalaşırken bana "Dua eder misin?" diye talepte bulundu.

    Sonra hiç beklenmedik, şaşırtıcı bir şekilde bana dönüp işaret parmağını doğrultarak "Bana dua eder misin?" diye bir çıkış yaptı. Bu benimle konuştuğu ilk cümleleriydi. "İsmim Taha" dedi. Benim adımı sordu. "Şule" dedim. Artık birbirimizin isimlerini de biliyorduk. Hiç ummadığım bir anda hem bana olan ilgisinden emin olmuş hem de konuşmuştuk. Benden bir de istekte bile bulunmuştu. Çok hızlı bir ilerlemeydi bu. 


    Derken hafta sonu gelip çattı. Pazar günü spor bir eşofman üstünde, beyaz vücut hatlarını belli eden bir tişörtle çıktı geldi. Çok özenerek giyindiği belliydi. Bir daha görür müyüm diye bir endişem kalmamıştı. Pazar günü eğitim semineri bitmiş, ekipçe hep beraber dışarıda çay içmeye gidecektik. Taha sürekli Melda Hanım ile Salih Bey'e konuştukları konular hakkında muhalif tavırlar takınıyor, fazla denilebilecek derecede konuşuyordu. Ben de birkaç kere müdahil oldum konulara. Fakat Taha Bey diye hitap ederek sempatik tavırları ile beni kendine hayran bırakmıştı. Kadınlar kendilerini güldüren erkeklerden hoşlanmazlar, hoşlandıkları erkeklere gülerler gerçeği bende bulmuştu kendini.  

    Bir sonraki pazar günü Taha özenerek giyinmiş yine ofisteydi. Ben telefon ile konuşmak üzere ofisin dışına çıkınca o da benim yalnız kalmamı bekliyormuş ki arkamdan geldi. Görüşmem bitince her zamanki oturup çay içilen yere oturdum. Oda gelip sağıma, aramızda iki metre kadar mesafe bana:

    Şule sana özel bir şey soracağım.

    Sor.

    Konuştuğun kimse var mı?

    Sorusu beni utandırmıştı. Bir an için cevap bulama telaşına girdim. Ne diyeceğime karar vermek çok güçtü. Konuşmakta, cümle kurmakta zorlandım. Şimdi ne demeliydim? Bu kadar çabuk gelişeceğini beklemiyordum ve buna zihinsel olarak hiç hazır değildim. Bir an oradan nasıl kaçarım diye geçti aklımdan. Ofisin kapısında seminere gelen bir genç öylece duruyor, göz ucuyla bize bakıyordu. Taha elindeki bardak suyu açarak hepsini bir dikişte içti. Anlaşılan onun için de hiç kolay değildi.

    Sessizliği Taha bozdu. Benim konuşmadığını görünce:

    Çok mu özel oldu. 

    Çok değil, çok çok özel oldu.

    Şunun için soruyorum. Parmağında yüzük yok. Eğer çıktığın veya konuştuğun biri yoksa ben sana ilgi duyuyorum. Bunun ileride bir karşılığı olur mu?

    Diyerek derin bir nefes aldı. İçindekini dışarıya atmış, rahatlamıştı. Artık yapması gereken beklemekti.

    Yarım ağız, kem küm ederek en sonunda olmaz anlamına gelebilecek muğlak ifadeler ile asıl cevabı vermekten kaçındım.

    Hafta içi sanki yok olmuştu. Pazar günü yine ofiste bu sefer bitkindi. Neyin var diye soruma cevaben:

    Taş düşürüyorum. Geceyi hastanenin acil servisinde geçirdim.

    Uykusuz ve yorgun. Neden gidip uyumamıştı? Benimle konuşma olanağı bulamadan hep birlikte çıkmıştık. Oda oradan eve. Birkaç saat sonra eve varır varmaz olmuş olmalı ki bana sosyal medya hesabından:

    Sana ilgi duyuyorum. Bunun ileride bir karşılığı olabilir mi? Mesajı aldım. Üsteliyordu. İlla net bir cevap istiyordu.

    Sana bunun cevabını verdiğimi sanmıştım. 

    Ben net bir cevap almadım.

    Başkası var yani olmaz.

    Artık almıştı net cevabı. Tepkisini merak ettim. Beni o zorlamıştı buna aldı işte cevabı diye düşünürken rahat değildim. Hemen cevap yazmak yerine beklemeyi tercih etti. Ben Asya yakasında, o Avrupa yakasında bilgisayarın başında onu görür gibiydim. Anlaşılan ne yazacağına karar veremiyordu.

    Peki hoşçakal.

    Diye geldi. Benim de merakla beklediğim cevap. Hemen kabullenmişti.

    Şimdi ben ne yapmıştım? Doğru muydu yaptığım? Şimdi ne olacaktı? Bir de yalan konuşmuştum. Hiç kimse de yoktu tabii. Ve artık sessizlik. Ne bir arama, ne sorma, ne mesaj. Aradan birkaç hafta geçmiş, artık ofise uğramaz olmuştu. 




    Sürrealist bir kişilik, uslanmaz bir spiritüeldi.

    Uzayda vasıtasız seyahat etme arzusu taşıyordu, uzun zamandır.

    Sahip olduğu imkanlarla bunun mümkün olmadığını da biliyordu.

    Fakat vazgeçmek ona göre değildi.

    Neyse ki imdadına, aşık olduğu kadının gözleri yetişiyordu. 

    Fezada vasıtasız seyahatin tesellisi gözler.





    Ofis çalışanları olarak hep birlikte tatile gitmeye karar verdik. Çanakkale Küçükkuyu gideceğimiz yer, aylardan eylülün ilk haftası. Listeye baktım, Taha'nın ismi de vardı. O da geliyordu demek ki. Oturma düzeninde iki koltuk önümde.

    Elinde tatil çantası ile çıkageldi, ben ofisin kapısında onunla karşılaştım. Selam verip yukarı çıktı. Otobüsün kalkış saatine göre daha burada geçireceğimiz iki saatimiz vardı. Fakat bana ilgisizdi. 


    Kadın yuvarlak, yumuşak ve sıcak; erkek ise köşeli, soğuk ve sert idi. Bu iki zıt kutuplar birbirini çekiyordu. Bizim birbirimize olan duygusal yakınlığımızı da buna ilave olunca, tatil boyunca Taha neredeyse bir şekilde kendimi ona yakın bir yerde veya yanında otururken buluyordum. Taha mesafeyi hep koruyordu. Çok ilkeli bir tutumu vardı. Urfalı olduğunu öğrenmiştim. Ben ise Karadenizliydim. Hiçbir fikrim yoktu Kürtler hakkında. Ne negatif, ne pozitif. Bu konuda nötrdüm. Kürtlerin mert ve inançlı insanlar olduğunu duyardım. İlk defa onlardan biriyle yakınlaşmıştım. Hep mesafeli, saygılı, seviyeli. Bana veya başka bir kadına karşı tutumunda ne imalı, ayartıcı bir bakış ne de bir söz vardı.

    Evet, zaten olması gereken buydu. Bir erkeğin kendi annesi veya kız kardeşine karşı diğer erkeklerin takınmasını istemediği hiçbir tutum ve davranışı başkalarının karısına veya kızına karşı sergilemesi zaten ne etik ilkelere ne de ahlakla izah edilebilirdi.

    Bir gece saat yirmiüç suları beraber biraz yürümek istedik. Otelin bahçesinde herkes bir yerlerde kümelenmiş. Kimi sohbet ediyor, kimi eğleniyor, kimi yerlerden kahkaha sesleri. Biz de yalnız kalma güdüsüyle bahçe boyunca yürüdük. Anlaşılan yalnız kalmak o kadar kolay olmayacaktı. Hemfikirdik yalnız kalmak konusunda. Bu konuda ikimizden biri hiçbir şey ifade etmemiş olmasına rağmen. 

    Simbiyotik bir çift çıkardı bizden. Yalnız kalma konusunda o kadar ısrarcı idik ki bu arayış bizi otelin bahçesinden dışarıya kadar çıkarmıştı. Evet, burası oldukça sessizdi. Otelden epey uzaklaşmış, rıhtıma kadar gelmiştik. Deniz sakin ve dalgasızdı. Gökyüzünde dolunay, denizde yakamoz. Ayaklarımızı rıhtımdan sarkıtarak yan yana oturduk. Genelde susmayı tercih ettik.

    Sanki bizim duygularımıza uymak için doğanın özel bir çabası vardı. Bana romantik ideal bir ambiyans sorulsa muhtemelen dalgasız denizde ayın sudaki parıltıları olan yakamoza eşlik eden gırgır böceklerinin sesinden başka desibelin olmadığı bir ortam derdim. Olan tam da buydu. Yanımda bıraksalar içine düşeceğim kadar ilgi duyduğum adamla.

    Bir ara yanımıza  Naz abla geldi. Bizi beraber görünce fazla kalmadan "yakamoz ne kadar da güzel" yorumu ile gitmesi bir oldu. Sanırım bizi baş başa bırakmak istedi. Taha'ya "bu geceyi hiç unutmayacağım" dedim. Tepkisiz kalmayı tercih etti.


    İlkeli davranmak ile ilgili yoğun bir çabası vardı Taha'nın. Fakat buna takat getiremiyordu. Bir yerden fire veriyordu. Şule ona "başkası var" demişti. Taha'nın gönlü Şule'ye akmış, ayakları ona yürümüştü. Şule de aynı hissiyat içindeydi veya nevrotik bir sorun yaşıyor olmalıydı. Hem "başkası var" diye Taha'yı geri çevirmişti. Şimdi ise grup içinde o kadar insan olmasına rağmen zamanının büyük bir bölümünü Taha ile geçiriyordu. Taha ise halinden hiç şikayetçi olmamasına rağmen bunu nereye konumlandıracağını bilmiyordu. Başkası varsa neden onunla sürekli vakit geçiriyordu?


    Bir hafta çarçabuk geçmişti. Son gün Behramkale'ye, oradan Saros Körfezi'ne gittik. Taha ile ben gene yan yana. Minibüste,kaleyi gezerken, fotoğraf çekimlerinde bu sefer sadece ikimiz. Arkamızda Kazdağları manzarası veya deniz. Köyde gezerken ona bir şey beğen, sana hediye alayım dedim.

    "Şu küçücük anahtarlık bir dünya para. Fiyatlar yüksek."

    Alınmıştım. Hediyemi geri çevirmişti. Anlaşılan başkası var demek hataydı. Bana ilgisi belliydi. Fakat mesafeyi koruyordu. Bundan ödün vermiyordu.


    İstanbul'da yine hafta sonu gelip çattı. Taha ofiste benimle iletişim kuruyor, fakat ilgi duyduğu kadına değilde, herhangi biri ile iletişim kurar gibi.

    Bu durumu nasıl düzelteceğim diye kıvranırken, Naz abla beni bir kenara çekip "Taha'ya karşı bir şey hissediyor musun? Birbirinize çok yakışıyorsunuz." dedi.

    Taha'nın çok mert bir karakteri var. Diplomaymış, statüymüş, meslek imiş hepsi fasa fiso. Taha’dan çok iyi bir eş olur. Yüreği çok güzel bir adam o. Az önce Taha ile konuştum, sana ilgisi olduğunu söyledi. Bunu sana da söylemiş. "Sana ilgi duyuyorum, bunun bir karşılığı olabilir mi?" diye. Sen de başkası var demişsin, var mı biri? Ne diyorsun Taha'ya?

    Hayır, abla kimse yok. Çok çabuk gelişti her şey, aniden beklemediğim bir anda söyleyince ben de başımdan savmak için öyle söyledim. Aslında kimse yok ve ben de ona karşı boş değilim. Senin söylediklerine katılıyorum. Taha mükemmel bir eş olur. Ben de aynı kanıdayım."

    Naz ablanın gözündeki parıltıyı anımsıyorum. Evet, değer verdiği iki genci evlendirmek için ön ayak olma ihtimali onu epeyce heyecanlandırmıştı. Naz abla benden daha heyecanlı ve sevinçliydi. Neler oluyordu? Neydi daha birkaç hafta önce  tanımadığım Taha denilen adamı bu kadar değerli yapan şey?


    Daha onu çok fazla tanıma olanağı yakalayamamıştım, fakat onun ile evlilik temalı buluşup konuşmayı kabul etmiştim. Her şey inanılmaz bir hızla ilerliyordu. Bu gidişle hedeflenen evlilik birkaç ay sürmeyecekti.

    Birkaç gün kafamın içindeki uğultu ile boğuşarak, sık sık içsel diyalog halinde geçti. Hafta sonunu bu ruh haliyle beklemek güç bir vaziyet almıştı. Sanki hafta sonuna yıllar vardı. Taha'yı aramalı, hafta içi buluşup konuşmalıyım.

    Peki, işinden bana zaman ayırabilecek miydi? Olsundu. Eğer değer veriyorsa bir yolunu bulmalı, gelmeliydi. Ve işte arıyorum.

    Merhaba Taha, nasılsın?

    Sağol, sen nasılsın Şule?

    Aslında çok iyi değilim. Konuşsak iyi olacak.

    Tamam, seni dinliyorum.

    Telefonda olmaz. Yüz yüze konuşalım.

    Tamam, hafta sonu buluşuruz.

    Hayır, pazar gününü bekleyemem.

    Ben hafta içi çalışıyorum.

    Sen nereye istersen gelirim. İlla Üsküdar'a gelmene gerek yok.

    Peki o zaman ortak bir noktada buluşalım. Sultanahmet'e ne dersin? Saat onaltı olur mu?

    Tamam, bana uyar. Seni mahvedeceğim. Kaç gündür toparlayamıyorum. Kafamın acısını çıkaracağım senden." Diye biraz şaka yollu gözdağı vermeyi ihmal etmedim.

    Bana sen göster günümü Şule. Razıyım ben. İstersen evde boks eldiveni var. Getiririm, taktik bile verebilirim sana." oldu cevabı.

    Evet, adamın oldukça iyi sayılabilecek bir mizah anlayışı da vardı. Çok iyi espri yapıyordu. Beni güldürmeyi başarmıştı yine.

    Halbuki aramadan önce bir hayli gerilimli bir ruh halim vardı. Yüksek gerilimden kaynaklanan uğultu yerini kısacık süren telefon görüşmesi ile umutlu bir sükunete bırakmıştı.


    Vakit yaklaşmış, ben de hazırlanmaya başlamıştım. Ne giymem gerektiğine zar zor da olsa karar verdim. Uzun bir etek üstüne beyaz bluz, onun üstüne kahverengi deri mont, başıma da en iyisi mor eşarplarımdan biri. Ve işte oldu! Çok güzel görünüyordum. Aynada kendimi dikkatlice inceledim. Artık yola koyulmalıydım. Vakit gelmişti. Ufak ufak gitmeliydim.

    Odamda daha fazla kalamazdım. Biraz erken de olsa açıkhava bana iyi gelecekti. En iyisi otobüs ile Üsküdar rıhtımına, oradan da vapur ile Sirkeciye gitmekti. 

    Açık hava, özellikle deniz havası bana iyi gelmişti. Vapurda aldığım simidi martılara lokma lokma ikram ettim. Vapura eşlik eden martılar, atılan her lokma simidi havada kapmada ustalaşmıştı. Simit bitmiş, vapur da Sirkeciye varmıştı. 

    Ayasofya’yı karşıma alıp sessizce izlemeye koyuldum. Telefon çaldı. Arayan Taha’ydı.

    “Efendim.”

    “Merhaba Şule, ben geldim. Neredesin?”

    “Meydanda yerimi tarif edeyim mi?”

    “Hayır gerek yok, ben seni bulurum.”

    “Tamam, bul bakalım o zaman.”

    Ve işte oradaydı. Beni görmek için sağa sola bakıyordu. Benim bulunduğum tarafa en son bakacakmış gibi bir seyir izliyordu. Beni bulma stratejisi.

    Buna son vererek seslendim: “Taha!”

    Dönüp bana bakması, bana doğru gelirken içten gülümseyişi, bir dünya starı gibi hissetmeme sebep oldu. Gözleri sevinçle parlıyordu, gözünün içi gülüyordu.

    “Şule, şurada Akbıyık caddesinde arkadaşımın kafesi var. Oraya gidelim mi?”

    “Ben buralarda nereye gidilir pek bilmem. Gezmeye geliyorum ama mekanlar hakkında hiçbir fikrim yok. Sen daha iyi bilirsin.”

    “Tamam, hadi gidelim.”

    Cafeden içeri girince gitti, bir adamla tokalaştı, bir kadına selam verdi. Bana dönerek: “Şule, Turgay abi, Dilek abla,” diye beni onlar ile tanıştırdı. Oldukça keyiflenmişlerdi. Bizim burada olmamız neşelerine neşe katmıştı.

    Mekanın dekorasyonu çok güzeldi. Burayı dizayn eden kişi her kim ise sanattan nasibini fazlasıyla almıştı. Döşemelerden masalara, minderlerden duvarın dokusuna, tablolara varana kadar her şey birbiriyle uyumluydu. Benim buluştuğum adama uygunluğum gibi.




    İSTANBUL 2033 

    Aslında birey olarak coğrafyanın dayattığından başka bir şey değildi insan. İçinde bulunduğu coğrafyanın gerçeklerinin dışına çıkmak pek mümkün olmuyordu. Hatta kimi zaman imkansızdı.

    Kişinin hayatında değişmesini istediği bir takım şeyler varsa, yapması gereken onu sınırlayan coğrafyanın dışına çıkarak başka sınırları olan ufuklara yelken açmak olmalıydı. Fakat bununla bütün sorunlara çözüm üretmiş olunmuyordu. Yeni coğrafyanın da birtakım sınırları ve gerçekleri vardı.

    İbn Haldun'un nisbet edilenler "Coğrafya kaderdir" tespiti beni çok etkilemişti.

    Yaratıcının sanatına hayrandım. Bir sanatsever olarak Plato ile aynı fikirde olmak bana özgüven artışı olarak geri dönüyordu. Platon'un deyimiyle,

    Sanat zaten var olan nesnelerin basit birer taklidinden ibaretti.

    Şari'nin "Biz insanı en güzel biçimde yarattık" hitabı bana şu realiteyi hatırlatıyordu. Bilim kurgu, fantastik dizi ve sinema filmlerinde insanın alternatifi olarak ortaya kayda değer hiçbir canlı türü konulamıyordu. Abuk subuk tiplemeleri uzaylı veya başka bir canlı türevi olarak kurgulayabiliyorlardı. Seküler dünya görüşünün temsilcisi olan, dünyayı sinemanın insan üzerindeki etkisini kullanarak hedefledikleri totaliter demokrasi kavramının temsilcileri, gördükleri düşü gerçeğe dönüştürmek için çabalarken farkında olmasalar da Şari'nin hitabını da tasdiklemiş oluyorlardı. İnsandan daha cazibeli bir canlı türü tasavvur bile edemiyorlardı. Edebilseler mutlaka başarı olarak sunar, ortaya koydukları kurgu üzerinden işlemesi en elverişli temaya dönüştürürlerdi. Her fırsatta döner döner aynı temanın başka bir türevi ile toplumları kendi seküler dünya görüşlerine çekmek için kullanmaktan geri kalmazlardı. Onlar açısından gelinen nokta dramatikti. Onca yıl uğraş, çaba, yap, et, para harca; fakat Şari'nin "Biz insanı en güzel şekilde yarattık" dediği insan denilen yaratılmışa alternatif veya daha güzel bir varlığı sanalda olsa bir görselini ortaya koyamamak, yenilginin, beyhude çabanın, temelsiz bir uğraşın ilanından başka bir şey değildi. Okuyup düşünmesini bilene...

    Aklını kullanmayanlara zaten diyecek bir şey yoktu. Onlar için pek bir şey fark etmiyordu.

    İnsanın alternatif olan bir canlı vücuda getirmek şöyle dursun, zihninde canlandırsın bakalım daha güzelini hayal dahi olsa, ruhsuz, sadece şekil olarak ortaya koyabilsin? Ne mümkün, bunu Hollywood elindeki finansal güce rağmen başaramamış iken...

    İnsanın coğrafyası değişince, onu çevreleyen coğrafyanın sınırları da değişmiş oluyordu.

    Ben de bunu geçmişte yaşadığım dönem ve şimdi, 17 yıl sonrasında burada tek başıma yaşadığım şu dönem olmak üzere iki biçimde yaşayarak görüyordum. 17 yıl önce yaşadığım kendi zamanım ile ilgili hiçbir derdim, tasam kalmamıştı. Artık yeni zamanda yeni dertlerim vardı. Coğrafya gerçekten de kaderdi...

    Beni çevreleyen, şekil değiştirerek varlığını sürdüren coğrafyanın kuralları ve insan üzerindeki etkisini kavramak kazanımlarımdan biriydi.

    Yaşadığım dönemde geleceğe iyi bir atılım yapılamayacağı belliydi. 2015 Türkiye'si, patent başvuru sıralamasında 25. idi.  Çin'in çok hızlı gelişeceğinin göstergesi, patent alanında yapmış olduğu ataktan net biçimde gözüküyordu.

    İleride süper emperyal bir güç olarak Çin'i görmek beni hiç şaşırtmayacaktı ve 2033'te tam da buna tanık oluyordum. Peki dönemin Türkiye'sinde neler oluyordu? İnovasyon kültürü yok denilecek kadar azdı. Hatta inovasyon kelimesinin muhtevasından bile haberdar olmayan oldukça yüksek sayılabilecek bir halk kitlesi vardı. Bu coğrafyanın insanı potansiyeline direnmenin faturasını pahalıya ödemişti. Bu duruma, 17 yıl sonra aynı coğrafyada nefes alan biri olarak  tanık oluyordum.



    Taha'nın hedefleri, ilerideki bir serap gibiydi. Üstüne gittikçe kayboluyor, daha ileride beliriyordu. Bir ara, "Bu iş olmayacak" diyerek vazgeçmiş, aylak aylak işe gidip gelmişti sadece.

    Aylak aylak takılırken şu gerçeği fark etti: Bilinç düzeyi sürekli bir yükseliş içindeydi. Daha önceki denemeler sonrakiler ile aynı görünmesine rağmen, sonrakilerden daha farklıydı.

    Farkındalık arttıysa, şimdiki girişimler eskileriyle aynı olamazdı. Bu nedenle hedeflerine geri döndü. Vazgeçmek ona göre değildi. Aylak aylak dolaşmanın bile Taha'nın hayatına katkısı söz konusuydu.

    Dikkatli bir gözlem yapabilirse, her andan ders alınması olasıydı. Yeryüzü küresinde vuku bulan her şey mesaj yüklüydü. Mesele, kişinin idrak ederek alabilmesindeydi. Ancak o zaman tekamülün parametreleri arasındaki yerini alıyordu. 



    İSTANBUL 2015 

    Ülkede inovasyon kültürünün olmayışının en büyük nedeninin, Osmanlı sonrası yaşanan gelişmeler olduğunu düşünüyordum. Genç cumhuriyet ile yeni bir başlangıç umanlar, işe koyularak uğraş vermişlerdi. Eski kadrolardan, entelektüel, burjuva, din adamı, alim ne kadar yetişmiş, yetkin veya değil mevcut varsa tümü bertaraf edilmişti.

    Ülkenin batı tarzı bir burjuvaya ihtiyacı vardı. Devlet ihaleleri ile kamu kaynaklarından beslenenler ülke burjuvazisini meydana getirmiş, böylelikle burjuva sorunu da ortadan kalkmıştı. 


    Gelişmiş batıya şekil olarak benzemeleri sorunu çözümü için yeterli değildi. Üretken olmak başka bir şey, modern bir yaşam tarzı sürmek başka bir şeydi. Modern olmak üretken bir ekonomin sonucuydu, sebebi değil.


    Kolay para kazanan ayrıcalıklı aile ve gruplar, devlet ihaleleri veya kamu harcamalarından faydalanarak zenginleşmiş, dünyadaki gelişimin ana dinamiği olan inovasyon kültüründen ülkeyi mahrum bırakmışlardı.

    Yıllar yılı bu böyle devam etmişti, taki bıçak kemiğe dayanana kadar. Bir ülkenin ekonomik olarak geleceğini şekillendiren organizasyonlar, yeniliğe ne kadar açık ise, dünya gerçeklerine vakıf olmaları ile doğru orantılı olarak ekonominin lokomotifi görevi üstlenirlerdi. Peşlerine de bir sürü vagon takılırdı. Fakat bu seçkin ayrıcalıklı işadamı tipolojisi sanki kamuya ait taşıma su ile değirmen çevirmeye benziyordu. Sanayisi montajdan öteye geçememişti. 

    Dünya ekonomisi 4.0'a geçerken bizim halen sorunun kaynağını bile tespit edememiş olmamız sadece bugünün sorunu değildi, çok eskiye dayanıyordu.

    Yeryüzü coğrafyası inanılmaz gelişmelere gebeydi. Bir öngörüde 2020'lerde 8 milyar olması beklenen dünya nüfusuna 30 milyar akıllı araç ve gerecin dahil olacağı tahmin ediliyordu. 30 milyar akıllı araç ve gereçten kaç tanesi Türkiye coğrafyasından çıkacaktı? İşte ülkenin kaderi, gelişip gelişmeyeceği bu kritik sorunun cevabında gizliydi.

    8 milyar insan, 30 milyar akıllı yenilik, bölü kişi başına düşen yenilik üretim sayısı 3,75. Çarpı Türkiye'nin nüfusunu 80 milyon olarak kabul edersek, çarpı 3,75 eşittir 300 milyon akıllı yenilik ederdi. Türkiye'nin payına düşen rakam buydu. Hedef olarak kendisine koyduğu gelişmişlik düzeyine ulaşıp ulaşamayacağı, bu matematik hesabına ne kadar uyuyacağı ile doğru orantılıydı.

    Eğer bu görmezlikten gelinirse, Kemalizm kadrolarının uygulamalarının muhafazakar versiyonunu yaşamaktan öteye gitmez. Ülke vasatı yaşamaya devam ederdi. Değişen olarak öne çıkan sadece dünün kötü adamlarına bugün methiyeler düzmek olarak kalırdı. Retorikle bir yere varılamazdı. Geçmiş ile övünerek gelişilmiyordu.

    Nasıl ki yağmur taşıyan bulut ise, bulutsuz yağmurun yağma ihtimali akla mugayir bir şeyse, okuması olmayan birey veya toplumdan da yenilikçi, inovatif fikirler beklenemezdi. Fakat bunu anlamak için bile okumalar yapmak gerekiyordu. Okunmadan bu gerçeği bile anlamak mümkün değildi.

    Şiraz'lı Sadi'nin deyimi tam da bunu ifade ediyor:

    Sormaz ki bilsin.

    Sorsa bilirdi.

    Bilmez ki sorsun.

    Bilse sorardı.

    Özet olarak Şiraz'lı Sadi bunu asırlar önce söylemişti. Fakat toplum köklere dair değerlere karşı bir önyargısı vardı. Bir gerçeğin ciddiye alınması için illa bunu bir Batılı söylemiş olmalıydı. Şekilci seküler batıcı kafalar böyle düşünüyordu. Muhafazakarın yaklaşımı ise tam bir faciaydı.

    Siyasal İslamcı, dinci, milliyetçi ve muhafazakar grupların ABD, İsrail ve Batı antipatisi vardı. Fakat 8,5 milyonluk İsrail, 80 milyona dayanan nüfusu ile Türkiye'yi patent başvurusunda dünya sıralamasında geride bırakmıştı. Yaklaşık olarak Türkiye'nin ortalamasından 9 kat daha fazla üretken olmuştu. 

    Şari'nin

    Hiç düşünmez misiniz?

    Ne kadar az düşünüyorsunuz?

    Oku.

    Hitabına muhatap olanlar Müslümanlardı.

    Bu ülke insanının temel özellikleri aynıydı. Kemalist, seküler, dinci, muhafazakar, sosyalist, ulusalcı ve ırkçılar farklı temelde birbirinin kopyası olan kişilik özellikleri sergiliyordu. İnandıkları değer yargıları farklı olsa da, iş dönüp dolaşıp sıra eyleme geldiğinde hiçbiri vasatı aşamıyordu. Hepsinin ortak özelliği ataletdi. Bedel ödemekten çekiniyorlardı. Düşünmenin ürkütücü sonuçlarına katlanmaktan kaçar gibi bir halleri vardı.

    Sonunda iş başa düşecek ve konforlarından fedakarlık yapmaları gerekecekti. Ve kimse buna gönüllü değildi. Zira kolay da değildi. Kendilerine ördükleri, onları sınırlayan bildikleri sularda yüzmekten keyif alıyorlardı. Oranın dışına çıkarak riski göze almak istemiyorlardı.

    Akşam olunca herkes kendi bencil dünyasına çekilir. Söylemler asla eyleme dönüşmez. Retoriğin cazibesi akşam karanlığının basmasıyla kaybolurdu. Sanki güneş ile birlikte bir sonraki gün doğmak için batar ve tekrar doğardı.

    İnsanlar kendilerini tekrarlamaktan usanmıyordu. Bu kısır döngü sanki ölüm ile sona erecek olan yeryüzü serüveninin son saniyesine kadar devam edecekti. Akşam karanlığı basınca herkes yaşayamadığı fakat özlemini çektiği, kendilerinin özlemlerini gerçeğe dönüştürmüş kişileri izlemek için ekran karşısındaki yerlerini alıyordu.

    Benim gözümde hayata bakışı, dünya görüşü ne olursa olsun bu toprakların insanı temelde aynı şeyi yapmaktaydı. Herkes kendisine hoş gelen yönüyle vasatı yaşıyordu. Bu da benim herhangi bir tarafa meyletmemi engelliyordu. Kendimi hiçbir gruba veya sınıfa dahil etmeme nedenim, vasatın konforuna mahkum olmak istemiyor olmamdan ileri geliyordu. Bana aksiyon lazımdı. Ve onu nerede bulursam o tarafa doğru meyil edecektim. İnanç dünyamı bundan ayrı tutarak. Ayrıca hemen hemen her şeyi bilmeliydim. Olabildiğince bütün düşünce ve ekollerden nasiplenmeli, kendime ait özgün bir düşünüş biçimim olsun istiyordum.




    İSTANBUL 1999

    Ekrem, Trabzonlu olmasına rağmen İstanbul'da çocukluğu ve ilk gençlik yıllarını geçirmişti. Amcasının tekstil firmasında evrak takip işleri ile ihracattan sorumlu personel olarak çalışmaktaydı. Kazandığı kendi maaşına ilaveten gümrükte dönen gayri resmi paradan aldığı, oransal olarak kendi aylığının birkaç katı olarak cebine giren paranın bolluğundan olsa gerek hayata daha çok eğlence ve alkol penceresinden bakıyordu.

    Gelecekle ilgili paraya kolay ulaşımı nedeniyle "bu böyle geliyorsa böyle devam edecektir" ön kabulünden dolayı Eyüp Sultan'da kendisine ait dairesi olmasına rağmen gece hayatına olan tutkusu nedeniyle eğlence mekanlarına yakınlığı sebebiyle Beşiktaş'ta ev alma girişimi bile olmadan kirada yaşayacak kadar rahat, kaygı, plan ve endişeden uzak hayatın akışına kendini bırakmış bir kişilikti.


    Aha bizim sarhoş gene geldi. Tabii bizim gibi değil, saat 11'de fabrikaya geliyor beyefendi. Ben 8'de işbaşı yapmazsam kapı önüne konulurum. Bana çatmasa bari. Hiç halim yok, keyfim de yok. En iyisi onu görmezlikten gelmek diye düşündü Feridun. "İşe kendimi kaptırmış gibi yaparak göz göze gelmeden geçip bitmesini bekleyeyim. Yoksa gelir zaten sorumsuzun teki, çenesi ile kafamı ütüler.

    Ne haber hayattan bıkmış gibi bir halin var biraz canlan oğlum. Bu ne lan Karadeniz'de gemilerin mi battı yoksa dünyayı sen mi kurtaracaksın?" diyerek laf atmadan geçmedi Ekrem.

    Hoş geldiniz paşam. İşe gelmeseydim biraz sonra öğle yemeğine çıkacağız. Sen işe yeni geliyorsun, kesin kahvaltıda yapmamışsındır.

    Yok, yapmadım. Yemekhaneye gidip yapacağım birkaç poğaça aldım. Gel, beraber gidelim.

    Feridun, işi bırakıp gidebilir miyim hiç?

    Ekrem, başına buyruk yaşardı. Öbürlerini de öyle sanıyordu.

    Oğlum, sen beni kendinle karıştırma. İşi bırakıp nasıl geleyim? Sana afiyet olsun.

    Ne var, gel gidelim işte. Biraz lak lak ederiz. Akşam gece kulübünde içkiyi fazla kaçırmışım. Başım ağrıyor biraz.

    Feridun, işi boş veremezdi. Bakmakla yükümlü olduğu omuzlarına çöken ağır sorumlulukları vardı. Gitmek ile kalmak arasında kararsız duraklarken, koluna girerek yürüdüğü yemekhaneye doğru sürükledi onu Ekrem.

    Ya sen ne içtin? Ağzın hâlâ alkol kokuyor. 

    Ne var oğlum? Bir daha mı geleceğiz dünyaya? Ne demişler, "hızlı yaşa, genç öl."

    Cümlesi ağzından çıkarken, Ekrem'in ölmeyi bayılmak sanıyor diye geçirdi içinden Feridun.

    Ekrem, içkili araba kullanıyorsun. İşe onbirde geliyorsun. Amcan şu durumu öğrenir öğrenmez seni paylar demedi deme.

    İkazını yaparken aslında hiç de Ekrem'i umursadığı yoktu. Bir şeyler konuşmuş olmak için dudaklarından dökülmüştü bu cümle. İçten içe Ekrem'in sahip olduğu olanakları kıskanıyordu.

    Feridun, sen salaksın oğlum. Nereden öğrenecek? Gümrükte işleri tıkır tıkır. Her şey yolunda. Biz de yolumuzu buluyoruz. Amcamın da işleri aksamadan yapılıyor. Beni paylayacak bir neden yok ortada.

    Sen onu bunu bırak da akşam gel beraber takılalım. Ortaköy'de şu meşhur gece kulübüne gidelim. Şampanya patlatırız.

    Derken gerinmeyi ihmal etmedi. Vücut dili ile birlikte kibirlenmek Ekrem'in normal davranışı sayılırdı.

    Lan orada bir şişe şampanya benim aylık kazancıma denktir. Ben gelemem. Derken aslında biraz daha ısrar et, geleceğim demekteydi Feridun. Belli olduğunu anlamasa da ses tonu ve vücut dili onun gerçek niyetini belli ediyordu.

    Ya senden para isteyen mi oldu? Hesaplar benden. Çamura yatma.

    Yavşağın açlıktan nefesi kokuyor. Bu insanlar hiç mi eğlenmiyor? Aslında ben de pek meraklısı değilim şu adamların. Fakat tek başına da eğlenemiyor ki insan. Şimdi benim aklımdan onunla ilgili bunların geçtiğini bilse kim bilir ne derdi? Ama önemi yok çünkü hiçbir zaman bilmeyecek. Diye düşündü Ekrem.

    Feridun, ne diyorsun oğlum? Yarın pazar, tatil. İş yok. Ne yapacaksın? Gece eğleniriz, gündüz de yatarsın. Fena mı? Yanımıza Bekir'i alıp üçümüz beraber takılalım. Ortaköy bayar ise oradan da Taksim'e geçeriz. Altımızda araba var. Bu arabayı boşuna mı aldık? Daha 10.000 kilometreye gelmedi. Gezelim biraz kilometre yapalım. Bir üst modeli çıkınca hemen onu alacağım. Satınca arabaya bindim diyebileyim. Diye bitirince cümleyi o bildik kibirli tavrını gene takınmıştı.

    Ulan herife bak. O nasıl keyif çatarım diye hesap yapıyor. Ben ise ay başını nasıl çıkarırım diye. Gitsem beni evden alır. Eve bırakır. Hiç para harcamayacağıma göre gidip görelim Ortaköy'deki şu ünlü gece kulübünü. Diye düşündü Feridun.

    Tamam Ekrem, saat yirmi ikide alırsın beni. Orada da Bekir'e geçer, onu alırız. Hep beraber gideriz.

    Tamam. Sen Bekir ile konuş. Ben şimdi şu poğaçaları ile kahvaltı yapıp gümrükte işim var der giderim. Saat yirmi ikide alırım seni. Diyerek girişinde bulunduğu mutfağa adım attı.


    Afiyet olsun. Acıkmış gibi yiyorsun. Dedi tek başına masada öğle yemeği yiyen Bekir'e.

    Sağol. Acıktım tabii. Sen acıkmadın mı Feridun?

    Ekrem geldi bir saat önce. Bu gece beraber Ortaköy'deki gece kulübüne gidelim diyor. Seni de söyledi. Gel beraber gidelim.

    Ya geçende beraber gittik. Lavuk içip direksiyona geçiyor. Araba kullanmaya kalkıyor. Başımıza bir iş gelmesinden korkuyorum.

    Bekir, bizim sarhoşu ben hiç su içerken görmedim ki. O hep içer. Alışıktır o alkollü araç kullanmaya.

    Ya Feridun, Ekrem daha toy. Dünkü çocuk. Bizden on yaş küçük. Askerlik bile yapmadı. Biraz eğreti duruyor onun ile takılmamız. Diyerek onun seviyesine inmenin kendisine yakışmadığını dile getirdi Bekir.

    Boşversene. Patronun yeğeni. Hem onunla aramızın iyi olması bizim açımızdan iyi. Kimse bize karışamaz. Bir sıkıntı olur ise Ekrem ile hallederiz. Yiyip içeriz. Hesabı da o ödüyor. Eve bırakır bizi. Evden de alacak. Ne dersin gidelim derim ben.

    Tamam. Tamam. Gidelim.

    Ulan arkadaş şu paranın yüzü ne yumuşak. Bu ağzı içki kokan Ekrem bebesinin adam muamelesi görmesini sağlıyor. Pek içime sinmiyor ama gidelim. Aramızı açmayalım Ekrem ile. Feridun haklı galiba diye geçirdi içinden Bekir. 



    Arka koltukta Bekir, ön koltuğa Feridun, sürücü koltuğunda ise Ekrem yayılmıştı. Aracın içi loş bir ışıkla aydınlatılmış, dört tekerlekli bir pavyonu andırıyordu.

    Müziğin sesinde Bekir'in "Yavaş git!" ikazı duyulmadı.

    Ekrem, "Müziği neden kıstın?" diye çıkıştı.

    Bekir, "Oğlum yavaş git, kaza yapacağız." dedi.

    Ekrem, "Ya son model araba, bir şey olmaz. Korkma, hava yastığı var." diye itiraz etti Ekrem. Ondan başka bir şey de beklemek saflık olurdu. Aklına eseni yapardı, uzlaşma denen şeyden bihaber yaşardı.

    İşte geldik, burası. İnin bakalım."

    Feridun, daha önce böyle yerlere hiç gelmediği için, "Arabayı nereye bırakacaksın Ekrem?" diye sordu.

    Ekrem, "Vale denilen bir şey var. Onlar otoparka bırakır. Haydi biz eğlenmeye bakalım." diye cevap verirken, anlamsız bir yüz ifadesi ile aslında anlamadığı şeyi onayladı Feridun.

    Feridun, "Ekrem, arabayı bıraktığın adamın tipini hiç beğenmedim. Arabaya bir şey yapmasın ya arabayla gezmeye kalkarsa." diyerek rahatsızlığını, belki de haklılığını ispatlamak için konuşmaya devam etti.

    Boş ver Feridun, ben hep valelere bırakıyorum. Hiçbir şey olmuyor. 

    Bekir, "Arabanın kilometresini kontrol ederek mi verseydik acaba?" dedi. Bir şeyler konuşmuş olmak için.

    “Ya rahat olun, araba benim. Ben endişelenmiyorum. Amma yaptınız ha. Aslında buraya erkekleri tek başına almazlar. Fakat buranın sahibi amcamın arkadaşı o yüzden biz gideceğiz. Kolay gelsin arkadaşlar." diyerek göz kırpma işareti ile içeri adım attı. O kadar çok geliyordu ki ahbap olmuştu neredeyse valeler ve kapıda duran bodyguard'lar ile. Tabi bu sıcak karşılamanın mekândan çıkarken bıraktığı bahşişler ile doğrudan bir bağlantısı vardı.

    "Ekrem Bey hoş geldiniz." diyerek karşıladı onları garson. Ekrem'in bazen tuhaf denilecek kadar ilginç arkadaşlarına alışmıştı. Bu nedenle Ekrem'in yanında giydikleri kıyafetler ile sönük kalan adamları garipsemedi.

    Ekrem, "Hoş bulduk." cevabını verirken locaya doğru yürüyordu. Daha oturmadan gerinerek kibirli bir eda ile "Şampanya patlatalım." diye ilk siparişini verdi.

    "Tamam beyefendi."

    Ekrem, "Bize eşlik etmek isteyen kadın olur ise boş yerimiz var. Gelebilirler." diyerek bitirdi cümlesini. Başı ile onaylayarak oradan ayrıldı garson.



    Feridun, "Ya çok içtik. Şampanyayı ilk defa içiyorum. Fenaymış ama." dedi. Artık sarhoş olmuştu. Gecenin son demleriydi. Artık mekan tenha olmaya başlamıştı. Kalkmanın vakti gelmişti.

    Saat dörde geliyor. Kalkalım." dedi Ekrem locada ağır ağır yerinden kalkarak. Söylediğine cevap alamayınca Bekir ile Feridun'a kaydı. Bakışları refleksleri iyice yavaşlamış, ne yaptıklarının pek farkında değillermiş gibi bir halleri vardı ikilinin. Benim kadar içkiye dayanıklı kaç kişi var ki diye sahte bir gurura kapılmaktan kendini alamadı.

    Araba geldi. "Hadi binin." derken ikilinin ayakta durmakta zorlanmasından keyif alıyordu. İçkiden hiç etkilenmedim, su gibi içtim der gibiydi.

    Ekrem'in arabayı getiren valeye verdiği bahşiş, ayakta dururken sağa sola sallanan ikilinin bir aylık mutfak masrafına denk geliyordu. Masada bıraktığı hesap ise bir aylık gelirlerine eşitti. İşin iyi tarafı ise böyle bir gecenin sonunda ceplerinden hiç para çıkmamış olmasıydı bu ikilinin. Acayip bir hayat yaşıyordu bazı insanlar.

    Ne o Bekir? İçkiyi fazla kaçırdın galiba, sessizleştin." diyerek lafa girdi Ekrem.

    Yok ya içtim tabii de öyle düşünceye daldım sadece. Yoksa kendimdeyim. diye itiraz etti. Öyle erkekliğe bok sürmek olmazdı. Kör kütük sarhoş olsa bile aksini iddia etmek gibi bir kuralın varlığından haberdardı. Sonra alaya alınmak ile yüz yüze kalırdı.

    Sizi eve bırakmadan önce, hazır yollar boşken İstanbul'da şöyle bir tur atalım. dedi Ekrem. Arabayı kullanacak hatta İstanbul'u turlayacak kadar kendinden emin saçma bir ispat girişimi ile.

    Ekrem, müziğin sesi kısık olur ise olur. Kafam ağırlaştı." dedi Feridun. Kurduğu cümle ağzında yuvarlıyordu.

    Tamam biz de kısık ses ile gezeriz. diyerek kabul etti Ekrem. Zira o da hiç etkilenmedim ayağına yatsa bile sarhoştu. Gece boyu süren yüksek sesli müziğe daha fazla katlanma takati kalmamıştı.

    Ekrem arabayla hız yapmayı alışkanlık haline getirmiş olduğundan ayağı gaz pedalından kalkmıyordu.

    Ekrem, yeter artık dönelim. dedi Feridun. Aslında aracın hangi yöne gittiğini bilmiyor, sadece tahmin yürütüyordu.

    İşkembe çorbası içmeye gidelim ne dersiniz? Hem biraz ayılırsınız. dedi Ekrem. Kendisini ayrı tutmuştu. Yenibosna'da bildiğim çok güzel bir yer var oraya gidiyoruz.

    Geçen hız denememde ibre 200 vurdu fakat biraz uğultu yaptı araba. Neden acaba? Sıfır araba bir dünya para verdim. Olmazsa servise götürürüm." diyerek gaz pedalına abandı Ekrem.




    ÇUKURUN İÇİNDE BİR OTOMOBİL 

    Kalabalık insan topluluğu meraklı bakışlarla neler olup bittiğini anlamak için birbirinin üzerine çıkarcasına telaşlı bir yarış ile çukurdaki otomobil ile içindekileri görmeye çalışıyordu.

    Fırsatını bulan herkes yorumda bulunmak, engin tecrübelerini belli etme yarışına girmiş gibiydi. Homurdanmalar birbirine karışmış, bir şeyler anlamak için dikkat kesilmek bile yetersizdi. İçlerinden biri bağırırcasına, "Bu çukuru belediye mi açtı yoksa sular idaresi mi?" yorumuna dek sürgit devam etti homurdanmalar.

    Polis amiri gelmiş, sağa sola emirler yağdırmak için sabırsızlanıyor gibi bir vücut dili vardı.

    Arkadaşlar ambulans da itfaiye de lazım. 

    Çok hızlı geliyordu, bu çukuru böyle bıraktılar işte sonuç. Araba hurdaya dönmüş acaba içindekiler ne durumda? yorumu geldi kalabalıktan.

    Abi ambulans da itfaiye de yok, adamlar onlar gelene kadar ölmez ise iyi. diyerek bitti yorumlardan başka biri.

    Uzun bir bekleyiş sonrasında, aslında bekleyiş de denemezdi buna çünkü kalabalık üstüne vazife imiş gibi çukura inerek otomobilin içindeki şahısları kurtarma telaşına düşmüştü.

    Fakat bir kutu kola tenekesinin bükülmüş haline dönmüş olan otomobili parçalamadan içindekilere ulaşmak imkânsızdı. Çukura inenler ancak yaralıları yakından görebilmiş, onun dışında hiçbir şey yapmamışlardı.

    Arkadaşlar, iki tanesi ölmüş, birinin nabzı atıyor. Hemen hastaneye gitmesi lazım, durumu çok kötü, çok zayıf atıyor nabzı, kendisinde değil. dedi otomobili parçalayan itfaiye eri.

    Yaralı hastaneye kaldırılırken İstanbul çoktan uyanmış, çalışanlar mesaiye başlamışlardı. Sabaha karşı beş sularında olan kaza ancak dört saat sonra kaldırılabilmişti.

    Ağızları leş gibi içki kokuyor, alkol almışlar, hızda yapmışlar. Tutanağı öyle tutuyorum. Çukura düşmeden önce fren izi yok, direk buraya çok süratli dalmışlar. 8/8 kusurlu sürücü. dedi raporu tutan trafik polisi.

    Ölüler için beklememiz gerekecek. Savcı gelmeden kaldıramayız. diye ilave etti diğeri. Canı sıkılmıştı, burada bekleyecek olması asabını bozmuş, sinirli bir tavır içine girmişti. Sanki ocakta yemeği varmış da mutfak alev almadan gitmesi gerekiyormuş gibiydi.

    Kaza alanı şeritle çevrili, çekici otomobili çukurdan çıkartmak için savcının gelip keşif yapmasını veya kaldırın talimatı vermesini bekliyorlardı.

    Savcı bey gelir gelmez kalkmış bilin. dedi amirine, deminki daha iyi bir işi varmış da kaza onu alıkoymuş, işinden etmiş havasına bürünen trafik polisi.

    Cesetler morga, araç yediemine, haydi kolay gelsin. diyerek ayrıldı oradan polis amiri.

    Sağolun amirim. derken savcıyı bekleyecek olan polis, emri veren oradan ayrılmak üzere aracına binmişti bile. Anlaşılan onunda yapması gereken daha mühim işleri vardı.



    Dursun çocuğu sana emanet ettik. Şu hale bak, neredeyse o da ölüyormuş.

    Dedi hastane koridorunda bekleyen Ekrem'in babası kardeşine çıkışarak.

    Kardeşi susmayı tercih etti.

    Ölen adamların çoluk çocuğu da vardır. Diye konuşmayı sürdürünce,

    Ben git iç, sarhoş ol, direksiyonun başına geç mi dedim ona? O da yetmemiş, kilometre ibresi 200'de takılı kalmış. Demek ki 200 ile gidiyordu. Eşek kadar adam, nöbet mi tutacaktım sabaha kadar neler yapıyor diye?  İşim gücüm var, benim başımı kaşıyacak vaktim yok. Gelmişsin hastanede oğlunun yediği haltın hesabını bana soruyorsun. Demek ki terbiye edememişsin. Gitmeseydin Trabzon'a, çocukların başında kalsaydın. Şimdi gelmiş hangi yüzle hesap soruyorsun? Çay bahçesinde keyif çat, sonra gel hesap sor. Yok öyle bir dünya! Ne haliniz varsa görün baba oğul. İşte sen, işte o. Diye çıkışarak hışımla ayrıldı hastaneden amcası. 


    Kaç aydır hastanede yatıyor, altı ameliyat geçirdi. İyi ki kenara köşeye bir şeyler koymuş, banka hesabında para olmasa ne yapardım? Ben evini de sattım, masrafları karşılamadı. Bankadaki para ile masraflar az bir eksik ile kafa kafaya kurtardı. İyi buna da şükür, en azından hayatta kaldı. Diğer iki adam gibi ölmedi. Hadi biz buna sahip çıktık, başında durduk. Diğer ölen iki kişinin çoluk çocuğuna sahip çıkan oldu mu acaba? Şimdi ne durumdalar? Evlerine ekmek gidiyor mu? Çocuklarına sahip çıkan kimseleri var mı? Ah oğlum ah, ne vardı bu kadar içip hız yapmak? diye üzgün hüzün içindeyken babası taburcu olmaya hazırlanıyordu Ekrem.

    Ulan kefeni yırtık ama hiçbir şeyim kalmamış. Bankada tek kuruş para yok. Evi de satmışlar. Yetmemiş bir de babam takviye yapmak zorunda kalmış. Artık dımdızlak ortada kaldım. Amcam da beni kabul etmedi. Cepte kuruş para yok.  Beraber yiyip içip gezerken eş dost çoktu. Ulan artık selam veren Allah'ın kulu yok. Ne yaptım ben? Bir daha alkole tövbe! Ben nasihatten anlamıyorum. Benim anladığım musibet oda başıma çok ağır bir şekilde geldi. Daha hayatın başındayım. Kendimi bırakırsam, hayat denilen bu korkunç menfaat üzerine kurulu dünyada ömür tüketmek çok zor olacak. Bardağın dolu tarafından bakacak olursak, insanların sahte arkadaşlık dostluk ilişkilerini deneyimlemiş oldum. Bunca kayba rağmen bu da kazanç sayılır. Askere kadar olan zamanı nasıl atlatırım? Sudan çıkmış bir balık gibiyim. Para içinde yüzerken şimdi içtiğim sigarayı nasıl alabilirim diye düşünecek duruma geldim..

    Alkolu bırakınca kendimle yüzleşmekten başka çarem kalmamıştı. Seçeneksiz kalmıştım. Yapmaktan imtina ettiğim, ondan koşarcasına kaçtığım şey beni yakalamıştı. Üstelik artık kaçmaya da takatim yoktu. Zira param yoktu. Kendimi alkolün kollarına bırakamazdım. Alkol yüzünden tükenmiştim zaten. Ona tekrar başvurmak kendime ihanet etmek olurdu. Kendimle yüzleşmeyi ben tercih etmemiştim. Yaşamak durumunda kalıyordum. Yolun başındaydım. Öyle veya böyle beni adam edecekti bu yokluk.


    Unutmanın büyük bir nimet olduğu Ekrem çok sonraları fark edecekti. O zor unutan biri olduğu halde bu böyleydi. Yoksa nasıl taşırdı onca acıyı bu yürek? Zor olsa bile bazıları için eninde sonunda hayata devam edebilecek oranda unuturdu insan yaşadıklarını. Ekrem'in acıları takıntılı derecede canlı tutan kişiliği bile bundan nasipleniyor ise kesinkes herkesi kapsıyordu demekti bu unutkanlık. Ekrem sigaranın bir sığınak olduğunun farkına varmıştı. Sadece sigarada değil, müptelası olduğu alkolun de aynı eğilimin sonucu olduğunu, sıfırı tüketince idrak etmişti. Ekrem için aydınlanmanın başlama anı sıfırdı. Onu deneyimleyince start almıştı. Üstelik bu sadece madde ile ilgili de değildi. Kimi insani ilişkilerinde de bu sığınmak ihtiyacından ileri geldiğini daha ileride fark edecekti. Şimdilik bu kadar farkındalık onun için yeterliydi. Onlar olmadan kendisi ile yüzleşerek daha iyi bir hayat yaşayabileceği sanısındaydı ve bu düşünce kendisini o kadar güçlü hissettiriyordu ki sanki bir an sonra gerçeğe dönüşecekti. Oysa burada bir yanılgı vardı. Bu gerçeğin kendisini ona açma zamanı henüz gelmemişti. Deneyimlemek için beklemesi lazımdı. Başka bir yolu yoktu. Olgunlaşma zaman alan bir süreçti.



    İstanbul'dan Edirne'ye gitmek üzere Bayrampaşa otogarında biletimi alarak bekliyordum otobüsün kalkış saatini. Askerliğe o kadar hazırım ki saçımı 3 numaraya vurarak ne kadar istekli olduğumu daha oraya gitmeden göstermiştim. Zaten burada yapacak pek bir şeyim de yoktu.

    Sıfırı tüketmiştim. Bu darboğazda beni çevreleyen kafesi askere giderek kırıyordum. Kim bilir beni neler bekliyordu? 18 aylık bu süreç nelere gebeydi? Ben askerliği bitirene kadar ne de olsa bir şeyler değişir, dönünce bir yerden başlardım. Otobüsün yarısı boş, diğer yarısı da benim gibi askere gidenler olmalı ki hepsi benim akranım birkaç genç kız dışında yirmili yaşlarda erkekleri. Gri rengini giyinmişti gökyüzü, ağaçları şiddetle dövüyordu rüzgarlar. Aynı bendim içimdeki ruh halinin dışavurumuydu bugünkü hava. Para içinde yüzerken beş parasız kalmış, askere hiç gitmemenin yollarını ararken oraya girmeyi kurtuluş olarak görmeye başlamıştım. 

    24 Kasım 1999 tarihinde öğle saatlerinde soğuk bir Edirne gününe otogardan inince  askeri inzibatlar askere geldiğimizi teyit ederek askeri minibüse, oradan da Tümen Komutanlığı'na götürdü. Şehri gezme olanağını yakalayamadan. Buna pek içerlediğim söylenemezdi. Zaten bu havada neyi, hangi parayla gezecektim? Meteliğe kurşun sıkar durumdaydım.

    Kayıt işlemleri, askeri kamuflaj, aşı derken akşama evrildi zaman. Edirne'nin beş kilometre dışında Süloğlu yolu üzerinde Kestanelik Kışlası'ndayız. Sıra ile içeri giriyoruz.

    Derken gruplar halinde bölüklere dağıtılmıştık. Gece yatağımın başında çok garip duygular içindeydim.

    Demek burada hemen kapının eşiğinde uyuyacaktım. Tabii uyku tutarsa. Sağa sola dönerek bir hayli çaba harcadım. Yok, tutmuyordu uyku. Bir de koğuşa her gelenin beni dürterek "Yeni misin, nerelisin?" soruları da işin tuzu biberi oluyordu. "Ya bırakın da uyuyalım!" diyecek oluyordum, fakat bu cümleyi kuracak kadar enerjim bile yoktu.


    Derken günlerden bir gün yatağına uzanmış yoğunluğunu atmaya çalışan Ekrem'e Yusuf bir kitap uzattı. Anlamıştı Ekrem'in boşlukta bir arayışta olduğunu. Kendisine benzetiyor, bu sebeple önemsemişti onu.

    Ne yapacağım bunu? der gibi şaşkın şaşkın baktı Yusuf'a.

    Al oku.

    İyi de ben hiç kitap okumam.

    Neden?

    Bilmem. Okumam işte.

    Peki eksikliğini hissediyor musun?

    Hayır. 

    Ama sendeki bu eksikliği başkaları hisseder.

    Nasıl yani?

    Kişi kendi eksikliğini zor fark eder, fakat diğerleri bunu hemen görür.

    Hımm." dedi Ekrem. Derinden çektiği hımm kadar derin bir farkındalık yaşıyordu. Kitabı Yusuf'un elinden alırken bakışları uzaklara dalmıştı." Yusuf onu kendi haline bırakıp sessizce uzaklaştı."

    KORUCUKÖY MEVKİİ

    Eğitim için iki gün kışlanın dışında kalınacaktı. İki gün fena sayılmaz, diye seviniyordu Ekrem. Bahar henüz gelmemişti, fakat kışın hırçın soğuk havasından da eser yoktu. Dışarıda yatılacaktı. Pançolardan çadırlarda. Manzara harikaydı. Göl o kadar güzeldi ki, keşke gölün kenarına kadar gitmek, orada balık yakalama şansım olsaydı, diye hayıflandı Ekrem.

    Neyse, bu kadarına da şükür. Şu sıralar kışlada tekdüze hayat, bıkıp usanmaksızın kendini tekrarlayıp duruyordu.

    Tam şiir yazılacak yer fakat ben ne edebiyattan ne de şiirden anlarım. Neyse, duygularımı yazıya dökemiyor olabilirim, fakat bu hissetmediğim anlamına da gelmiyor. Sanki yazanları anlamaya başlıyorum. Genelde kendimle baş başa kalıp düşüncelere dalıyorum. Benim tanımlayamadığım hisleri yazı diline dökerek okunmasını sağlayan insanlara edebiyatçı deniliyor galiba.

    İyi yazarların da kelimelerin diline indiğini daha sonra, çok sonra öğrenecekti Ekrem.

    Kendini bana açmayan, içimde şişen garip bir hissiyat yokluyor beni sürekli. Garip, ama sanki doğum zamanını bekliyor.

    Ekrem! Bilal teğmen seni çağırıyor. Sesi ile deminki düşüncelerden sıyrıldı.

    Emredin komutanım. Diyerek tekmil verdi komutana Ekrem.

    Su almaya gideceksiniz. Korucuköy'e. Senin jeep bile bidonları doldurup getirin. Oyalanmayın oğlum. Diye emir verdi komutan.

    Geceyi burada geçireceklerdi. Karanlık çökmeden su meselesini halletmeleri gerekiyordu. O iş de Ekrem'e düşmüştü. 

    Sanki başka kimse yokmuş gibi, bir tek o, güneşin gölün arkasından batışını izlemeye hazırlanmış, batmasına bir mızrak boyu kalan güneşe yüzünü dönmüştü. Diğerleri bunun farkında bile değildi.


    Ekrem köy çeşmesinin başında öyle güzel bir kız gördü ki su almaya gelenin kendisi olduğuna şükretti.

    "Bu ne ya?" dedi diğer askere. "Sen bidonları doldur, ben şu kızla konuşacağım. Nasıl bir güzellik!" demekten kendini alamadı.

    Ya Ekrem, saçmalama. Bilal Teğmen öğrenirse seni dayak manyağı yapar.

    Kimden öğrenecek oğlum, sen söylemezsen. 

    "Ya biri görür falan." diye üstelese de Ekrem'i durdurmaya yetmedi bu karşı koyuş.

    "Boş ver, risk alıyorum. Çarptı bu kız beni, o da bana bakıyor. Belli ki hoşlandı benden." diyerek kızın olduğu tarafa yöneldi.

    "Merhaba, inekler sizin mi?" 

    "Merhaba, evet bizim." 

    Aslında konuşacak bir şey bulmakta zorlanıyordu. Direk konuya girsem daha iyi olacak galiba, yoksa saçmalamaya başlamam an meselesi diye düşündü. Hem askerdi, bir daha nasıl görürdü ki bu kızı? Öyleyse bodoslama dalmalıydı. Zaten süresi de bidonlar suyla dolana kadardı.

    "Buralı mısın?" dedi kıza Ekrem, kendinden emin bir şekilde. Daha önceki pişmanlığını yaşadığı kız ayartma pratiğinin işine yarayacağını hiç düşünmezdi. Başka birisi olsa muhtemelen kıza hayran hayran bakar, suyu doldurur giderdi. Ancak Ekrem için aynı şeyi söylemek mümkün değildi. İlla şansını deneyecekti. Rezil olmak pahasına olsa bile. Daha önce küfür denilecek kadar sert cevaplar almış, bu konuda bağışıklık kazanmıştı. En fazla küfür yerdi. Buna da aldırış etmez, normal karşılardı.

    "Evet, burası bizim köyümüz." dedi kız, yüzü kızarmıştı. Utanmış, fakat cevap vermekten kendini alamamıştı.

    Seni bir daha nasıl görürüm?

    Bilmiyorum.

    "Telefon ile arasam?" dedi Ekrem, acele ile süresinin sona erdiğinin farkındaydı.

    "Ev telefonu var. Ne zaman arayacağını bilemem ki." dedi kız, itiraz etmemiş, doğru yöntemi bulmaya çalışıyordu. Yani kızda hoşlanmıştı Ekrem'den.

    Cep telefonu yok mu?

    Hayır. 

    Senin adın ne sormayı unuttum. Duru güzelliğin aklımı başımdan aldı da.

    Elif.

    Ben de Ekrem.

    Arkadaşın sana sesleniyor.

    Tamam, bizim gitmemiz gerekiyor. Eviniz hangisi?

    "Şu bahçesi çitler ile çevrili olan beyaz ev." dedi Elif, köyün çıkışında çeşmeye en yakın olan evi göstererek.

    Senin için geleceğim. Hoşça kal.

    Sen de kendine dikkat et. Gece hava sert olur buralarda.


    Ekrem, çarşı izni gününde herkes şehre giderken o tersi bir yönde yürüyordu.

    "Yolculuk nereye kardeş?" diye sordu duran araçtaki sürücü.

    Abi Korucuköye gidiyorum.

    Çok şanslısın ben de gölde balık tutmaya gidiyorum. Kimlerdensin?

    Şey, ben köyden değilim. Burada Kestanelik'te askerim.

    Köye niye gidiyorsun? Ne işin var asker isen?

    Şey, birini görmem gerekiyor da.

    Göle balık tutmaya ara ara gelirim. Emeklilik oyalanmaları işte.

    Kısa yolculuk, 70'lerin popüler şarkıları ve türkülerini dinleyerek geçti. Tek kasette beş altı farklı şarkıcının bulunması Ekrem'e ilginç gelmişti. Soracak gibi oldu, fakat vazgeçti.

    Delikanlı, seni çeşmenin oraya bırakayım. Ben de oradan göle doğru gidiyorum." diyerek çeşmenin önünde durdu şoför.

    Çeşmenin önünde bir üreperti geldi Ekrem'e. Duyduğu ağız dolusu havlama sesinin heybetli bir kangal köpeğinden geldiğini düşündü.

    Kimse yok mu? diye seslendi. "İnşallah evin köpeği yoktur." derken avlunun ortasına gelmişti.

    Serili halının desenlerini inceliyordu Ekrem. Artık incelenecek desen kalmayınca halıda, evin diğer bölümlerini ve en son da tavanı incelemeye tabi tuttu. Artık buna bir son vermenin zamanı gelmişti. Buna daha fazla katlanamazdı.

    Şey efendim, ben ciddiyim. Askerlik biter bitmez kızınızla evlenmek istiyorum. Kocakarı, böyle bir şey bekliyormuş gibi "Tamam" dedi ve sustu. Yorgun düşmüştü. Ruhu bedenini zor taşıyor gibi bir hali vardı. 





    Aşkın yoğurduğu insandan daha terbiyeli kimse var mıdır?




    EDİRNE 2033

    Ekrem, Elif ile evlenmiş ve önceki hayatının tam tersi, mütevazı ve berrak bir hayat yaşamaya başlamıştı. Sabah evden çıkıyor, traktörle tarla sürüyor, ekini ekiyor, biçiyor ve satıyordu. Hayat böyle akıp gidiyordu.

    İnsan ömrü de tıpkı bitkilerinki gibi bir evreler dizisinden sonra son buluyordu. Sırası gelen gidiyordu. Yeni doğanlar olmasa insan endişeye gark olurdu. Fakat bir taraftan doğumların yaşanması, ölümü dengeliyor gibi bir yanılsama yaşanmasına sebep oluyordu.

    Fakat doğan çocuklar kimsenin ömrünü uzatmıyordu. Onlar da kendilerine biçilmiş olan bir ömür ile dünyaya gözlerini açıyorlardı. Kapatacakları gün gibi...

    Dünya nüfusuna yeni dahil olan bebekler olmazsa, ölüm sırası "bana ne zaman gelecek?" kaygısı ile insanın dünyayı imar girişimi başlamadan biterdi. Öyle ya, her geçen an eksilen bir bakiye varsa, en son da olsa herkesin sırası gelirdi.

    İnsanı bu girdaptan kurtaran şey, küçücük bedenleriyle o masum çocuklardı. Tıpkı bitkilerin tohumdan filize, filizden gelişim dönemine, çiçeğe, oradan ürüne tekamülü gibi, en sonda kartlaşarak kuruması sonrasındaki çerçöp...

    İnsanlarda bebeklik, çocukluk, gençlik, yetişkinlik ve sonra ihtiyarlık evreleri geçirerek yaşıyordu.

    "Doğaya ne kadar da benziyor insanlık." Tabiat adeta insanı anlatıyordu. Ekrem'in kendi elleriyle ekip biçtikleri mevsim boyunca ona kendisini anlatıyordu adeta. Halinden şikayetçi değildi. Şehirden bıkmış, onun negatif yönlerini deneyimlemiş, gerçekten nasıl bir tada sahip olduğunu acı bir şekilde yüzünü buruşturarak tatmış olan şehirli bir katı maddeciydi bir zamanlar. Köy hayatı onun savunmasız ne kadar yönü ve zaafı varsa hepsine koruyucu kalkan olmuştu.

    Şehir hayatında hiç fark etmezdi yağışın türünü. Yağış demek İstanbul'da kaosa varan trafik demekti. Bundan başka anlam taşımazdı Ekrem için. Şimdiye kadar nasıl farkına varmamıştı yağış türlerinin güzel ahenginin? Yağmur veya kar farketmez, rüzgar ne kadar sert eserse essin, yüklü olduğu buluttan yere kadar olan yolculuğunda bir tanesi başka birine temas etmez, o kadar mesafeyi fırtına bile olsa birbirine değmeden tamamlardı. Aşağıya süzülen taneleri çarpışmadan alıkoyan güç neydi? Böyle ki ağızları açık bırakacak kadar bir şaşkınlığa sebep oluyordu, daha yakından bakıp üzerinde düşününce...

    Ekrem izole yaşıyordu. Fakat diğerleri için aynı şey söylenemezdi. Hayat çok değişmişti.  Toplum öyle bir sanal kafese sıkıştırılmıştı ki kimsenin sorun çıkarmak gibi bir lüksü bile yoktu. Özel ve tüzel kişilerin verilerine anında ulaşılıyor, onlar için eylem planı bile hazırdı. Beyaz, sarı, kırmızı diye kategorize bile edilmişlerdi. Üstelik bunun için çaba sarf edilmesine bile gerek yoktu. İnsanlar ellerindeki telefonlar ve akıllı cihazlar ile sosyal medya üzerinden bulundukları paylaşımlar ve paylaşılanlara yaptıkları yorumlar, girdikleri siteler ile zaten hangi eğilimlere sahip olduklarını, nasıl bir fikri ve yaşayış tarzına sahip olduklarını, aradaki nüanslara kadar belki de kişiyi kendisinden daha iyi tanıyordu. Çünkü değerlendirmeleri yapay zeka yapıyordu ve yapay zekanın yorulma, uyuma gibi ihtiyaçları olmazdı. O hale gelmişti ki artık hangi zeka ve akıl seviyesine sahip olursanız olun mutlaka sizi de yakalayan bir yönü vardı sosyal medyanın. Öyle sosyaldi ki asosyal kişilik tiplerinin türemesine neden olmuştu.

    Öyle ki birkaç gün rutinin dışına çıkılır ise davranışların sebeplerine bakılırdı. Beklenmedik bir davranış sergilediğinde hemen ilgili kişiye dikkat kesilir, tıpkı tehlike sezmiş saldırgan bir köpeğin takındığı hali takılırlar, teyakkuza geçerlerdi. Kişi rutine döner ise sorun yoktu. Fakat beklenmedik davranışlar sürerse teyakkuz hali saldırganlığa dönüşür, kişiyi hizaya getirirlerdi. Adeta her birey kendisine bekçilik eden, sürekli onu gözetleyen, ara vermeksizin teyakkuzdaki saldırgan köpeğini kendi cebinde taşıyordu. Rutinin dışına çıkan herkes istisnasız gözetleyenin hışmına uğrayarak cezalandırılırdı.

    İnsanlar başlarına gelecek muhtemel belayı kendileri çağırmış oluyordu. Suçlu aranacak ise kimseyi suçlamaya gerek yoktu. Kendi düşen ağlamazdı. 





    2013 KONYA

    Selçuk'taki organize sanayi bölgesinden konaklayacağım otele doğru yola çıkmıştık. Teslim alacağım makinenin işi tam bitmemiş firma beni birkaç gün misafir edecekti. Pazarlama departmanında pazarlamacı olan Konyalı, 26-27 yaşlarında gösteren pazarlama personeli Haluk ile otele doğru ilerlerken:

    Abi yaş kaç?

    35 yaşındayım. Derken gülümsedi, çünkü gelecek olan yorum iyi gelirdi Taha'ya.

    Hiç göstermiyorsun.

    Teşekkür ederim.

    Nerelisin? 

    Urfa. 

    Çoluk çocuk var mı. 

    Bekarım.

    Aslında benim de evlenmeye pek niyetim yoktu fakat şartlar beni evlenmeye zorladı.

    Nasıl?

    Üniversiteyi Selçuk'ta burada okudum. Konya'nın milleti biraz tutucudur. Dışarıya pek kız vermez, kız alma taraftarı da değildir. "Benim şehrimin insanına ne olmuş ki dışarıya kız verelim?" diye düşünür. Okul bitince baktım ki arkadaşlarım birer birer evlenmeye başladı. Ben bekar, onlar evli. Eskisi gibi görüşemez olduk. Bir baktım ki yapayalnız kaldım. Evli arkadaşlarla arkadaşlığın devamı için evlenmek gerekeceğini hiç düşünmemiştim fakat bu yazılı olmayan kural beni evlenmeye sevk etti. Evlendim, bitti mi hayır? Bu sefer sosyoloji sizi çocuk yapmaya zorluyor. Arkadaşlarımın çocukları var, bizim yok. Onlar ile olan arkadaşlarımız planlamadığımız halde bizi çocuk sahibi olmaya itti. Özgürdür insan. Onu sınırlayan herhangi bir şey yoktur, görünürde. Fakat coğrafya, tarih, toplum ve en sonda kendi bencil tutkuları onu çepeçevre kuşatma altına alır; adeta bir tutsak muamelesi yapar ona.

    Derken otelin girişine varmışlardı. Taha'yı kendine hayran bırakmış, övünmeyle karışık bir kibre kapılmış Haluk. 



    Merhaba hayatım, şimdi otele bir müşteriyi bıraktım. On dakikaya kadar evde olurum. diyerek kapattı telefonu.

    Telefonu kapatmanın akabinde zihninde bir soru belirdi: Neden bu kadına bağlıyım? Bu sorunun cevabını tam olarak kendisi de bilmiyordu. Belki biliyordu da ifade etmeye cesaret bulamıyordu. İfade etmenin bir takım sonuçları olabilirdi. Ürktüğü belli belirsiz bu düşünceyi söze dökmek cesaret isterdi. Kuracağı cümle eşi Defne ile arasında bir daha geri döndürülemez olaylara kapı aralardı. Buna göğüs gerebilecek durumda değildi. Daha da önemlisi bir çocuğu vardı. Ya onun geleceği? Bunları düşünmek ürpermesine neden oluyordu. Neresinden bakacak olursa olsun bir adanmışlık, kendisini feda etmenin resmiydi Haluk'un yaşamı. Şimdi gene başlıyordu. Eve dönmekle, kendini tekrarlamanın zamanı gelmişti. Kapının eşiğinde bir an için zile basmaktan vazgeçmek gibi çılgın bir fikre kapıldı. Peki ya sonuçları? diye itiraz etti iç seslerinden birisi. Yine boyun eğecekti. Kare şeklinde içi duvarlar ile ihtiyaca göre ayrılmış ev olarak tanımlanan barınağa zorunlu dönüştü bu. "Ben nasıl bir mahkumum böyle?" diye acıdı kendine Haluk.

    Kuru bir hoş geldin ile karşılandı Defne tarafından Haluk.

    "Hoş bulduk. Nasıl geçti günün? Bade neredesin kızım?" diye ilave ederek kısa tuttu zorunlu, her gün tekrarlanan diyaloğu.

    "Burdayım baba." diyerek koşuyordu babasının kucağına atlamak üzere küçük Bade.

    Gel bakalım babaya bir öpücük yok mu? Ne tatlı bir şeysin sen. Acıktın mı?

    "Baba yemekten sonra oyun oynayalım mı?" İsteği olumlu karşılandı.

    Tamam kızım. Önce karnımızı doyuralım sonra oyun oynarız.

    Yemek sonrası sessizlik. Ne konuşabilirlerdi ki? Neyleri kalmıştı? Haluk boşa koysa dolmuyor, doluya koysa almıyordu. Yetişkin olmak çok da keyif veren bir şey değildi. Mutsuzdu. Fakat rolünü oynamaya devam etmek durumundaydınız. Usanmıştı, katlanamıyordu.

    "Baba hadi gel de oynayalım." sesiyle kızına yöneldi.

    Neydi derdi? Hiçbir şeyi tam olarak yapamayan bir adam profili çiziyordu. İş hayatı da istediği gibi gitmiyordu. Aynı evliliği gibi ona da katlanmak zorunda kalıyordu. Aynı işyerinde çalışmıyor olsa onun selamını alamayacak olan tiplerle mesai süresi boyunca birlikte olmak ona ağır geliyordu.

    "Baba oyuna odaklan dalıp gittin gene." diyerek oyuna yeterince dahil olmayan babasını uyarma sesi ile düşüncelerinden sıyrıldı Haluk.

    "Babanı yorma kızım. Bütün gün çalışarak zaten yoruluyor." diyerek ısrarını kırdı kızının Defne.

    İşte gene dalıp gitmişti. Kızını çok seviyordu. Fakat onunla nitelikli zaman geçiremiyordu. Her seferinde oyunu sonlandıramadan içsel diyaloglarla oyundan kopuyordu. Zaman akıp gidiyordu. Haluk yaşlanıyordu. Kızı büyüyordu. Kızının her anını dolu dolu yaşamak istiyordu. Bir daha Bade çocuk olmayacaktı. Hiçbir anın tekrarı yoktu. Bu dünyada zamanın telafisi diye bir şey söz konusu değildi. Kendi evladının zihinsel gelişimi ve karakteri şekillenirken baba figürünün eksik kalma ihtimali ona korkunç geliyordu.  

    Çocukluğunda baba sevgisi, ilgisi ve onayından yoksun bir kadının evlilik hayatında kocasında farkında olmadan babasını aradığı çok net görmüş ama bunu çalışma arkadaşına söyleyememişti. Aynı şeyi kendi kızı yaşasın istemiyordu.

    Bade, hadi bakalım uyku zamanı. Babanı da iyice yordun. Defne, kızını elinden tutup odasına doğru götürdü.

    İyi geceler baba.

    İyi geceler, tatlı rüyalar kızım.


    Defne, gel şöyle otur. Bade ile ilgili biraz konuşalım.

    Tamam, kendime bir çay dolduruyorum. Sen de ister misin?

    Tabii olur.

    Aslında hiç içesi yoktu. Sanki çay içmek de rutine binmişti. Bir şeyler yapıyor olmak için anlamsız bir şekilde hem işte hem evde içiyordu çayı.

    Burada da ölçüyü kaçırdığını düşünüyordu. Fakat gene de Defne'ye eşlik etmek için içip içmemek arasında bir fark olmamasına rağmen içecekti.

    Al bakalım, ne konuşacaksın Bade ile ilgili? Defne, meraklı bakışlarla sordu.

    Sence Bade ile geçirdiğimiz zamanın bir kalitesi sorunu var mı?

    Yani tam olarak ne demek istediğini anlayamadım. Biraz daha açık konuşur musun?

    Şunu demek istiyorum: Biz iyi ebeveyn miyiz? Haluk, cümleyi üstüne basarak kurdu.

    Aslında bunu pek düşünmedim. Buna rağmen pek de bir sorun olduğunu sanmıyorum.

    Peki bu gece biraz bu konuyu tartışalım.

    O halde buyur başla, Haluk. Seni dinliyorum.

    Kızımız büyüyor.

    Eee zaten böyle olması gerekmiyor mu?

    Onun şu an kişiliği oluşum aşamasında ve ben bunun sağlam bir zeminde ilerlediğini düşünmüyorum. Biz anne baba olarak yeterince etkin değiliz.

    Lafın nerelere gideceğini merak etmeye başladım nedense. Çıkar ağzındaki baklayı. Dalıp dalıp gitmeler, bana karşı ilgisizlik. Neler oluyor hayatında başkası mı var? Beni buna mı hazırlıyorsun Haluk? Hadi anlat, dinliyorum. Defne'nin sesi yükselmişti. 

    Beni şaşırtıyorsun Defne. Konuyu buraya bağlamayı nasıl başardın? Seni kutlarım.

    Beni kutlamayı bırak sen önce soruma cevap ver. Bütün gün çocuk ile uğraş, ev işleri. Akşam senin iki sohbetinde muhtaç olan ben. Her şeyi sineye çekiyorum. Evde bir ilgisizlik, dalıp dalıp gitmeler. Bana ne kadar uzak olduğunun farkında mısın? Defne, kızgın, mahsun ve bir o kadar da melül bir yüz ifadesi takınmıştı.

    Tam olarak ben de onu ifade etmeye çalışıyorum Defne. Bizim ilişkimiz çocuğumuzun kişiliğini etkiler. O bizimle hayatı tanıyacak. Rol modeli biziz. Fakat sorun şu ki iyi rol model olmadığımızı düşünüyorum.

    Tamam Haluk, o zaman iyi rol model ol seni tutan yok. Çocuk ile doğru düzgün oyun bile oynayamıyorsun. Ben elimden gelen her şeyi yapıyorum. Vicdanım rahat. Bade'ye bütün sevgimi veriyorum. Ne istediğini bilmeyen, kafası karışık olan sensin. Ve en önemlisi de sana bu konuda kendinden başka kimse yardım edemez

    Defne, sana imreniyorum. Ne kadar berrak yaşıyorsun. O kadar zıt karakterleriz ki.

    İşte ben de sözü ne zaman buraya getirecek diye merak ediyordum. Bir sonraki cümle "Biz evliliği yürütemiyoruz mu?" olacak. Başkası varsa bilmek benim  hakkım. Bu gece madem konuşmak istedin, bu saatten sonra istesem bile beni uyku tutmaz. Eteğindeki bütün taşları dök, Haluk Efendi.

    Ben sadece ideal anne baba olmanın üzerinde kafa yoruyorum. Tabii, sana karşı ilgisizliğim meselesi ise benim yapım bu. Elimden ne gelir ki?

    Hayır, elinden çok şey gelir. Ama sen kolay olanı seçerek sırt çeviriyorsun. Aynı şeyleri yaparak daha iyi sonuçlar beklemen tamı tamına saçmalık. 

    Beni anlamıyorsun. Bana soracak olursam asıl sorun senin gibi olmaya çalışmam olacaktır. O zaman nasıl kendim olabilirim? Çok sığ yaşadığını düşünüyorum. Ben bu kadar basit yaşayamam.

    Tamam, yaşama o zaman buna itirazım yok. Derin yaşadığını savunuyorsun. Fakat kendi öz kızın nedense bundan nasiplenemiyor. Peki bunu nasıl izah edeceksin? Bana ve kızına karşı ilgisizsin. Bunu entelektüellik kisvesine bürüyerek sorumluluktan kaçamazsın. Ben yatmaya gidiyorum, Bay Entelektüel. Seni kendinle başbaşa bırakıyorum. Kim bilir, belki de yalnız kalmaya can atıyorsundur. Sen talep etmeden ben çekiliyorum.

    Neler oluyor bu kadına? Gene beni gerdi. Bu evlilik bir hata mıydı? Nasıl olmuştu da evlenmiştim Defne ile? Çok sığ bakmışım. Şimdi gün yüzüne çıkıyor her şey. İdeal eş modelini bulmak yerine kendimi kandırarak, gerçekte Defne’de bulunmayan kişiliği zihnimde ona ben giydirmiştim. Oysa gerçekten nasıl birisi olduğunu anlamak için gözlem yapmam gerekiyordu. Ben ise dış görünüş ile yetindim. Bu kız gelecekte nasıl bir kadına olur sorusunun cevabını aramış olsam muhtemelen bu sonuca yakın bir tahminde bulunurdum. Fakat bunu düşünmekten bile kaçındım. Şimdi kimseyi suçlamaya hakkım yok. Ortada bir kabahatli varsa o da benim hayatımın en büyük kararını alırken yaptığım hata bana pahalıya patlıyor.


    Şeref ve Ece çifti, Konya’lı ikisi de iki de çocukları var. Biri 5, diğeri 2 yaşında. Büyük olan Yiğit, küçük olan Deren. Yiğit bizim kızımız Bade ile yaşıt. Yiğit ve Bade'nin çok iyi anlaştıkları söylenemez. Ancak yine de beraber bir şeyler yapmak için bir araya geliyoruz. Kız çocuğu karakteri gereği sevecen, olumlu, uysal; erkek dik kafalı, ele avuca sığmayan, yerinde duramayan bir tip.

    Bununla birlikte beraber oynayıp eğlendikleri zamanlar da oluyor. İşte bizi birbirimize bağlayan iki ailenin iletişim kanallarından birisi de bu çocuklar.

    Şeref, bir şey soracağım. Bu kadar gamsız yaşamayı nasıl başarıyorsun?

    Anlamadım Haluk, gamsızlıktan kastın nedir?

    Hayatta seni rahatsız eden hiçbir şey yokmuş gibi yaşamanı kastediyorum.

    Sorunlar var elbette. Ancak benim bunlarla kaybedecek zamanım yok. Borçlarım var ve benim durumum seninki kadar iyi değil. Kendime ait bir evim bile yok, kirada yaşıyorum. Şu sıralar sorun olarak kabul ettiğim şeyler, kiramı ödeyecek, ailemin geçimini temin edip borçlarımı yavaş yavaş ödemekten ibaret. Gerisi benim açımdan hikaye.

    Peki yarın kendine ait bir eve taşınacak ve borçlarını da sıfıra indirecek hatta bir de otomobil alacak imkanlara ulaşman durumunda algın nasıl şekillenir?

    Aslına bakacak olursan bu şekilde hiç düşünmedim. Yani düşünmeye de gerek var mı emin değilim. Şartlar değişir ise onu o vakit düşünürüz. Yani şu anda benim için bu da hikaye. Bence sende kafayı takma, boş ver.

    Bence hayatı ciddiye alıp sorgulamanın önündeki engel yönetmek durumunda kaldığın şu içinde bulunduğun kriz, bu fakirlik afetinden nasipleniyor olman.

    Belki de haklısın Haluk. Yaşamadan anlayamayız.

    Şeref, şundan emin ol. Finansal sıkıntı çekmeyen insanlar fakirler kadar rahat değil. Hayatlarındaki konfor genelde düşünülenin aksine, görünen şatafata rağmen mat konfordan çok uzak. Ben çocukken babam bizden bir şey gizlemezdi. Hep beraber neler yapabileceğimize bakardık. Bu da ilişkilerimizi sıcak tutardı. Ne zaman ki biz daha iyi kazanıp harcamaya başladık, her şey tepetaklak oldu.

    Haluk, sen biraz karamsar düşünüyorsun.

    Çocuklarımıza bak ne kadar masumlar. İleride onları nasıl bir hayat bekliyor dersin? Şuna inan bizimkinden daha zor olacak. Bade için endişeleniyorum. İleride bir yetişkin olarak hayatı biz anne babası olmadan tek başına yaşamak durumunda kalacak.

    Bence bunları düşünmeye gerek yok, su akar yolunu bulur.

    Haluk konuşacak oldu. Dudaklarını kımıldatma girişiminde bulunmasına rağmen dili dönmekte zorlandı. Belli ki karşısında konuştuğu kişi konunun derinliğini ölçebilecek kapasiteden yoksundu. Boşver gitsindi. Zaten kime ne anlatabilmişti. Onu anlayacak, bir Şeref mi kalmıştı. 



    TAHA

    İstanbul'da Mesneviyi okumaya başlamıştım. Daha kitap bitmeden, planlanmamış olmasına rağmen, sürpriz bir şekilde Konya seyahat etmem gerekti. İstanbul'da yarısına kadar okuduğum Mesneviyi, Mevlana türbesinin başında bitirdim. Mevlana Müzesi'nin bahçesinde beni şaşırtan şey, uzakdoğulu turistlerin çokluğu idi. Dünyada en çok satanlar arasında Mesnevi ilk sıralardaki yerini alıyordu. Bunu biliyordum. Fakat Mevlana Müzesi'nde bulunan insanların dörtte üçü kadar çoğunluğa sahip uzakdoğulu turist olacağını hiç düşünmemiştim. İnanılmaz bir ilgileri vardı. Hem kalabalık hem de ne yaptığını, neden geldiklerini bilen bir havaları vardı. Seküler dünya görüşü ve yaşayışı, belki nefse hitap ediyordu. Fakat manevi ihtiyaçları karşılamaktan çok uzaktı. Ruhi ihtiyaçlarını arayan insanların yolları, Mevlana ve diğer tasavvuf erbabı ile kesişmesi çok doğaldı. Öyle ya, kim kayıtsız kalabilirdi ki şu manzume ile başlayan Mesnevi'nin yazarı Mevlana'ya:


    Dinle Ney’den duy neler söyler sana,

    Derdi vardır ayrılıklardan yana.

    Kestiler sazlık içinden, der, beni,

    Dinler, ağlar: Hem kadın, hem er beni.

    Göğsü, göz göz ayrılık delsin de bir,

    Sen o gün benden işit özlem nedir,

    Her kim aslından uzak düşsün: Arar;

    “Asl”a dönmekçin bir uygun gün arar.

    Dost’a kah yoldaş olup, kah düşmana,

    İnleyip sesler duyurdum her yana.

    Dost olur -zannınca- her insan bana,

    Sırlarım gel gör ki meçhuldür ona.

    Sırlarım olmaz iniltimden uzak, 

    Her göz etmez fark, işitmez her kulak.

    Saklı olmaz birbirinden can ve ten,

    Canı görmekçin izin yok bil ki sen!

    Bir ateştir, yel değildir ney sesi;

    Kim ateşsizdir: Yok olsun böylesi.

    Sevgiden ağlar eğer ağlarsa ney,

    Sevgiden çağlar eğer çağlarsa mey.

    Ney o şeydir: Perde yırtıp perdesi,

    Dost edinmiş dosta hasret herkesi.

    Hem devadır ney denen şey hem zehir, 

    Bir bulunmaz arkadaştır: hemfikir.

    Anlatır ney: Aşk-ı Mecnun’un nedir, 

    Kanlı bir yoldan haber vermektedir.

    Müşteri ancak kulak: Söz satsa dil, 

    Ancak aşık akla mahrem, böyle bil!

    Derdimizden gün zamansız dolmada,

     Her yanış bir günle yoldaş olmada.

    “Geçti gün!” der, etmeyiz yersiz keder;

    Var ol ey sen tertemiz insan! yeter.

    Yurdudur engin: Balık kanmaz suya,

    Rızk eğer eksikse: Gün dolsun mu ya!

    Anlamaz olgun adamdan, ham adam;

     Söz hem az hem öz gerektir vesselam. 



    Bahçede oturdum. Beni yakan buz gibi soğuktan Şule'nin telefondaki sesiyle de olsa ısınmıştım. Ne zaman ki telefonu kapattım, vedalaşmanın akabinde üşüme tuttu beni. Aşk ile bağlantım kesilince kendimi hayatın gerçekleri ile baş başa buldum ve ilk hissettiğim şey soğuk oldu. 


    Şule telefonu kapatınca Taha'nın ona bakışını özlediğini fark etti. Ne güzel bakıyordu Taha! Şule'nin gözlerine bakarken, adeta içinde kayboluyordu. Öyle ki saatlerce sıkılmadan bakabilirdi. Konuşma gereği duymadan ömür geçirilecek adam bakışı bu olsa gerekti diye düşündü, kapanan telefonun diğer ucunda.




    KONYA 2033

    İstanbul'a benzer bir havası vardı 2033 konya’sının. Mevlana türbesinde her şey yerli yerindeydi, tıpkı eski halindeki gibi varlığını koruyordu. Bu bana rahat bir nefes aldırdı. Şems-i Tebrizi'ye doğru gittim. Burası da olduğu gibi varlığını koruyordu. Şehirde neredeyse çıt çıkmıyordu, derin bir sessizliğe gömülmüştü.

    Türkiye topraklarında şimdiye kadar üç ayrı yönetim görmüştüm.

    İstanbul ile Trakya'yı içine alan içinde Vatikan tarzı ayrı Ortodoks bir devleti. Şimdi ise Konya'yı içine alan Anadolu bölgesinde başka bir devlet. Sınırları çok net değildi. İç Anadolu bölgesinin hemen hemen içinde bulunan bütün illeri kapsıyordu bu devletçik. Başkenti Ankara idi Ülkenin akıbeti benim kişiliğim ile ne kadar da benzeşiyordu. İkimizde nasipsiz miydik neydik? Hedeflerimizden olabildiğince uzaktık. Şimdiye kadar eski Türkiye coğrafyasında üç tane ülke görmüştüm. Eskiden ülkenin hinterlandından dem vurulur, etki alanı ütopik olsa bile Çin Seddi'nden Adriyatik Denizi'ne kadar geniş tutulurdu. Osmanlı coğrafyası zaten bize aitti. Daha da ötelere bir hedef konulur, "Çin Seddi'nden Adriyatik'e bizim" der dururlardı. Nasıl olacak, hangi yöntem ile diye sorulsa rasyonel bir cevap verilmeyecek olsa bile. Şimdi ise her şey bambaşkaydı. Türkiye Cumhuriyeti'nin eski sınırları etki alanı olarak değerlendirilir olmuştu. Nerelerden nereye gelinmişti? Dimyat'taki pirincin hayalini kurarken evdeki bulgurdan olmak ülke düzeyinde bu olsa gerekti. Şimdi ise Hakkari'den Edirne'ye etki alanından bahsedilir olmuştu. İşbirliği yapmanın pekala mümkün olduğunu öne sürerek kardeşlik hukukundan bahsediyorlardı.



    ANTALYA 2033

    Daha önce Antalya'ya gelmemiş olsam burayı  uzakdoğu sanırdım. Belki onu da diyemezdim. Aslında nereye konumlandıracağımı pek bilemedim. Zira sokaklar oldukça hareketliydi. Çok fazla çekik gözlü, birbirine benzeyen uzakdoğulu insan vardı. Slav, Avrupalı, Asyalı değişik tipolojilerde insan toplulukları... Burası adeta bir dünya devletinin başkenti idi ve her milletten, ırktan insan vardı. Diğer bölgelerin aksine her yer cıvıl cıvıldı. Yeryüzü cenneti dedikleri şey bu olmalıydı.

    Antalya'da İstanbul ve Konya'dan farklı olarak hayat oldukça hareketliydi. Teknolojik gelişmeler yoğun olarak yaşamın içinde kullanılıyordu. İstanbul ıssız, Konya çok durağan... Antalya ise eskisinden daha hareketliydi. Dünyanın turizm merkezi olarak Antalya seçilmişti. Bölgeye esenlik hakimdi. Sınır bölgesi yapay zekalı robot askerler tarafından korunuyordu. Bir tehlike sezdiklerinde anında imha ediyorlardı. Yani sınırdan geçmeye çalışan her canlı hedef oluyordu. Lazer güdümlü silahların ıskalamak gibi bir sorunu yoktu. Mermi namludan çıktı mı güdümlü olduğu şey hareket etse bile manevra yaparak onu bulup vuruyordu. Artık askerler ile silahlar klasik değildi. Yapay zekalı robot askerlerin hedef aldığı her şey son nefesini veriyordu. İnsanlardan oluşan bir ordunun sayısı milyonu bulsa bile yapay zeka robot askerlerin küçük bir birliğine bile karşı koyamazdı. 

    Her gün her farklı sokakta, temaları ve katılım biçimleri farklı gençlik festivalleri düzenleniyordu. Bir gençlik festivali biterken diğeri başlıyordu. Başımı döndürüyordu içinde bulunduğun hareketli ortam. Ben zaten bu zamanın yabancısıydım. Şimdi ise kendimi dünyada değil, başka bir gezegende hissediyordum. Sanki fantastik bir bilimkurgu filminin içindeydim ve filmdeki tek ne yapacağını bilmeyen oyuncu bendim. Kiminle nasıl konuşacağımı bile bilmiyordum. O kadar yabancıydım ki. İnsanlar ile iletişim kurmak için yabancı dile ihtiyaç kalmamıştı. Ellerindeki yapay zeka destekli akıllı cihazlar sayesinde konuşulan şey, muhatap alınan kişinin cihazı tarafından anında sesli olarak çevriliyordu. Gerçi burada kim tam olarak yabancıydı orası da tam bir muamma idi.

    İstesem pekala bir cihaz edinip birileri ile bir şekilde iletişim kurardım. Ama kime ne soracaktım ki? Neredeyse hiç kimsenin burada bir kökü yoktu. Neredeyse herkes kısa süreliğine veya dönemsel olarak eğlenmek için buradaydı. Yani herkes için her şey yeniydi. Ben ise eskinin izini arıyordum. Ait olmadığım sokaklar bana batmaya başlamıştı. Kendimi bir çilehanede bulmuştum.  Dışarı çıkmak için can atıyordum. Sanki suyun altında nefessiz kalmıştım da yüzeye çıkıp nefes alamazsam boğulacaktım. Sokaklar benim için ne kadar yabancı ise ben de sokaklar için o kadar yabancıydım. Sanki bir süpürgenin önüne katılmış itiliyordum. Kendimi istemediğim bir yerde bulmadan bir an önce buradan ayrılmak için can atar duruma gelmiştim.




    URFA 1980'LER

    Okula giden çocuklara özenmiş, ağlaya sızlaya babama çanta defter aldırmıştım. O sene sırtıma çantamı takıp, evimizin arkasında bulunan babaannemin evine koşturur durur, babaannemin evinden bizim eve mekik dokurdum. Koşma nedenim de utanmaktan ileri geliyordu.

    Burası Urfa-Mardin sınırında bulunan Viranşehir'e bağlı bizim köyümüz. Yaklaşık olarak 25 haneden oluşan küçük bir köy. Geçim kaynakları tarım ile hayvancılık. Tarım klasik yöntemler ile buğday, arpa ve kırmızı mercimek ekiminden ibaretti. Yağmura dayalı tarım. O sene bahar aylarında yağış olursa mahsul verimli olur, randıman alınırdı. Yağış olmaz, kurak geçerse bahar ayları o zaman köylü için zor geçecek bir sene demekti. 

    Hayvancılık içinde durum biraz daha farklıydı. Kış sezonu boyunca hem merada otlayan hem de yem takviyesi ile karnı doyan koyunlar ki genelde bölgede küçükbaş hayvan yetiştirilirdi. Baharın gelmesiyle yeşeren otlar hayvancılık yapanların sevince boğar. Hayvanı doyurmak için artık yem takviyesine gerek kalmaz, otlayan hayvan doyarak ahıra dönerdi.  Bahar aylarının ardından büyük sürü sahipleri ki dedem bunlardan biriydi, sürüleri ile birlikte baharın daha uzun sürdüğü doğadaki yeşilliğin devam ettiği yüksek rakımlı yerleşim birimlerine doğru göçerler, kıl çadırlarda konaklar, hayvanları ile birlikte yazın ortasında doğru köylerine ancak dönerlerdi. Tarım arazilerinin hasat dönemi bitmiş olduğundan, hasadı yapılmış buğday, arpa ve mercimek tarlalarında hayvan otlatma dönemi başlardı. Ta ki kışa kadar bu döngü sürgit böyle devam ederdi.

    Hayal meyal hatırlıyorum. Dedem ilk torun olmam sebebiyle bana çok ilgiliydi. Bu kadar çok sevilmenin keyfini sürmek kalırdı bana. Beni de yanlarına alarak göçerlerdi, hayvanlarıyla birlikte yazın ortasına kadar yaylada onlar ile birlikte kalırdım. Dedeme baba, nineme de anne diye hitap ederdim. Dedem kendi kardeşlerinin en büyüğü idi. Ona yeğenleri de baba diye hitap ederlerdi. Nineme yani yengelerine anne hitap şekli olarak uygun görülmüştü. Sanırım bu dedemin diğergamlık karakter yapısından ileri geliyordu. Çok çalışkan, yeğenleri ile çocukları arasında ayrım yapmayan dedeme baba denmesi de çok doğaldı.

    Kürtçe konuşuyorduk. Köylerde genel itibarıyla Türkçe konuşmasını bilen olmazdı. Erkekler arasında askerde geçirdiği süre boyunca çat pat Türkçe öğrenen erkekler mevcuttu. Bazıları çat pat konuşmaktan bile uzaktı. Türkçe konuşmaya ihtiyaç da yoktu. Ancak köye jandarma gelirse onlar ile diyalog için lazım olurdu Türkçe. Yoksa günlük hayatın bir parçası değildi. 

    Dedem ile nineme o kadar alışmış idim ki neredeyse kendi anne ile babamı unutur, onları aramaz olurdum. Varlıklarından bi haber, yayla havasında ninem ile dedeme eşlik ederdim. Onlar da hallerinden oldukça memnun olmalılar ki çocukluğumun ilk yıllarına ait hayal meyal hatırladıklarımın geneli ninem ile dedemin yanında geçirdiğim zamanlara ait.

    Yazın evin damında uyuduğumuzu hatırlıyorum. Ninemin kucağında sanki gökyüzündeki yıldızlara dokunabilirmiş gibi bir hissiyata kapılırdım. Berrak olurdu gökyüzünü. Üstümüzü örten gecenin karanlığını delen yıldızları seyrederek uyurdum.

    Çok sonraları sadece belli standartları yakalayan, parasal olarak rahat insanların yapabildiğini, o zamanlar sıradan köylülerin hayat standardı idi.

    Dedem ile babamın köyleri ayrıydı. Aramızda yaklaşık 20 kilometre vardı. Tarımın makineleşmeden yoksun, klasik yöntemler ile yapıldığı dönemlerdi,benim ilk çocukluk yıllarım. Buğday, arpa ve mercimek ile sınırlı olan tarım. Traktör ile ekilir, hasat ise tırpan ile yani elle yapılırdı. 

    Bizim tırpan işçilerinin konaklaması için evimizin hemen çaprazında tek göz bir odamız vardı. İşçiler için yapılmıştı, hasat sezonu boyunca konaklamaları için. Akşamları babam ile birlikte onların yanında neler konuştuklarını hatırlamasam da vakit geçirirdik. Tabii, doğuda iki kişi bir araya geldiyse ve çay yok ise orada mutlaka bir sorun vardı. Çok sonraları artık çayın yerini gazlı içecek kola alacaktı. Dünyanın da tiryakisi olduğu koyu renkte bir su girecekti insan hayatına, bir daha çıkmamak üzere. O zamanlar çayı tahtından indirecek olan gazlı içecek, büyük yerleşim birimlerinde şehirliler tarafından belki tüketiliyordu. Fakat biz henüz varlığından haberdar bile değildik. Çok sonraları bizim de hayatımıza girmişti.

    İnsan topluluklarının yaşayış biçimleri hızlı bir değişime uğruyordu. Benim çocukluğumun ilk yıllarına ait düğünlere ilişkin hatırladığım gelinlerin geleneksel kıyafetler giymesi idi. Fakat ilerde kısa bir zaman sonra her şey hızlı gelişip asimile olacaktı. Artık gelinlik denilen beyaz elbiseyi giymeden kimse evlenmiyor olacaktı. Ne olmuştu? Nasıl bu hale gelmişti? Gelinliği alacak parası olmayana kiralama hizmeti bile veriliyordu. İlla giyilecekti, yani onsuz olmazdı. Sanki o olmasa evliliğin selahiyeti bozguna uğrayacak, uyumun belki de mayası eksik kalacaktı.

    Fakat ben farklı sorular soruyordum. Biraz marjinal olmamdan kaynaklanıyordu. Marjinallik de artık şekil değiştirmişti. Şimdi normal olmak marjinal olmak için yeterliydi. Burada da ters yüz edilmişti her şey.

    Toplumun neredeyse bütünü, kendisine sunulan, daha doğrusu dayatılanı neden bu kadar rahat sorgulamadan kabul ederdi, anlamış değildim.

    Parası olan, hayatında bir kere giyeceği gelinliği acımadan alıyor, israf boyutunu ise düşünen pek yoktu, ya da çok az insan tarafından dikkate alınır olmuştu. Peki ya fakir aileler? Daha önce başkaları tarafından defalarca giyilmiş beyaz elbiseyi kiralamak da neyin nesiydi?

    Tabi düğünlere ait daha pek çok şey kafama takılıyordu. Mesela şu düğün salonları... Kendi zamanımda İstanbul'da yaşıyordum. Bu sorunun cevabı içimi tırmalar dururdu. Düğün salonları genelde binaların bodrum katlarında olurdu. Tabii ki hepsi değil, ezici çoğunluğu öyleydi. Bodrum katlarında olmayanların da kiralama bedelleri çok yüksekti.

    Ülkede yaşayan pratik zekalı insanlar hemen onun da yolunu bulmuşlardı. Bodrum katlarını düğün salonu veya daha havalı bir isim ile düğün sarayları olarak dar gelirli kitlelerinin hizmetine sunmuşlardı. Çok rağbet görmüşler, pıtrak gibi çoğalmışlardı. Bu salonlar kira bedelleri ise hiç de ekonomik sayılmayacak kadar bir meblağ idi. Öyle ki ülkede yaşayan ortalama bir vatandaşın en az iki veya üç maaşından feragat ederek buraları bir kaç saatliğine kullanmak üzere kiralayabiliyordu. Para yoksa banka vardı. Kredi çekilir, gene yapılırdı. Faiz mi onu da pek düşünen yoktu. Bankalar her yıl kar rekorları kırıyordu.

    Genç çiftimiz veya aileleri evliliğin ilk yıllarını kredi çekerek bir kaç saatte harcadıkları paraları bir kaç senede ödemek ile ömür tüketirdi.

    Herkes yapıyorsa onların ne eksiği vardı? Yapmalıydılar. Ne pahasına olursa olsun. Hatta çıtayı biraz daha yukarıya koyarak standartları yükseltmek bir başarı olarak görülmeye, öyle algılanmaya başlanmıştır. Yaptığın masrafa değdi mi diye sorulsa, kem küm ederlerdi. Ne de olsa alınan cevapların tutarlı bir mantığı olması her zaman ihtiyaç duyulan bir şey değildi. Mantığı olmasa da her şeye bir cevap bulunurdu elbet.

    Evlenmek için o kadar fedakarlık yapan ülke insanı, evli kalmayı pek beceremiyordu. Bir de bakıyordunuz ki mahkeme koridorları, avukatlık bürolarını aşındırıyorlar. "Değdi mi?" sorusunun cevabı tabii ki yoktu. Olsa bile ayakları yere basmıyordu. Çok kere evlenmek için yapılan düğün masraflarını karşılamak için bankadan çekilen kredinin borcu bitmeden evlilik sonlanmış olurdu. Gerçekliğin çölü ile yüzleşen çift sayısı, yüksek bir oran olarak istatistik verilere yansıyordu.

    Tarım toplumu olan doğuda durum, biraz daha farklı olmakla birlikte, büyük şehirlerde yaşanan ile aynı parametreleri izleyerek devam ediyordu. Tıpkı kola denilen gazlı içeceğin çayımızı tahtından indiremese bile zirveye ortak olacağı gibi.

    Hiçbir şey birdenbire olmazdı. Olmasına da gerek yoktu. Toplum yavaş yavaş dönüşüyordu. Öyle ki, bu dönüşümün farkına varmak bile, çoğu kere dikkatli bir gözleme sahip değilseniz, pek mümkün değildi.

    Toplumun bir nesilde birkaç derecelik sapması, yeni jenerasyon üzerindeki etkisi onlarca metre ile ifade edilirdi.

    Adeta dağın tepesinden aşağıya doğru küçük bir kartopunun aşağıya indikçe büyümesi ve önüne gelen her şeyi bünyesinin etkeni olmak üzere kendisinden bir parça haline getirerek, tek başına bir yeküne tekabül etmeyen kar tanelerinin, devasa bir kartopu içerisinde dağdan aşağı inerken kendi başına gelmiş olan akibeti önüne gelen her kar tanesine reva görerek yaşamış olduğu dönüşümü diğer tanelere uygulaması gibiydi.


    Neyse, benim derdim bana yeterdi. Dünyayı değiştirmek yerine kendime çeki düzen vermeli, kendimi, hayatı, tercihlerimi sorgulamalıydım. Gerçekten seçtiklerim bana ait tercihler mi yoksa bana sunulan veya dayatılan, benim de seçmek zorunda kaldığım a, b ve c şıklarından biri miydi?


    Yeni eğitim yılı gelip çatmıştı. Benim de uğruna zırlayarak ağladığım okul yolu artık bana da görünmüştü. Okulda neler olup bittiğine dair en ufak bir fikre sahip değildim. Tek bildiğim, siyah önlük ile beyaz yakanın birlikteliğine eşlik eden sırt çantasıydı.

    Bizim köyde okul yoktu. Yaklaşık olarak beş kilometre ileride komşu köydeki okuluna giderdik. Bizim köyün çocukları yaş aralıkları genelde fazlaydı. Okul çağına gelmiş olmasına rağmen olmayan eğitim kurumlarından dolayı okula birkaç yıl geç başlamış olan, yaşı bizden hayli büyük, ilk gençlik yıllarını yaşayanlar ile birlikte ilkokula adım attım. Ne yapmam gerektiği hakkında hiçbir fikre sahip olmadığım mektebe.

    Sınıfa girmiştik. Tek bir terslik vardı: Beş sıra halinde dizilmiş masalar, önünde öğretmen masası, onun arkasında siyah yazı tahtası. Bizim oturma düzenimiz en baştaki sıra ile 1., 2., 3., 4. ve 5. sınıflar diye sağdan sola doğru bir diziliş düzeniydi. Hayal meyal ilk derste hatırlıyorum; sıraya dizilip bir şeyler okunmuştu. Benim anlamadığım, sonradan öğreneceğim üzere İstiklal Marşı ile Andımızdı.

    Demek mektep denilen şey buydu. Peki şimdi ne olacaktı? Konuşulanları anlamıyorum, yazılanları zaten bilmiyordum. Öğrenmek için buradaydık. Fakat çok geriden başladığımızı, ilk önce bilmediğimiz Türkçeyi öğrenmemiz gerektiğini acı bir şekilde anlamıştım. Peki nasıl olacaktı? Bize eğitim verecek olan öğretmen ile iletişim bile kuramıyorduk. O Kürtçe bilmiyordu, biz Türkçe bilmiyorduk.

    Bu bir tembellik veya vurdumduymazlık değildi. Bölgenin gerçeğiydi. Kırsal kesimlerde askere giderek orada çat pat bir şeyler öğrenmiş olanlar hariç hiç kimse Türkçe bilmiyordu. Büyükşehirlere henüz göç dalgalarının başlamadığı, sadece Almanya’ya yapılan işçi alımı nedeniyle Almanya’ya gidenler dışında göç olgusu ile henüz tanışmamıştı ülke. Doğu ile Güneydoğu bölgesi ise gelişmeleri bir kaç tık geriden takip ettiği için bize çok yabancıydı şehir hayatı ve ona ait şeyler.

    Şehir hayatına dair hatırladığım şeyler dedemin elimden tutarak beni ayakkabı, üst baş almak üzere ilçeye götürmesine aitti. Bir de babam şehre gittiğinde eve dönerken getirdiği tırnaklı pideler olurdu.

    Şehir pidesi o zamanlar köyde tandırda yapılan ekmekten farklı olarak daha beyaz ve lezzeti de farklı olurdu. Tarım toplumu ektiği buğdaydan bir yıla yetecek kadar ayırarak değirmende öğütüp un yapardı. Tam buğday unlu olması nedeniyle şehirdeki undan farklı olarak esmer olurdu rengi. Mercimek de aynı şekilde ektiğimiz mercimekten ayrılırdı. Peynir ve daha niceleri köylü ürettiğini tüketirdi genel olarak.

    Kırsalda yaşayan tarım toplumunun Kürt çocukları, tek kelime Türkçe bilmeden başladığımız okulda, bir öğretmen tarafından beş sınıfın hepsine tek derslikte birden ders vermeye çalışan, nereli olduğunu hatırlamadığım, 75 kilo civarında, düz saçlı, 1.60 boylarında, bıyıklı, buğday tenli bir eğitmen ile baş başa bırakılmıştık. Dilimiz aynı değildi. O mu ilk önce o mu Kürtçe öğrenecekti, biz mi Türkçe öğrenecektik? Nasıl olacaktı? Küçük bir çocuk olmama rağmen kör bir kuyuya düşmüş gibi hissetmiştim olup biteni anlayınca.

    Benim o yaşlarda bile garipsediğim bu tuhaf durumun normal karşılanması çok tuhaftı. Cumhuriyet 1923’te ilan edilmiş, 63 yıl sonra ben okula başlamıştım. Üstelik sadece Kürtler de değil. Bu coğrafyanın asli unsuru olan Kürtler ile birlikte Zaza ve Araplar da bizim yaşadığımız sorunu yaşıyorlardı. 

    Bu nasıl bir milli eğitimdi? Ülkede yabancı dil ile eğitim veren Amerikan, Alman, Fransız, İngiliz, Rus ve bilmem daha başka ülkenin okulları gayet rahat bir şekilde eğitim faaliyetlerine Milli Eğitim Bakanlığına bağlı olarak sürdürürken, biz bu toprakların vatanın sahibi olan Kürt ve diğer Türk olmayan vatandaşlar, Milli Eğitimin pek umurunda olmamış olmalıyız ki, 63 yıl sonra okula başlayan ben, anadilim ile eğitim görme olanağından mahrumdum. Bölgeye bunları reva gören, benim başlamadan biten eğitim hayatımı kim ve kimler bu yöntemle benden çalmıştı?

    Kürtlerin eğitimini sabote ederek nasıl bir şey hedeflemişlerdi? Gelişmiş bazı ülkelerde birden fazla resmi dil varken, neden bize bu fazla görülmüştü? Bu yöntem ile elimizden alınan eğitim ile kim nereye varmak istiyordu? Bu yapı nasıl sorunlar üretirdi? Hesabı yapılmış mıydı? Ülkeyi yönetenler yarım asrı aşkın bir zaman sonra bile bu yaklaşımı neyle izah edebilirdi?

    Peki sonraları bölge insanı nasıl Türkçe öğrenmişti? O da devletin marifeti değildi. Küreselleşen dünyada kitle iletişim araçları yaygınlaşmıştı. Her eve giren televizyon sayesinde çocuklar çizgi film ve film izleyerek Türkçeyi öğrenmişlerdi. Üstelik sadece doğudaki Kürtler değil, Irak'ın kuzeyinde yaşayan Kürtler de aynı şekilde, sınırları ayrı olmasına rağmen izledikleri Türk televizyonları sayesinde gayet anlaşılır bir İstanbul Türkçesi konuşur duruma gelmişti.



    Darbelerden sonra askerin postalları ile tanışmak durumunda kalan, genel itibariyle kırsalda tarım ve hayvancılık ile uğraşan bu insanlar, kendilerine reva görülen uygulamalara pek ses çıkarmamıştı. Ta ki oraya yapılan kısıtlayıcı uygulamaların ülke ve dünya ölçeğinde karşılığı olmadığını savunan sosyalist-marksist gençler çıkana kadar. Aslında kırsalda yaşayan insanların, ortalama bir Kürdün, ne Karl Marx ne de Friedrich Engels ile bir bağı olabilirdi. Anlamazdı marksizmden veya sosyalizmden.

    Aradan geçen bunca zamana rağmen, hala kırsalda yaşayan ortalama bir Kürt Marksizmden anlamaz. Hayatında bir şeye karşılık gelmediği için varlığı veya yokluğu onun için pek bir şey ifade etmez. Nasıl etsin? Sosyalizm, genelde işçi sınıfının mensubu olduğu bir yapıydı. Oysa bölge insanı, halen kırsalda yaşayan, geleneksel yöntemlerle tarım ve hayvancılık yapan, sanayinin varlığından bihaberdi. Okuma-yazma oranı bir yana, Türkçe konuşabilen insan sayısının, toplumun genelinin içinde varlığı veya yokluğu fark edilmeyecek kadar az kişilerce bilinirdi. Böyle bir yapının Marksist olmak ile suçlamak, akıl ile alay etmekti.

    Genelde kırsalda yaşayan, tarım ve hayvancılık yaparak geçimini sağlayan ve ezici çoğunluğunun eğitim hayatı olmamış, Türkçe dahi bilmeyen bu insanların Marksizmden bir şeyler anlamaları, ideolojinin onların hayatındaki iz dönüşümünü görerek bir örgütlenme içerisinde olmaları elbette düşünülemezdi.

    Realite şuydu: Kendilerine kısıtlayıcı uygulamaları reva görenlere karşı bir tepki ile isyan etmişlerdi. Hepsi bu. Ne ülke gerçeklerinden anlardı bu kırsal kesim, ne de dünya ölçeğinde olup bitenlerden. Onların uzmanlık alanı geleneksel yöntemlerle tarım ve hayvancılık yapmaktı.

    Örgütü destekleyenler başlarına nasıl bir bela aldıklarını bile bilmiyordu. Üstelik örgüt genelde kendisine destek vermeyen Kürtlere yaptırım ile başlamıştı işe.

    Bir yandan devlete isyan ederek silahlı bir mücadelenin içinde girerken, diğer taraftan kendisine destek vermeyen örgüte; çocuklarının militan olarak katılmasına sıcak bakmayan, ekonomik olarak bir katkı yapmayı düşünmeyenler örgütün hedefi haline gelmişti.

    Artık sahada iki yaptırım uygulayan güç vardı: Biri devlet, diğeri örgüt. Bölge insanı devlete sadık kalsa, negatif uygulamalarına rağmen örgüt ile başı belaya giriyordu. Örgüte katılım veya yardımda bulunursa bu sefer devletin terörist tanımını içine giriyordu.

    Eli silahlı iki otoriteli bir bölgede yaşamak, sirkte ip üzerinde cambazlık yapmaktan daha da ileri bir beceri isterdi. Ve bölge insanının çoğu bunu başaramadı. Ya örgüte meyil etti, ya da devlete. Gündüz otorite devlet, gece ise meydan örgüte kalıyordu. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık hali.

    Artık askeri cunta postalları altında ezilen Kürtlerin dışında, bazılarının elinde silah da vardı.

    Hiçbir şekilde müdahil olmadıkları, düşük yoğunluklu bir savaşın tam ortasında kalmıştı bölge insanı. Savaş demek yıkım demekti. Artık yavaş da olsa ilerleme kaydetmek yerine, yıkımı yaşamak zorunda kalınıyordu. Bu net bir biçimde geriye gidişti ve bu insan ömrünün uzunluğu baz alındığında, yitik jenerasyonlar demekti. Benim jenerasyonum da bu yitik halkalardan birisiydi.

    Olağanüstü hal ile birlikte tam bir operasyon ve çatışma sahasına dönen bölgede hayatın kendi dinamikleri içerisinde devam etmesi olanağı kalmamıştı. Kırsalda hayvancılık artık yapılamaz duruma gelmişti. Ben bunu küçük bir çocuk olmama rağmen, dedem hayvancılık ile uğraştığı için çok net görmüştüm.

    Artık can ve mal güvenliği yoktu. Hayvancılık ile uğraşan herkes yaz aylarında yaylaya çıkmak zorundaydı, hayvanları ile birlikte. Ekilenler tarım alanları sürülerin hareket alanlarını daraltıyor, onların yayılarak doymalarına engel oluyordu. Dahası, yaz ayları bölgede çok sıcak geçerdi. Sıcaktan hayvanlar otlamaz, gündüz ahırda yatan hayvanlar gece boyu otlatılırdı.

    Peki şimdi ne olacaktı? Artık geceleri dışarı çıkmak mayın tarlasında yürüyüş yapmak ile eşdeğerdi. Geceyi dışarıda geçirmek her an hayatınıza mal olabilirdi ve bunu yaz sezonu boyunca bir değil, her gece tekrarlamak kesinkes kışa ulaşamayacağınız anlamına gelirdi.

    Hayvanlar aç kalamazdı. Onlar ne şartların zorluğu ne de iklimin elverişli olup olmamasına bakardı. Ya dışarı çıkaracak, otlatacaktınız ya da yemlemek durumunda kalacaktınız. Hayvancılıkla uğraşan insanlar ne cenaze, ne bayram ne de düğün günlerinde hayvanları ihmal edemezdi. Birisi olmazsa mutlaka bir diğeri hayvanları otlatmak zorunda kalırdı.

    Bölge insanı geçim kaynağı ile hayatı arasında seçim yapmak durumunda kalınca, tercihi sürdürülemez bir geçim kaynağında ısrar edip bu uğurda hayatından olmak yerine, tabii ki hayatta kalmayı seçerek hayvancılık faaliyetine son vermek durumunda kaldı.

    Başka çaresi olmadığı için ısrarcı olup da hayatını kaybeden insan sayısı da ciddi rakamlara ulaşmıştı. Onların başına gelene bakarak tehlikenin ne kadar büyük olduğunu gördükten sonra hayvancılıktan tamamen el çekildi. Kırsaldaki tarım toplumu, geçim kaynaklarını bırakıp ne yapacaklarını bilmedikleri şehre bilinçsizce göç etmek zorunda kaldı.

    Zaten sanayileşmemiş bölgenin geçim kaynaklarından birisi olan hayvancılık, bölgedeki kaos nedeniyle yapılamaz duruma gelmiş, bölge ekonomisini besleyen damarlardan biri kesilmişti. Çok da dinamik olmayan şehir hayatı ıssızlaşmıştı bir anda. Geriye tarım kalıyordu. Onu da sürdürmek kolay değildi. Açık arazide hedef olmanız sürpriz olmayan alışılmış bir duruma dönüşmüştü.

    Meralar korkutucu bir ıssızlığa mahkum edilmişti. Öyle ki oraya gidenin geri gelme garantisi yoktu. Berivanların zarafetine hasret kalan meralar, artık kaşları çatık, eli silahlı, gece gündüz üniformalı veya üniformasız kendisini aşındıranlara tanıklık ediyordu. Her şey bir anda tahmin edilmesi çok zor bir yere gelmişti.


    Bu kadar haksızlık niyeydi? Çünkü yapabiliyorlar ve yanlarına kar kalacağından emin idiler. Eğer öyle olmasaydı, muhtemelen bu kadar zalimleşmezlerdi.

    Temiz kişilikli insanlar pis şeylerden tiksinti duyardı. Fakat kumaşı gereği pislikten beslenen kişiler, pislik ile oynamaktan haz alıyordu. 

    Sonuçlar üzerinden okuma yapmak çok da zor değildi. Veriler, olup bitenler her neyse zaten olmuştu. Gözünün önünde olup bitenleri doğru anlamadan yoksun, kıt akıllı bu vasat yetkililerle kim bilir daha neler gelecekti ülkenin başına.

    Yakın geçmişte yaşanmış olayları doğru analizden yoksun siyaset veya bürokrat tipolojisi mide bulandırıyordu. Bunlar ile dünya ölçeğinde bir gelişmişlik seviyesine ulaşmak olanaksızdı. Basiretten yoksun idiler, bu netti.

    Hayvancılık bölgede asayişin olmaması, can ve mal güvenliğinden endişe eden kırsal kesimin sektörden el çekmesiyle olmuştu. 

    Bölgenin bir diğer geçim kaynağı olan geleneksel yöntemlerle yapılan tarım da asayiş sorunlarından nasibini almıştı. Uçsuz bucaksız tarım arazilerine sahip bölge potansiyelini kullanamamıştı.

    Makinalaşma çok yoğun değildi. Bölge çiftçisinin kullandığı mercimekler tırpan ile tırpancılar tarafından biçilir, tırmık ile kümeler haline getirilir, dirgen marifetiyle traktör römorklarına yüklenerek harman alanına kuruması için getirilip bekletilirdi. Harman yerindeki mercimek kümeleri çocuklara doğal oyun alanına dönüşürdü. Saklambaç oynarken kümelerin içine gömülerek saklanmak oldukça keyifliydi.

    Kümeler kuruyarak artık sapından ayrılma zamanı gelince, traktörün arkasına takılan tarım aleti ile kümeler daire şeklinde dıştan içeriye doğru ezilerek sap ile tanelerinin birbirinden ayrılması sağlanırdı.

    Son aşamada saman ile mercimeğin birbirinden ayrılma süreci başlardı. Bu da çok zahmetli bir iş oluverirdi. Bölgede yazları çok sıcak geçer, rüzgar pek olmazdı. Harmanda birbirinden ayrılması gereken hasadın ise rüzgara ihtiyacı vardı.

    Bu sefer rüzgarı gözetleme nöbeti başlardı. Rüzgar başlar başlamaz, elinde bir dirgen ile hazır bekleyen hasadını savururdu. Savrulan hasadın taneleri daha yakın, saman ise daha uzağa düşerek birbirinden ayrılırdı. Bu süreç rüzgarın kesilmesiyle sekteye uğrardı. Tabii her rüzgar da işe yaramazdı. Ancak kuzeyden güneye doğru esiyorsa bir işe yarardı. Yoksa ters rüzgarda harmanı yellemek ayrılan taneleri saman ile karıştırmak olurdu. İşte bu zorlu süreçlerin sonunda mercimeği satmaya gelirdi sıra.


    Benim okul çağımda bölgenin şartları böyleydi. Ben de okula başlamıştım. O zamanlar dışarıda coğrafya terörü yaşıyordu. Öğretmenin bize okulda uyguladığı şiddet terör boyutundaydı. Bir metrelik cetvel ile vurarak cezalandırırdı sorduklarına doğru cevabı vermeyenleri. Ben ve okula yeni başlamış olan 1. sınıf öğrencileri zaten Türkçeyi bilmiyorduk. Diğer sınıflar çat pat bir şeyler öğrenmişti. Bana sorduğunu anlamıyordum ki cevap verebilseydim. Olmayan cevabın cezası ise bütün gücünü kullanan koca bir adamın burnundan soluyarak o küçücük ellerimize bir metrelik cetvelle hışımla vurması olurdu.

    Öğretmenden dayak yemek bütün sınıfın bir rutini idi. Her çocuk günde en az bir kere ya tokatlanır ya da cetvel ile dayak yerdi. Öyle ki elimin acısını dindirmek için dizlerimin arasına koyar, dizlerim ile baskı uygulayarak acıyı hafifletmeye çalıştığımı hiç unutmadım. Yediğimiz dayağı kimseye söylemiyorduk. Ne anneye ne de babaya. Sanırım sonrasında olacaklar ürkütücü geliyordu bize. Zira bir gün sonra tekrar öğretmen efendi ile baş başa kalacaktık.

    Eğitim ile görevli olan bir yetişkinin, devletin maaşını alarak lojmanında barınarak onun okulunda körpecik Kürt çocuklarına uyguladığı şiddetin volümü çok yüksekti. Öğretmen acaba daha sonra pişman olmuş muydu yaptıklarından? Uyguladığı zulüm sızlatmış mıydı vicdanını? Kendisine eğitim için emanet edilen çocuklara uyguladığı şiddet ile nereye varmak istiyordu? Büyük bir hışım ile var gücünü kullanarak bize vurduğu şiddetli cetvel darbelerinin nedeni ırkımızın Kürt olması mıydı? Hep merak ettiğim fakat cevabını bilmediğim sorular güncelliğini hayatım boyunca koruyacaktı.


    İlk gençlik yıllarından itibaren anadilde eğitimin artık fizibil olmadığını düşünecekti Taha. Kendi diline karşı bir tutum değildi bu. Ülke gerçekleriyle ilgiliydi. Bir bakanlık düşünün ki neredeyse bir asra yaklaşan tarihiyle ülkede Türkçe eğitim vermeye çalışıyordu. Veriyor demek iyimser bir yaklaşım olurdu. Vermeye çalıştığı şeyi eline yüzüne bulaştırmıştı.

    Ülkede eğitiminin geçmişi utanç kategorisine girerdi. Böyle bir başarısızlığa sahip bir kurumun Kürtçe eğitim vermeye kalksa bile bunu beceremeyeceği belliydi. Taha, kendisi gibi yitik jenerasyonları bir kenara bırakarak, küreselleşen dünyada kitle iletişim araçlarından Türkçeyi öğrenmiş Kürt çocuklarının Türkçe eğitim ile devam etmesi gerektiğini düşünecekti. Tabii buna eğitim demek biraz zorlama bir yaklaşımdı. Ülkede eğitimcilerin rüştünü ispatladığını söylemek kolay değildi. Vasat tipolojinin eğittiği çocuklar da genelde vasat olurdu. İşin ehli olmayanların elinden çıkan şey ne olursa olsun özgün olmaktan uzak olurdu.






    URFA 1990'LI YILLAR

    Yıllar yılı takip etmiş, ben 14 yaşına gelmiştim. Bölgede ekonomik olarak yaprak kımıldamıyor, köyler boşaltılmış, örgüt ile devlet güçleri arasında sıkışan halk ya büyük şehirlere göç etmiş veya sefalete mahkûm bir hayat yaşamak durumunda kalmıştı. Plakasız Toros otomobillere binenler bir daha geri gelmiyor, geri gelmeyen şahsın çocuk, kardeş, kuzen, hasım, akrabaları örgüte katılım sağlıyor, dağa çıkmazsa bile yardım ve yataklık ederek örgüt faaliyetlerine iştirak ediyordu.

    Hayatını kaybeden, işkenceye uğrayan, gözaltında kaybolan, kendisinden bir daha haber alınamayan herkes örgütün gücüne güç katıyordu. Örgüt kendi haklılığını kanıtlamak için insan hakları ihlallerini kullanmaktan geri durmuyor, tek çıkış yolunun silahlı mücadele olduğunu empoze ediyordu.

    Katı faşizan uygulamalar ile örgütün istediği şey altın tepside sunuluyor, her baskıcı yaptırım örgüte yarıyordu. Genelde kırsalda yaşayan, doğru düzgün bir eğitim hayatı olmamış, ekonomik olarak geleceği parlak olmayan, baskılardan bıkmış örgüt militanlarına ulaşmakta sorun yaşamayan gençler örgüte katılım sağlayarak içinde bulundukları şartları aşmaya çalışıyorlardı. 

    Anlamadığım bir şey vardı: Nasıl olmuştu da ben örgüte katılmamıştım? Bu devasa kara delik beni ne olmuştu da yutmamıştı? Oysa silahlara aşinaydım ve silahlar bana çok cazip  gelirdi. Gelecek olarak ortada herhangi bir iyimser hedef yokken bana hedef olarak kendime ait bir AK-47 yani Kalaşnikof bile örgüte çekmeye yeterdi.

    Zaten katılımdan sonraki süreç karanlıktı. Kimse gerçekte neler olup bittiğini bilmiyordu. İlk adımı atana kadar etken, adım attıktan sonra edilgendiniz. Olay sizin kontrolünüzden çıkıyor, hayatınız artık başkalarının tercihleri ile şekilleniyordu. Eğer şans faktörü yanınızda ise ve hayatta kalmış iseniz tabii ki. Yoksa kısa bir süre sonra gencecik yaşta gerçekte neyin parçası olduğunu bilinmediği bir örgütün emelleri uğruna hayatın bir dağın başında yarı aç yarı tok son bulması en beklendik şeydi.

    Bölge Teksas'a dönmüştü. Bu saf tarım toplumunun kime nasıl bir tehditleri olabilirdi? Çağdaş olduğunu savunan yöneticiler batıya övgüler düzmekten geri kalmazdı fakat tersi uygulamaları kendi vatandaşlarına reva görüyorlardı.

    Dili üzerinden bile bölge halkına baskı vardı. Köye jandarma baskını olduğu zaman zulalara silahların yanında Kürtçe kasetler de girerdi. Ateşli silahlar ile eşit muameleye tabi tutulan Kürtçe kasetleri yaşadığım sürece unutmayacağım.

    Jandarma köye baskın düzenlediğinde, bir köye giderken içinden geçtiği diğer köy bir şekilde bir sonrakine haber gönderir ve jandarma baskınını haberdar ederdi. Bu sayede hazırlıksız yakalanma ihtimalini ortadan kaldırırdı. Bu sistem asla sekmez, mutlaka işlerdi. Velev ki gece olsun, eğer asker köy yollarını kullanıyorsa sonuç değişmezdi. Fakat araç kullanmayarak intikal etmişlerse o zaman başkaydı. Köy ansızın baskına uğrardı ve ne olup bittiğini anlamadan hazırlıksız yakalanırdı.

    Ben 14 yaşında köyü korumak için gece kalaşnikofla nöbet tutardım. Zira bölgede asayiş yoktu. Ya köyü boşaltarak gitmeniz gerekiyordu ya da kendi güvenliğinizi kendiniz sağlamak durumunda kalıyordu uz. Silahlara olan kişisel merakım nöbet tutma konusunda beni bir hayli istekli hale getirmişti. Şüphesiz zordu. Gecenin karanlığında insanlar yataklarında uyurken siz o soğuğa rağmen çatılarda mevzilenmiş, uykusuz geçirirdiniz geceyi.

    Yaşınızın dünyada kabul gördüğü üzere çocuk sayılan 14 olması hiçbir şey değiştirmezdi. Her köyde kadınların ve erkeklerin sayısına eşit uzun namlulu silah bulunurdu. Bunlar genelde AK-47 idi.

    Tabanca ise silahtan sayılmazdı. Gene aynı yıl ekim zamanı gelince tarlaya buğday, mercimek, arpa ekmek için gittiğimizde sekiz dokuz yetişkin erkeğin içinde ben de olurdum. Her birimizin elinde uzun namlulu silahlar vardı. İşte hayvancılığın bittiği bölgede tarım bu şartlar altında yapılıyordu. O da zorunluluktan yoksa açlıkla yüz yüze gelinirdi.


    Bu yaptırımlara maruz kalan Taha'yı teselli eden tek şey, Gazali'ye ait okumalardı. Lakabı "Hüccetül İslam" olan alimin tespitlerinde duruluyor, kendisine yaptırım uygulayan odağa karşı orantısız şiddet eylemlerine yönelmekten onu alıkoyuyordu. Yoksa sabretmek imkansızdı. Kesinlikle hayatına mal olsa bile karşı koyardı. Bu hissiyatı ancak dalga boyu bu kadar yüksek ve uzun süren yaptırımlara maruz kalanlar bilebilirdi. Taha'nın teselli bulduğu Gazali'ye ait en can alıcı tespiti özetle şöyleydi:

    Kişi karşı tarafı rahatsız eden bakışlardan bile hesaba çekilecektir.

    Bunun böyle olduğuna inancı tamdı Taha'nın. Bakışın hesabı bile var ise ona reva görülen uygulamalar kimsenin yanına kar kalmayacak demektir. Onu agresif şiddet eylemlerinden alıkoyan, sabır etmesini sağlayan tutan tek şey buydu. Yoksa tahammül edilecek boyutları çoktan aşmıştı yaşadıkları.

    Ne olmuştu da bu hale gelmişti? Oysa daha yakın geçmişte dumanı tüten Kurtuluş Savaşı'nda durum hiçte öyle değildi. Emperyalist güçlere karşı nizami ordudan yoksun Kürt aşiretleri, emperyal Fransa'ya karşı savaşarak büyük bir bedel ödemelerine rağmen işgale karşı mücadeleden vazgeçmemişlerdi. En sonunda şehri terk etmezlerse aşiretlere verdikleri zayiatlar ile eriyip bitmenin yakın olduğunu anlayan Fransızlar, tutunamayacaklarını anlamış ve şehri terk ederek işgali sonlandırmayı kabul etmişlerdi. Urfa'dan Cerablus'a güvenli bir koridor açılmasında mutabık kalarak Urfa'dan çıkıp gitmişlerdi. Cerablus’a giderken yolda taşkınlık yapan Fransız askerleri, tepelerine çöken Urfa'lı aşiretlerce tarumar edilmiş, geriye kalan 100 askeri de esir alarak Urfa'daki Fransız egemenliğine son vermişlerdi.

    Bu nasıl ters yüz oluştu? Ülkeyi kurtaran halkın tehdit olarak algılanması nasıl hastalıklı bir kafanın ürünüydü? Fransızları Urfa'dan sürenlerin torunları şimdi sürgün için kendisine yurt aramak zorunda kalıyordu. Kaos, kayıplar, işkencede ölenler, asit kuyuları, plakasız Toros otomobiller, köy boşaltmaları, Avrupa ülkelerine siyasi sığınma talebinde bulunanlar ile geçen birbirini takip eden çok uzun yıllar yaşadı bölge.




    VE 2000'LER

    Bölgede çatışma ortamı ortadan kalkmış, olağanüstü hal uygulaması kademeli olarak kaldırılmıştı. Daha önce rant kapısına dönmüş olan Habur sınır kapısındaki uygulamalar askıya alınmış, ticaret yapan herkese kapı sonuna kadar açılmıştı.

    Irak'a ABD müdahalesi asayiş sorununu da beraberinde getirmişti. Bu asayiş sorunları nedeniyle ülkenin ticareti kuzeye, yani Kürdistan Federal Bölgesi'ne kaymıştı. Oranın dünyaya açılan tek kapısı ise Türkiye'nin Habur sınır kapısıydı. Bu nedenle ülkenin bütün ticareti Habur üzerinden yapılmakta, Kürdistan Bölgesi Irak ekonomisinin kalbi konumuna yükselmişti.

    Ben de yirmili yaşların ortasında iken Irak'ın kuzeyine ticari faaliyetler için gitmiştim. Bu iş seyahatleri sayesinde siyasi otonomiye sahip olan Kürdistan Özerk Bölgesi'nin hepsini gezmiş, her şehre defalarca gitmiş, insanların arasına karışarak gerçekte buranın nasıl bir geleceğin beklediğini gözlemlemeye çalışmıştım.

    Kürdistan Federal Bölgesi de tarım toplumuydu. Bölge insanının samimiyeti beni kendimden utandırmıştı. Süleymaniye'yi ise seküler bir gelecek bekliyordu. Şehrin girişinde Kerkük'ten Süleymaniye'ye giderseniz kadın özgürlüğünü sembolize eden bileklerindeki zinciri kıran kadın heykeli karşılardı sizi. Üzerindeki kıyafeti vücut hatlarına net biçimde ortaya koyan heykel size şehrin karakteri ve ileride akıbeti hakkında nereye doğru evrileceğine dair fikir veriyordu.

    Burada da halk ile yönetici elitlerin dünya görüşü ile yaşam biçimleri taban tabana zıttı. Bölgeyi kucaklamak üzere seküler bir yaşam tarzı kollarını açmış bekliyordu. Ne de olsa Irak'ın üçe bölünmesi ta 1930'lara dayanan plandı ve artık bölünmenin formasyonu da rengini belli etmişti. 

    Seküler yaşam tarzı inançlı Kürtlere göre değildi. Fakat onları dönüştürmeyi de ihmal etmiyorlar, her cephede adeta savaş verircesine çaba sarf ediyorlardı.

    Kürdistan'da şehir merkezlerinde genellikle daha fazla zaman geçirdiğim Zaho'da Amerikan askerlerinin kendi ülkelerindeki kadar rahat üniformaları ile gezmeleri, dönüşümün nereye vardığının göstergesiydi. İyi çalışmışlardı. Bundan şüphe yoktu. Bunu gözlemlemek o kadar zor değildi. Süreç bana çok tanıdık geliyordu. Türkiye'nin yaşamış olduğu parametrelerin izdüşümünü burada görmek mümkündü.



    Kurtuluş Savaşı'nda doğrudan bedel ödemiş Urfalılara, kurtuluş savaşında cephesi dahi olmayan illerin mensupları ve hatta Balkanlardan göç etmişlerin ırkçılık yaparak bizi ötekileştirmesi çileden çıkmama yetiyordu. Sınırların belirlenmesinde etkili olan bedel ödeyen Urfalı olarak ben, kurtuluş savaşında neredeyse hiç bedel ödememiş kişilerce vatan hainine yakın bir muameleye tabi tutuluyordum.

    Aslında her şeyi dillendiremiyorlardı gelecek tepkilerden korkarak. Ellerinden gelse bazıları bizi ülkeden çıkaracaktı ki zaten bunu yapmışlardı.

    Şunu kafatasçı faşistlerin anlaması gerekiyordu: Bu ülkenin asli unsuru idik ve büyük bir bedel ödeyerek ülke sınırlarına doğrudan etki etmiştik. Kendisini Türk milliyetçisi olarak görenlerin bu ülkede ne kadar hakkı varsa benim de en az o kadar hakkım vardı. Bu anlaşılmalıydı. Et kafalıların bunu anlamasını beklemek saflık olurdu. Fakat tarihe not düşmek adına bunu dile getirmek benim borcumdu ve ben borcuma sadık bir Kürt idim. Fakat bu her zaman böyle olmazdı. Borcuna sadık olmayanlar da vardı. Özellikle söz konusu olan şey devlet malı olunca. Bölge insanından bazılarının kaçak elektriğe meylinin altında devletin bölge insanıyla olan ilişkisi yatıyordu. Madem onlara onca şeyi reva görüyordu, buna bir karşılık verme içgüdüsü ile yapılıyordu. Bu karşı koyarken terörist kategorisinden uzakta durmaktı kaçak elektrik kullanmanın altında yatan psikoloji buydu.

    Elbette kaçak elektriğe bir kılıf uydurma gibi bir derdim yoktu. Fakat şimdiye kadar doğuda halkın kaçağa olan meylini bu şekilde doğru analiz eden hiç kimseye rastlamamıştım. Açıktan yaptırımlara karşı koyamadığı bir gücün karşısında hiçbir şey yapmamış olmak için işlenirdi bu hak yeme eylemi.

    Madem hak hukuk vardı (öbür dünyada şüphesiz ki vardı), o halde kullandıkları kaçak elektriğe rağmen bir hayli alacaklıydılar kendilerine karşı işlenen cürümler nedeniyle. Öyleyse kullanmakta bir beis yoktu. Geriye sadece kaçağı yapma şekli üzerinde kafa yorarak yakalanmamak kalıyordu. Ve bu konuda uzmanlaşmıştı bölge insanı.

    Daha neler vardı mesela şu ünvan meselesi. Maraş ve Antep gibi bedel ödemeyi göze alarak düşmana karşı kahramanca savaşan Urfa, şanlı ünvanını almak için Turgut Özal dönemini 1984 senesini bekleyecekti. 61 yıl sonra hakkı ancak teslim edilecekti. Bu ikircikli uygulamanın nedeni neydi? Sadece bu unvan meselesi üzerinden bir okuma yapılacak olunsa bile bölge insanına hangi gözle bakıldığı net bir şekilde kendini gösterirdi.



    BALIKLIGÖL 2033

    İbrahim, ne kadar da değişmişti. Oysa biz akrandık. Ne olmuş sana diyecektim ki birden, 17 yıl sonrasında yaşadığımı anımsadım ve sormaktan vazgeçtim.

    Taha, gözlerime inanamıyorum. Hiç değişmemişsin sanki gençlik yıllarına takılı kalmışsın.

    Evet, İbrahim, sen de çok değil, biraz yaşlanmışsın o kadar. Derken yüzünde muzip bir gülümseme belirdi. O da sende değişmemişsin demek isterdi, lakin bunu söylemeye yol bulmak olanaksızdı.

    Birden kayboldun. Neredeydin? Bu kadar genç kalmayı nasıl başardın? İnanamıyorum, Taha. Hiç değişmemişsin. Kendini ifade ediş biçimin, mimiklerin bile aynı. Gel, memlekete ne zaman geldin?

    Derken birbirine sarılıyordu iki arkadaş.

    Aslına bakarsan, az önce senden yaklaşık olarak yarım saat önce geldim.

    Nereye gidiyorsun? Diye sorarken koluna girdi Taha'nın İbrahim.

    Sanırım gidecek yerim yok.

    Nasıl gidecek yerim yok? Biz ne güne duruyoruz? Hadi eve gidelim.

    Diyerek evin olduğu tarafa doğru yöneldi İbrahim.

    Tamam, sen neler yaptın?

    Bildiğin gibi evlendim. Sana ulaşmaya çalıştım, fakat bir türlü izini bulamadım. En son İstanbul'daydın, sonrası yok. Şimdi söyle bakalım, neredeydin?

    Anlatması çok uzun sürer. Sonra konuşuruz. Evlendiğine göre çocuğun vardır.

     Evet, iki tane. Biri kız, biri erkek. Çocuklar da büyüdü artık. Kız 14 yaşında, erkek 12. Zaman su gibi akıp geçti. Çocuklar büyüdüğüne göre ben de yaşlanıyorum demektir.


    Merhaba Zeynep, Taha benim on beş yıllık görüşmediğimiz, on yedi yılı da katarsak otuz iki yıllık arkadaşım. Birden bire bağlantımız koptu, nerede olduğunu bilmiyordum. Az önce Balıklıgöl'de karşılaştık.

    Hoşgeldiniz. Taha bey çok genç görünüyor. Öğrencin mi yoksa? Sorusu ile eşinin söylediğini kavramaya çalışıyordu Zeynep.

    Aslında değil, aynı yaştayız. Fakat o hiç yaşlanmamış.

    Hoş bulduk yenge. Taha başı ile selamladı Zeynep'i.

    Şöyle geç bakalım, açsındır. Zeynep hemen bir şeyler hazırlar, açtır Taha.

    Hemen. Diyerek tam salondan ayrılmak için dönüyordu ki Zeynep. 

    Acele etme yenge, pek aç değilim. Aslında iştahım da yok.

    Olmaz öyle şey, burası Urfa. Biz Halil İbrahim sofrasının sahibiyiz. Misafir önce yemek yer. Diye üsteledi Zeynep. 

    Taha da Urfa'lı Zeynep.

    Tamam o zaman yemeğe itiraz etmesinin bir anlamı kalmadı. Diye yemek hazırlamak için salondan çıktı Zeynep.

    Burada neler olup bitiyor. Urfa'yı nasıl bıraktım ise öylece duruyor. Hiç değişmemiş, hatta geriye gidiş bile var.

    Anlaşılan senin hiçbir şeyden haberin yok.

    Evet yok.

    Anlatayım, o zaman darbeden sonra burada ayaklanmalar oldu. Otoriteden söz etmek artık zordu. Darbe olmuş, asayiş sağlanamaz duruma gelmiş, neyin ne olduğu belli değildi. Sokak çatışmaları birbirini izledi. Artık sınırları tartışma konusu olsa da, burada Batı destekli bir Kürt devleti var. Adı Kuzey Kürdistan. Şimdilerde ise burası ile diğer üç parça Kürdistan'ın birleştirilmesi konuşuluyor. Dört federasyondan oluşan bir devlet planlanıyor.

    Ekonomi kötü, eskiye arıyoruz. Seküler düzene itiraz eden herkes fundamentalist olarak yorumlanıp dinci terörist muamelesi görme riskiyle karşı karşıya kalıyor. Tabii teröristle mücadelede silah ile oluyor bu coğrafyada. Namlunun ucunda her zaman sıradan insanlar oldu.

    Taha, ben Kürtçe okuyup yazmayı öğrenemedim. Eğitim artık Kürtçe. Bir zamanlar talep edilip verilmeyen, şimdi ise biz istemiyoruz, fakat artık onlar böyle istiyor. Bilmediğimiz bir dil olan Türkçe ile eğitime başlamanın dezavantajı hayatımız boyunca yaşadık. Bu sefer Kürtçe eğitim var fakat biz okuma yazma bilmiyoruz. Bir ömre iki cahillik sığdırdık. Bu nasıl bir bahtsızlık, Taha. Burası nasıl bir coğrafya?

    Derken kederlenmişti İbrahim.

    Osmanlı yıkılıp cumhuriyet kurulunca aynı şey yapılmış, alfabe değişmiş, insanlar sıfırdan başlamak durumunda kalmıştı. Artık o insanları daha iyi anlıyorum. Benim başıma gelince gerçekte neler yaşayıp hissettiklerini anladım. Bir anda cahil kalıyorsunuz. Sistem sizi onu anlayıp anlayamayacağınıza aldırmadan işlerini devam ettiriyor. 

    Bizim eğitimimiz bilmediğimiz bir dilde başlamıştı. Şimdi mağdurlar maruz kaldıklarını başkalarına reva görüyor. Zaza ile Araplar bu uygulamadan nasibine düşeni fazlasıyla alıyor.

    Bizim elimizden bir şey gelmiyor. İtiraz edenin kalemi kırılıyor. Tıpkı doksanlı yıllarda olduğu gibi. Sadece yöntem araçları değişti. Plakasız toroslar yok, asit kuyuları yok. Fakat uygulama aynı. Baskı altındaki Arap ve Zazalar isyan eder. O zaman burası da belki bölünecek ve bölüne bölüne küçüldükçe küçülecek. Ulus devlet kavramını ortaya ilk atan sanırım bunun bu şekilde olacağını ön görmemişti. Ulus devlet ile başımıza gelecek olan şey sanırım şehir bazında bölünmeye kadar gidecek. Tarihteki şehir devletlerine geri mi dönüyoruz? Bir zamanlar Türkiye’nin yaşamış olduğu tüm negatifleri yaşayarak ilerliyoruz.


    İbrahim karakter olarak spesifikti. O kadar çok eğilim ve ince zevklere sahipti ki neredeyse hiçbir şeye kayıtsız kalmaz, yöneldiği her konunun tam kavrayıp anlayana kadar sükun bulmazdı. İlgi alanları kuzey ile güney arasındaki fark kadar değişiklik gösterirdi.

    Bulanıktı. O kadar zengin yaşamak istemesine rağmen olayların içyüzü nitelikle olan ilişkisine karşı kendisini bulmuş bir karakter olduğu da söylenemezdi.

    Derindi. Derinlik onun kişiliğinde anlamını bulurdu. O kadar ki bazen aradığı soruya karşılık gelecek, onu tam bir içtenlik hali ile ikna edecek sonuçlara ramak kala, cevap hemen eşiğindeymiş ama ona kendisini göstermiyormuş gibi bir ruh halini sürekli yaşardı. Karakteri özetlenecek olursa, İbrahim spesifik, bulanık ve derin bir kişilikti.


    Oturdukları salonda, İbrahim'in hiç değişmediğini gösteren, sayıları birkaç bini bulacak kadar kitap vardı. Halen iflah olmaz bir meraklıydı. Einstein'ın "Benim özel bir yeteneğim yok, sadece tutkulu bir meraklıyım." cümlesi sanki İbrahim için söylenmişti. Sorsan hepsini okuduğunu söylerdi. Öyle ki saatlerce, hangi kitabın neyi konu edindiği, ondan ne öğrendiğini, onun üzerindeki etkisini, kitaba kaç puan verdiğini bıkıp usanmadan anlatabilirdi. Daha önce de böyle vakitler geçirdikleri çok olmuştu iki arkadaşın. Ayakta duracak takatleri kalmayana kadar.

    İbrahim'in de Taha'nın da okumaları hiçbir zaman bitmeyecekti. Çağın gereği olan dijital aletlerden okumalar yapmak yerine, biraz tutucu davranırlardı. İlla eliyle tutacaklardı kitabı. Sanki parmakları arasındaki sayfaları hissetmezler ise eksik kalırlardı.

    Dengini bulmak çağın sorunuydu. Kapalı, sanayileşmemiş toplumlarda iletişim kurup kendinizi kıyasladığınız insan sayısı çok azdı. Sizin dar coğrafyanız ile sınırlıydı seçim olanakları. Bu dar çevreden seçim yaparak evlenir ve arkadaş edinirdiniz. Dijital çağ coğrafyanın sınırlarını ortadan kaldırıp dünya ölçeğine taşımıştı. Artık kıyaslamalar dünya ölçeğindeki insanlar ile yapılır olmuştu. Fakat buradaki ilişkiler de plastikti. Dijital dünyada bütün yollar her yere çıkar, aynı zamanda hiçbir yere ulaşmazdı. İbrahim, evlenip bekar kalmak arasında bocalamıştı. Boşa koysa dolmuyor, doluya koysa almama halini yaşamıştı uzun süre.

    Bekar kalsa, daha özgür hareket alanı alabildiğine geniş olurdu. Aldığı veya almadığı kararları sadece kendisini ilgilendirirdi. Dünya denen hayatta yüklenmek durumunda kalacağı sorumlulukların büyük bir kısmından, eş ve baba olmanın ağır yükünden kurtulmuş olurdu.  Öte yandan, karşı konulmaz bir istek duyuyordu: baba olmaya. Neden onun çocuğu olmasındı? Neyi eksikti, özlem duyuyordu sevgi dolu bir eş ile babası olacağı iki çocuğa. 

    Bekar yaşamak isteği gerçekten kaçmak mıydı? Evlenmezse, deneyimlemekten mahrum kalacaktı. Nasıl bir şey olduğunu bilmeyecekti eş ve baba olmanın. 

    Fakat, biraz düşününce ki bu, İbrahim'in zaafı denilebilecek kadar çok daldığı bir şeydi. Şimdi kendisinin yaşadığı ve hiç tat vermeyen yeryüzü serüvenine çocuklarını da dahil etmiş olurdu. İbrahim'e sorulsa, "Dünyada yaşamak ister miydin?" diye cevabı kesinkes hayır olurdu. Izdırap çektiği hayata sırf babalığı deneyimlemek için kendi çocuklarını da dahil etme ihtimali onda huzur bırakmıyordu. Evet, belki eş ve baba olmadan eksik kalırdı. Fakat, ya çocukları da onun gibi yaşarlarsa? Ki zaten öbür türlüsü İbrahim'in çocuklarında olmasını arzulamayacağı bir durumdu. Onlarda da mutlaka hayatı, anlamını sorgulamalı, ızdırabı barındırıyor, bulanık olsa da derin yaşamalıydılar.

    İbrahim, bu ikilemde uzun süre bocaladı. Kendi ruhsal durumunun farkındaydı. Kendisini hırpalayan bu durumun, bir aile kurar ise  daha da kötüleşeceği endişesini taşıyordu.

    Sırra, anlama erişen sükun bulur. Erişemeyen ızdırabı çeker. Aramayan da ham olarak tüketirdi ömrünü. Bitirenler gider, yeni gelenler yine aynı sürecin sıfırdan tekrarı ile baş başa kalırdı.


    Taha, Zeynep'i imha edip gülümseyerek, "Aradığını bulmuşa benziyorsun," dedi. Tabii ki arkadaşının mutluluğuna sevinecekti. Onca negatif arasında gülümsemeye ne kadar da ihtiyacı olduğunu, ne zamandır yüzünde tebessüm olmadığını anımsadı. Ahşap dolabın camından yansıyan yüzünde asılı kalan görüntüsünü seyrederken. 

    "Evet," dedi İbrahim de gülümseyerek. Çok aramış ama bulmuştu. Arayan bulurdu. Gerçekten ne aradığını biliyor ve ona ulaşmak için eylem planı yaparak harekete geçtiyse imkânı yok bulunurdu.

    İbrahim'in aradığını bulduğunu anlamak için sormaya veya gözlem yapmaya gerek yoktu. İlk bakışta bunu anlamak mümkündü. Zira bu çiftte Mikelanj fenomeni gerçekleşmişti. Bu fenomen ancak birbirine çok ilgili eşler arasında gerçekleşirdi. Aralarında hiçbir kan bağı olmayan çiftler belli bir zaman sonra birbirinin yüz hatlarının şeklini almaya başlardı. İbrahim ile Zeynep'te tam olarak bu gerçekleşmişti. Öyle ki Taha'nın gözlemlediği Mikelanj fenomeni arasında ilklerde yer alırdı. Anlaşılan eşlerin birbirine sevgisi çok büyüktü.

    "Beklememe değdi.  Yani tam da turnayı gözünden vurmak dedikleri şey," dedi İbrahim gülümseyerek.

    Değerli olan nedir İbrahim? diyerek muzip bir gülümseme belirdi yüzünde Taha'nın.

    Değerli olan bilmektir, bayağı basit bir temele dayanmayan inkarın aksine. diyerek gülümsedi İbrahim. Onun da hatıraları canlanmıştı. Kim bilir kaç sefer sormuşlardır bu ve benzeri soruları birbirlerine. Eski dost, 17 yıl sonra arkadaşına geçmişi ince bir şekilde anımsatmayı amaçlamıştı ve eskisi gibi tepki almıştı. Mimik hareketleri bile aynıydı. Bakışlarındaki yıpranmış, yüzündeki hüznü saymazsak her şey aynıydı.

    Taha, seninle çoğunlukla mutabık kalmazdık. Her zaman farklı düşünürdük ve perspektif farkı hem bana hem sana iyi gelirdi. Hayatta yaşam savaşı verenlerin üstünde durdukları fakirlik, eğitimsizlik zemininden dolayı suç şebekelerinin ağına çok çabuk düşerler analizleri yapardık. Çoğu kere gözlemlerimiz ile örtüşürdü tesbitlerimiz.

    Evet İbrahim, para ve uygarlık ilişkisi etik ilkelerin güçlünün değer yargılarına bağlı olduğu gerçeğini ortaya koyar. Ekonomik olarak geri kalmış olan toplumların ebeveynleri iyi insanlar olsa bile, akıbetlerinin negatif olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü kuralları ekonomik olarak güçlü olan koyar. Elinde sermayeyi tutan kişinin değer yargıları kabul görür. Ahlaki olmasa bile, kendini paranın gücüyle kabul ettirir. İyi insanlar toplumda dikkate alınmak istiyorlarsa, üretken olmak zorundadırlar. Üreticilikleri parasal bir karşılığa denk gelmiyorsa, asimile olmakla yüz yüze kalırlar. Kendilerine ait ahlaki ilkeleri, fi tarihinde yaşanmış bir toplumun masallarına dönüşür.

    Üretken değilseniz, etken yaşamanız olanaksızdır. Edilgen yaşamaya mahkum bir hayat sürersiniz. İktisat, uygarlığı inşa eden araştır. Uygarlık ve kültür, parayı elinde tutan insanların dünya tasavvuruna göre şekillenir. Yeryüzü uygarlığı aynı zamanda para uygarlığıdır. Ürettiğinden daha fazlasını tüketiyorsa, bir ulus kültürünü, fazla tüketilen ile doğru orantılı bir hızla kaybeder. Farkında varmaksızın olur bu. İnsanı inşa eden üretim süreçleridir.

    Cumhuriyetin kayıp on yılları şehirlere göçleri tetikledi. Şehir hayatı ile ilgili hiçbir pratiği olmayan, eğitimsiz köylünün şehirde bocalayıp başarısız olması en muhtemel sonuçtu.

    Tutunamayan, kayıp giden hayatlar kullanılarak harcanan insanlar, suç örgütlerine payandalık yaparak pisliğe boğazına kadar batanlar, temelde cahil bırakılmalarının sonuçlarını farklı şekillerde yaşadılar. Bir de bunlara ilaveten kendisine reva görülen faşizmi bir sonuç alma yöntemi olarak kullanmaya kalkınca, ortaya acımasız vicdanını bypass etmiş bireyler çıktı. Elinizdeki çekiç ise her sorunu çivi olarak görme eğilimi gösterirsiniz. İşte suç örgütü üyelerinin psikolojik bilinçaltı budur.

    Tabii herkeste aynı sonucu doğurmaz. Ötekileştirmeyi bir bahane olarak kabul edip, içindeki zalime gerekçe oluşturmak da doğru değildir.

    Bilmektir değerli olan. Budala reddeder. İnkarın değerli olanı bilmekten ileri gelendir. İki reddeden, karşı koyan budala ve bilgi arasındaki fark, sonuçları aynı olsa bile birini değerli kılan, bilmekten kaynaklanandır.

    Basiretli yönetici, her enerjiyi doğru şekilde kanalize edebilecek zeminleri oluşturabilendir. Hiçbir insanın ham  enerjisi anarşiye neden olmaz, aksine hayatta zenginlik katan bir renge dönüşür. Hayatta başarılı olmak, bireysel olarak enerjiyi doğru kanalize etmekten geçer.

    Bunun için ilk önce farkındalık gereklidir. Sahip olduğu enerji türünü fark eden onu doğru şekilde kanalize edebilir. Bilinmeyeni yönetmek diye bir deneyime sahip değildir insanlık tarihi. Bu yüzden değerli olan bilmektir.

    İbrahim, "Hep neden devlete karşı negatif tutum içerisindesin? Bir türlü değişmedi bu durum diye sorardım. Nasıl bir değişim, başkalaşım söz konusu mu?" diye sordu. Taha. 

    Sevginin temeli nedir sorusunda gizli senin aradığın cevap. Sevgiye zemin oluşturan adalettir. Adil olmayan bir zeminde sevgi yeşermez. Bize kaç jenerasyondur adil davranmak bir yana, insan gibi bile davranılmadı. Şimdi bana adil davranmak bir yana, zulüm etmiş, en hafif tabiriyle yok saymış bir yapıya karşı sevgi beslememi hiç kimse beklememeli. 

    Yoksunluk duyguları inceltir. Sen yeterince incesin, İbrahim.


    Evet öyleydi İbrahim, asi dinlenebilecek kadar tepkili olmasının yanı sıra, neredeyse aynı dalga boylarında duygusaldı. Öyle ki gözyaşları akmak için neredeyse bahaneler arardı. Çok tanık olurdu İbrahim'in gözyaşlarına veya nemli, buğulu, hüzün dolu gözlerine. Elbette akan gözyaşları sebeplere dayanıyordu. Biri ağlıyorsa içine çok şey atmış demekti. İbrahim'de o kadar çok birikmiş vardı ki içine attığı, hüzünlü bakışlara eşlik eden gözyaşı haykırırdı yanaklarından aşağı süzülürken. Merhamet masum olduğu için her kalbe misafir olmazdı. İbrahim'in kalbi merhameti misafir etmek bir yana, orayı terk etmemek üzere kendisine yurt edinmişti adeta.


    Taha, seninle yollarımız ayrıldı. Her zaman saygı duydum sana. Zira karşı çıkışın bilmeye dayanıyordu. İnkarını değerli kılan bilmektir. Bilgi üzerine inşa ettin karşı koyuşunu. Bu nedenle karşı tarafta olmana, bizi terk etmene rağmen ihanet eden muamelesi görmedin. Arkadaşlığımız bundan hiç etkilenmedi. Bu aslında bilgi ve bilginin yorumuna saygıdan ileri geliyordu.

    İkimizde farklı olsak bile beslenmesini bildik. Ben devletin varlığına tepkili değilim. Elbette insanların belli bir düzen içinde birlikte yaşayabilmeleri için devlete ihtiyaç var. Devlet diye bir yapı olmasa bile, insanlardan bazıları ona hizmet etmek veya onun yücelterek kendilerine bunun üzerinden bir değer biçme eğilimi göstereceklerdir. Bu yaklaşımları bir zavallılık olmakla birlikte, belki de bazı toplumları daha da alçalmaktan kurtarır. Devlet organizasyonuyla, benim bir sorunum yok temelde öze inecek olursak, onun benimle olan derdi nedeniyle devletin karakterine karşıydım. 

    Kemalizm, ulusalcılık ve faşizm iç içe geçmiş, birbirinin rengine bürünmüş öylesine ki artık onları birbirinden ayırmak zordu. Kliklerin ideolojiye dönüşerek toplumu tek tipleştirmesine, asimile etmesine, zulmüne karşıydım. Bizden Kemalist olamaz. Eğer böyle bir şey toplumsal veya bireysel düzeyde gerçekleşir ise orada bir kimlik karmaşası, bunalımı vardır. Onlar bizi sevmiyorlardı.  Bizler de onların sevgisine muhtaç değildik. Onların hissettikleri nedeniyle uykularım kaçmıyordu. Kürt toplumuna karşı nefretlerini sonuna kadar yaşamakta serbesttiler. Aynı hissiyatı bizim de onlara karşı hissettiğimizi bilmeleri konunun kapanmasına yetiyordu.

    Et kafalı faşistlerden anlayış bekleyecek kadar saf değilim. Şark Islahat Planını raftaki kitapların arasından çekerek bunu 35 yıl önce büyük bir şaşkınlıkla okuduğumu hatırlıyorum. Resmi belgelere dayalı bu kitabı okuyanın aynı kalma ihtimali var mı?

    Her şeye rağmen fena da değiliz. Hani ben şu an kendimi yabancı dil olan Türkçe ile ifade edebiliyorum. Dilin inceliklerini kullanmak bana olağan geliyor. Peki buna karşı benim dilimi ne derece biliyorlardı? Cevabı gene ben vereyim: Sıfıra yakın.

    Vaktiyle İstanbul'da yaşadığım bir anımı anlatayım. Ülkenin iyi eğitimcileri arasında gösterilen bir üniversitenin rektörü ile dil bilim ve gelecek konulu sohbette gelecekte dil öğrenmeye ihtiyaç kalmayacağı, dijital uygarlığın bu ihtiyacı çok rahat ve hızlı bir şekilde kapatacağını söylemişti. Bununla birlikte birkaç ayrı dilde çat pat da olsa bir şeyler öğrenilmesinin elzem olduğunu söylemişti. Dilini öğrendiği millete olan değerin bir ifadesi olarak. 

    Bende hocam kaç kelime Kürtçe biliyorsunuz diye sordum.

    Verdiği cevap, "Doğruyu söylemek gerekirse 2 veya 3." oldu.

    Ben de, "Evet hocam, iyi eğitimcilerimiz bile bu durumda. Sizce bir Kürt olarak ne hissetmeliyim?" diye sordum. Soruma karşılık verecek cevap bulma uğraşına girdi. Sonunda ağzından, "En iyi arkadaşım Kürttür fakat Kürtçe bilmez." diye döküldü cümle dudaklarından.

    Çok tanıdık gelmişti oysa cevap, laik ulusalcı Kemalistler'in kamuda başörtüsü yasağı uygulamalarına itiraza karşı, "Benim babaannem de örtülüydü." cevabını hatırlatıyordu.

    Sonra, belki de ayıbını örtmek dürtüsüyle, "Maalesef ülkede ırkçılık çok yaygın ama ben üniversitemde buna izin vermedim. Bu nedenle beni pek severler." diye ilave etme gereği hissetti.

    Kendimden iğrenme gelmişti. Ben ne yapıyordum? Bildiği dilin o ulusa saygının göstergesi olduğunu söyleyen profesör, benim dilime, aynı devlet çatısı altında olmamıza rağmen, zahmet edip birkaç kelime öğrenecek kadar değer vermemişti.

    Kendime öz saygımdan dolayı alenen aşağılanmaya son verme saikiyle oradan ayrılmıştım. Dedi, derin bir nefes alarak sustu İbrahim.


    Kendisi fakir düşünce dünyası zengin bir adamdı İbrahim. Yaptığı seyahatleri aynı zamanda kendisine giden yolculuğa dönüştürmeyi başarmış, neredeyse kat ettiği mesafe oranında bilgeliğin evrensel yolunda ilerlemişti. İnsanın kendisine giden ne çok yolu vardı. Adeta bütün yollar insana çıkar demek istenmişti. Eğer dikkatli bir gözle bakar ve anlamaya çalışılırsa.

    Duygunun yazıya dökülmesine edebiyat denir. Yazı dili olmayan bir toplumun edebiyatla olan ilişkisi elbette sınırlı olacaktır. Ancak ikinci dili öğrendikten sonra edebiyatla ilişki kurabilirler. Diğer kültür ve medeniyetlerin düşünce ve yaşayış biçimlerini inceleyerek, kendisiyle kıyaslayarak zenginleşme ancak sağlanabilir. Dünya iki devletti: fakir ve zengin. Fakir, edilgen yaşamaya mahkumdu; zengin, etken yaşardı. İstisnaları olsa bile bu genelde böyleydi. Zengin herşeyi domine eder. Fakir ise zengine öykünürdü. Onun gibi yaşarsa başarılı olacağı sanısıyla hareket ederdi. Edebiyat gibi paha biçilmez bir değerden mahrum olan bir kültür havzası, kızgın güneşin altında erimeye mahkum bir buzdu adeta.

    Diğerleri gibi olmamak sorun değildir. Varsın insanların geneli ile anlaşmakta sorunlar yaşayın. Kişi herkesin anladığı kıvama geldiğinde bütün cazibesini yitirmiş, kendisi olmaktan çıkmış, teslim olmuştu biridir artık.

    Toplum öyle organize bir kötülük vardı ki, önce kişiyi psikolojik baskı altına almaya çalışır. Sonra, iyice sindirerek bir kalıba sokup bütün hayat enerjisini emmeye başlar. Kişi bitme noktasına gelip ipleri elinden kaçırıp mücadele etmeyi bırakırsa, yani yenilgiyi kabul ederse, hayata tutunmak yerine serkeş başıboş bir çizgiye gelirse, o zaman kişiyi oraya itenler bu sefer de sanki olup bitenin sorumluları kendileri değilmiş gibi acıyan gözlerle bakarak ilginç bir şekilde kendi eserlerine hüzünlenirlerdi. Gizliden gizliye ego doyumuna ulaşarak süslü cümleler kurmaktan geri kalmadan yaparlardı bunu. Kesinlikle kimseye söylemezlerse bile, itip düşürdüklerine içten içe sevinirlerdi. İtiraf etmelerine gerek yoktu, vücut dillerinden okunurdu bu.

    İşte bu yüzden, toplumdaki kötülüğü iyi tanıyıp karşı mücadele etmek, çok büyük önem taşıyordu. 

    İbrahim klasik anlamda solcu olmamıştı, hiçbir zaman. Ülkede solcu diye yutturulmaya çalışılan şey, aslında ulusalcılıkla, Kemalizm üstüne biraz da milliyetçiliğin iç içe geçtiği ucube bir yaptıydı. Her renk var, hiçbir şey yoktu. Bu oluşumun sol düşüncede yarattığı tahribatı ona karşı olanlar verememişlerdi. Üstelik bu sistem sadece sol ile ilgili de değildi.

    Topluma dayatılan din de aynı süreçlerin benzeriydi. Köylülük ve üstün ırk söylemenin din ile bağdaştırılması ile ortaya çıkan, insanların uzaklaştığı aslında dinin kendisi değil, bayağı bir yorumuydu. Öyle ki ülkede milliyetçilik ile dindarlık neredeyse aynı anlama geliyordu. Bir kesim gelenek ile milliyetçiliği din zannetmekteydi. Bu dine karşı girişilmiş çok büyük bir saldırıydı. Kendi sığ anlayışları ile insanların inançlarını kirletiyorlardı. 

    Durum tam da bu iken doğru tespitlerin önemi ortaya çıkıyordu. Çünkü bir yöntem bulup çıkış yolu bulmak, sapmaların nerede başladığını anlamaya bağlıydı. 



    Yemek faslı bitmiş, açlığını gidermişti Taha. Ne zamandır Urfa yöresine ait bir şey geçmemişti boğazından. Çektiği o kadar çileye rağmen yediği yemekten keyif almıştı. Aslında hiç tadı yoktu. Keyfini bulması samanlıkta iğne bulmaktan zor olsa bile, yedikleri onun biraz da olsa keyiflenmesine yetmişti.

    Urfa'da mırra içmemek olmazdı. Zeynep, mırra cezvesi ile fincanlarla birlikte salona girene kadar Taha'nın aklından böyle bir şey geçmemişti. Mırra fincanı eline alınca, yörenin geleneksel tatlarından ne kadar uzaklaştığını anladı.

    Zeynep fincanları alıp geri giderken İbrahim söze girdi. "Hatırlıyor musun 2015'te seninle uzun uzadıya tartıştığımız devletin ulaşım politikalarını?" diyerek Taha'nın onaylamasını bekledi.

    "Evet, anımsıyorum."

    Yüksek hızlı tren projeleri batıda İstanbul, Ankara, Konya, Eskişehir tamamlanmış, hizmet veriyor; İzmir, Afyon, Sivas projeleri yapımı başlanmış, devam ediyordu.

    Aklı başında birinin hiçbir altyapı çalışmasına itirazı olamaz. Fakat burada adil olmak ile ilgili bir problemler vardı. Doğu neden es geçiliyor? İtirazları edilince Yarım ağızla "oralara da yapılacak" denirdi.

    Adil olmayan sevilmez. Bu evrensel bir gerçek. Adil olmamakta direten bir anlayış hakimdi dönemin yöneticilerine. Eğer vatan bir bütün ise nedendi bu ikircikli yaklaşım? 


    Kürtlere kardeş diyorlardı. Olanların kardeşlikten anladıkları şey ise başkaydı. Hakkını vermemek üzerine kurdukları düzene kardeşlik demişlerdi. Öyle ya, en kolay kardeşin hakkını elinden alınırdı veya ona verilmesi gereken verilmeyebilirdi. Ne de olsa o da hakkını bir yabancıya karşı koruduğu gibi kardeşine karşı korumayacaktı. Bu da hedeflenene sorunsuz ulaşmada yardımcı oluyordu. İşte bu yüzden İbrahim'in kardeşlik hukuku ile ilgili sorunu vardı. Ona göre kardeş değil ortaklıktı aslolan ve davasında sonuna kadar haklıydı. Hak gaspına kardeşlik kılıfı uydurularak daha kolay sonuca ulaşılması İbrahim'in kanına dokunuyordu. Dokunmayacak gibi de değildi. Bu coğrafyada kirli emellere ulaşmak için içi boşaltılmış, suistimal edilen, çabuk tüketilen bir söyleme dönüşmüştü kardeşlik.

    Eğer adil olsalardı kardeşlik söylemine gerek bile kalmazdı. Batıya bir yüksek hızlı tren yapılıyorsa, doğuya da bir tane yapılması gerekirdi. Bir taraf yıldır kullanırken, diğer tarafa yapılacak vaatlerinin bir lütufmuş gibi sunulması tahammül sınırlarını aşıyordu. Bölge insanının lütuflara ihtiyacı yoktu, hakkını alması onlar için yeterliydi.

    Diyojen'in İskender'e verdiği cevap bu yaklaşıma çok uygundu: "Gölge etme, başka ihsan istemem."

    Olup bitenler duyarlı insanların gözünden kaçmıyordu. Duyarsız olanlara ise zaten diyecek bir şey yoktu. İbrahim onları muhatap da almazdı.


    Taha, dostu ile arasında geçen münazaraları anımsamıştı. İbrahim, onun düşünsel hayatı için biçilmiş kaftandı. Sırf düşünmek için bile gelip onunla saatlerce konuşabilirdi. İbrahim ile olan diyalog, kuru gürültüden öteye geçer, zihinsel egzersize dönüşürdü. Öyle ki bazen nöronların çalıştığını, o kadar ki bağlantı kurmaya çalışırken kafasında hissederdi. Öyle öğrenilmiş bir bilgi yumağı tabii ki unutulmazdı, her halükarda iz bırakırdı.

    İbrahim ile Taha munazara yaparken içine duyguyu atmayı ihmal etmeyen tiplerdi. Zira onlar konuştuklarını kafalarında canlandırıp adeta yaşayarak hissederlerdi. Bu ikilinin zihnindeki HD kalitesi çok yüksekti. Onları birer yazar, senarist ve yapımcıya dönüştüren sürecin maliyeti sadece ve sadece bir kitap satın alma bedeli kadardı. Zaten artırılmış sanal gerçeklik çalışmaları bu minval üzerinden yapılıyordu. Kimini diri tutanın başka birinin uyutulmasında kullanılacak olması bir hayli ilginçti.


    Bizim dert edindiğimiz altyapı yatırımlarının bölgeye en son gelmesi veya gelmemiş olmasının artık bir önemi de kalmadı. Hatlar ile birbirine bağlanmış bölgeler diplomatik ilişkiler için bile konuşamıyorken demiryollarının işlevsiz olduğunu söylemeye gerek bile yok. Yapılmayan, yapılıp artık işletilmeyen hatlarda eşitiz.

    Devlet yatırımları ile kalkınmış şehir ekonomileri incelenecek olursa, genelde kısa vadede parlak bir dönem geçirirler. Ancak uzun dönemde şehir durağanlaşarak yerinde saymaya başlar. 

    Kendi potansiyellerini kullanarak kalkınma hamleleri incelenecek olursa, bu sefer durum kısa vadede sönük, uzun vadede parlak bir seyir izler. Zira dışarıdan, kendi öz kaynaklarını harekete geçirmeden ulaşılmış bir ekonomik canlılık, genelde o coğrafyada yaşayanları atalete sürükler. Ne de olsa başkaları onların yerine düşünerek yatırım yapıyordur. Bu öyle bir tehlikeli yere doğru evrilir ki belli bir zaman sonra her şeyi devletten bekleme gibi absürt bir psikolojiye sokar insanı.

    Evet, dedi Taha, devlet altyapı yatırımları yaparak girişimcinin önünü açmalı. Ancak, asla kendisini sanayici yerine koyup üretim süreçlerine piyasanın bir oyuncusu gibi müdahil olmamalı. Ekonomiye üretim yaparak yön vermeye çalışmak, o coğrafyada yaşayan halkın tekamülünü geciktirmekten başka bir işe yaramaz. Gelişimin en büyük payesi düşünce dinamikleridir. Düşünmek eylemi başkalarına bırakılırsa, ipin ucu da kaçmış olur. Düşünmekten vazgeçildiği oranda, akibetiniz hakkında başkalarına inisiyatif tanımış olursunuz. Farkına pek varılmasa da, bu böyledir. Başkaları sizin adınıza düşünüyorsa, imkan yok, akibetiniz hakkında da kendisinde karar verme hakkı bulur ve bunu kullanmaktan onları alıkoyacak hiçbir şey de olmaz.

    Bu nedenle, toplumların tekamülü acılarından geçer. Bu düzlemden bakıldığında, İbrahim, bizim şu coğrafyamız, kendisini ileriye taşıyacak olan negatifi çok yaşadı ve bu negatif gerilim, büyük bir patlama ile inanılması güç başarılara zemin teşkil edebilir. Maruz kaldığımız haksızlıklar, gelişmemizi mükemmellik noktasına da taşıyabilir. Direnmenin bırakılması durumunda, yaşadığı haksızlıklar onu bir psikopata da çevirebilir.  Geçmişte zaman zaman ülkenin batısındaki mafya oluşumlarının bazı liderlerinin Kürt kökenli olmasını ben ancak böyle açıklayabiliyorum. Kendisine yüklenmiş olan negatifi başkalarına kusarak tepki göstermenin adı mafyadır.

    Nasıl olmasın diyerek ilave etti İbrahim: Sadece Kürtlerde değil genelde bu böyledir. Topluma ne yüklersen onu alırsın. Çok azı hariç, onlara kin ve öfke kusulduysa onlar da yüklenmiş olduklarını başkalarına kusarak gösterirler. Bir ölçüde hayatı böyle öğrenmişlerdir. Maruz kaldıklarını rol model olarak almışlardır. Bu toplum sosyolojisinin olağan akışına uygundur. Toplum ancak görüp bildiklerini model alma eğilimindedir. Kötü modelin negatif yüklemelerine maruz kalınca o davranış biçimi benimsenir. Bu, yaşayarak öğrenilmiş bir şiddet merkezli yaşama biçimidir.

    Belirli bir süre sonra bu süreçler birbirini negatif yönde daha da ileriye götürecek şekilde etkiler. Sonra öyle bir noktaya gelinir ki şiddetin dozajını kim daha yukarıya taşıyacak yarışına girilir. "O taraf bunu yaptıysa bu tarafta daha baskıcı davranarak sürekli şiddet sarmalında level atlar." Belli bir noktadan sonra artık yapılan zulmün gerekçesini bile kimsenin hatırlamayacağı bir yere gelinir. Bu sonuç masum insanların diri diri asit kuyularına atma noktasına varır ki insanlığın sınırlarından fersah fersah çıkışın resmi olmasına rağmen işin içindekiler farklı motivasyonlar ile iç seslerini, yani vicdanlarını susturacak hayvani hisleriyle iyi şeyler yaptıklarına kendilerini inandırarak bu kısır döngü kendilerini de yutana denk şiddet sarmalında kalmaya devam ederler.

    Fakat şiddet sarmalına maruz kalmış herkes zalimleşmez. Kişinin aldığı şekil, aynı zamanda meyil ettiği karakterdir. 

    Milliyetçilik öyle bir illettir ki, kendisi için topladığı uygulamalara gerekçe oluşturduğunu düşündüğü ne varsa, karşı koyduğu etnik gruba da vermiş olur. Aksini iddia etmek, kendisini inkar anlamına gelir. 

    Milliyetçilik savlarıyla birlikte, mensubu olduğu etnik grubundan bir kişiyi alıp karşı olduğu etnik gruba dahil edilirse, o kişi eskiden aidiyet duyduğu etnik grubu bir anda düşman ilan eder.

    Bölge insanı bu potansiyeli yeterince kullanamadı. Eziyete maruz kalan insanların gözü pek olur, kötüye meyil etse gaddar, iyiye meyil etse çok güzel şeylere imza atar. Gözü kara olanın çekincesi pek olmaz. Zaten yaşamış olduğunun daha kötüsünü görme ihtimali pek yoktur. Kaybedecek bir şeyi olmayan insanların başarıları da parmak ile gösterilen düzeyde gerçekleşir.

    İnanılması güç başarı hikayelerine imza atan insanlar, genelde yokluktan gelen, kendilerini beslenmesini bilen, eziyet ve yokluktan nasibini fazlasıyla almış olanlardır. İşin bir yüzü bu, diğer yüzü ise bunun tersi şeklinde vuku bulur. Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan, yaşayabileceği en kötü senaryoyu zaten yaşamış, kötüye meyilli olan birisi, kötülükte sınır tanımaz. Zaten bir kere batmış ise, ikinci bir defa daha batmak ona koymaz. Ya da ikinci defa batanın kendisi olmaması için uygulamayacağı canilik kalmazdı. Yeni acı çektirme yöntemlerini keşfetmek, bu sınıfın eğlence meselesine dönüşür. İnsanı maruz kaldığı eziyete kendini kaptırmadan kurtulabilirse, diğerini dönüştürmek üzere etkilemek gibi muazzam bir gücü eline almış olur. Muzdarip olduğu adil olmayan yaklaşımlara yeni bir yorum getirerek, adalet dağıtmanın bayraktarlığını yapabilir. Bu coğrafya, içinde bulunduğu şiddet kafesini ancak böyle kırabilir. İşin üstesinden en kestirme bu şekilde gelebilir. Bu coğrafyada yaşayan insanların bir ayıbı varsa, o da bu. Gerisi iftira boyutundan ileriye gidecek mecali kendinde bulamaz. Diye bitirdi İbrahim.


    İbrahim, sen hiçbir zaman klasik bir solcu olmadın, Türkiye'de sol, sol değil; tam olarak sağ, sağ değildir. Eğer Türkiye'deki isimlendirmeler üzerinden değerlendirme yapacak olursak, bu bizi bir yere götürmez; olduğumuz yerde debelenir dururuz. Ben dünya ölçeğinde soldan bahsediyorum.  Bu coğrafyadaki her oluşum söz birliği etmişçesine sarkacın topuzunu kaçırıyor. Birkaç tık ileriye giderek diğerine yaşam alanı bırakmamak üzere hareket ediyor. Bu sosyolojinin doğasına aykırı hiçbir şey tek başına her yeri kaplayamaz. Kaplamaya çalışması ancak ve ancak kutuplaşma ve çatışmalara zemin hazırlar. Bir de bu oluşumların içinden çıkar eksenli hizipler olur. Bu klikler çıkarlarından olacakları kaygısıyla yumuşama bir yana adeta çıtayı daha yukarıya taşıma yarışına girerek sertleşirler. Daha katı, hamasi olan kendi kliği içinde yerini sağlama alıyor gibi bir ön kabul ile hareket ederler.

    İşte tam da bu noktada diğerlerinden ayrıştın, İbrahim. Hiçbir kliğin mensubu değildin. Kendinden verdin; fakat asla dünya görüşü üzerinden kazanç elde etmek gibi bir eylemin içinde olmadın.


    Öyleydi. İçinde bulunduğu oluşumunun gerçek yüzünü görür görmez onlardan ayrılmıştı. Ara ara bedel ödemek durumunda kalmış olsa bile, hatta hayatını ve ailesini tehlikeye atma pahasına, inandığı değerlerden vazgeçmemişti. Asla sloganların adamı olmamıştı. Adil olmayı, hakkaniyetli yaşamayı, diğer insanlarla olan ilişkisinde fiilen gösteriyordu. Eleştirdiği grupların slogan boyutunda kalan söylemlerini İbrahim bir fiil, günlük hayatında yaşıyordu. Aradaki fark bu kadar barizdi.

    İbrahim'e göre, liberal sol diyebileceğimiz düşünce sisteminin ürettiği yönetim şekline dünyanın ve  yaşadığı coğrafyasının çok ihtiyacı vardı. Muhafazakar, ulusalcı, milliyetçi parti veya oluşumlar beraber yaşama motivasyonlarına sahip değillerdi. Öteki zemini üzerinde yükseliyor, varlıkları ötekine bağlıydı. Böylelikle ötekileştirdiklerini de kendi etnik kökenlerine, yani kendi radikal sağlarına itmiş oluyorlardı. Her etnik grup kendi aşırı sağına savrularak karşı tarafa nefret söylemiyle yaklaşıyor, uzlaşma yerine çatışmayı önceliyorlardı. Bu tipik bir savaş tamtamcılığıydı. Ne bu coğrafyanın ne de dünyanın bu anlayıştan sağlayacağı fayda yoktu. İnsanlık bu ideolojilerden çok çekmiş, hiç fayda görmemişti.

    Öyle umuyordu ki İbrahim, liberal sol, yakın gelecekte dünyaya yayılarak etnik milliyetçilik yerine evrensel bir anlayış yerleştirecekti.


    Uzun süren gecede bir kaç sefer, her defasında birer demlik çay içmiştik. Hep öyle yapardık, eskiden olduğu gibi. Artık yatma vakti gelmişti. Ben de kendimi çok yorgun ve uykusuz hissediyordum.

    “Uyuyalım mı?” dedi İbrahim. “Artık vakit sabah olmak üzere. Taha sen de yorgunsun. Yarın ola hayrola. Öğlene kadar uyuruz.” Zira arkadaşı çok yorgun görünüyordu. Gözleri kızarmıştı uykusuzluktan.

    Yatağım salonda hazırlandı. Ev halkı uyumak üzere kendi odalarına çekildi. Yaşadıklarım beni yormuştu. Daha fazla tahammül edemeyecektim. Bu kadar yeterdi. Türkiye topraklarında kaç devletcik görmüştüm ve sadece bazı bölgelere uğramıştım. Daha fazla devlet görmek, kaosa tanıklık etmek istemiyordum. Lazistan, Arabistan, Zazaistan, Dadaşistan, Yörükistan görecektim belki de. Ben artık buradan doğuya, oradan Karadeniz'e gitmekten imtina ettim. Daha fazlasını bu bünye kaldıramayacaktı. Bu kadar yeterdi. Göz kapaklarım kapanmaya başlamıştı. Sanırım uyku beni ziyarete geliyordu.



    2016 İSTANBUL

    Gece boyu silah sesleri ve savaş uçaklarının alçak uçuş sesleri kulaklarımı tırmalamıştı. Çok yakından geçiyorlardı. Sabah olmuş, gün aydınlanmıştı. Ben uyku ile uyanıklık arasında arafta bir yerlerdeydim. Ne kalkabiliyor ne de tam olarak kendimden geçiyordum. 

    Güneş etkisini gösterdikçe ben de Ekrem'in bana attığı tokatlarla kendime gelmeye başladım. Radyo darbenin bastırıldığı haberlerini veriyordu. Urfa'da değil, İstanbul'daydım. Ve 17 yıl sonrasında değil, 2016 olan kendi zamanımdaydım.





    ÖZGEÇMİŞ

    Sedat Gönül, 1979 yılında dünyaya gelmiştir. Klasik anlamda memleketini yazma gereği duymamıştır. Çünkü insanın sınırlarının değiştiğini düşünmektedir. Eskiden temas ettiğiniz coğrafya kaderiniz iken, bu tespit İbni Haldun'a nisbet edilmektedir. Artık gelişen teknoloji ile sanal da olsa coğrafyada sınırın tanımı değişime uğramıştır. Yerkürede neredeyse herkes ile iletişim kurmak mümkün hale gelmiştir . Bunun en belirgin etkisi toplum sosyolojisinde vuku bulan değişimlerdir. 

    Bütün yerküre sizin coğrafyanız ve burada küresel coğrafyanın küresel ahlakı hüküm sürmeye başlamıştır. Bütün dünya coğrafyanız ise kaderiniz bundan bağımsız olamaz. 

    Bu nedenle artık dünyaya gözünüzü açtığınız ilin pek bir önemi kalmamıştır. Yerellik tamamen kaybolmak üzere tarihin tozlu raflarında kendisine yer edinmeye başlamıştır. Siz ve diğer herkes istisnasız küresel dünyanın parçası haline geldiniz. Sadece bunu anlayanlar ile henüz değişimi fark edememiş olanlar diye insanları ikiye ayırmak mümkündür.

    Bu nedenlerden dolayı zamana sadık kalarak, 1979 mekanın olmayan sınırlarından dolayı yeryüzü yaşayanı. 

    sedat1399gonul@gmail.com


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.