BENcESİ

BENcESİ
  • 2
    0
    0
    0
  • Diğerlerinden farklı olarak bu yazıma kendimi tanıtarak başlayacağım. Çünkü birazdan bu kalem şu kâğıda öyle küstahça sürtünecek ki “Kim bu beylik lafların sahibi zât” demekten kendinizi alıkoyamayacaksınız.
    İsmim Mert. Bu filmi seyretmeye başlayalı yirmi sene oluyor. Bu yirmi sayısı sizlerin birazdan söyleyeceğim küstahça sözleri ciddiye almamasına sebep olabilir. Olmalı da! Nitekim bu sayının yetersizliğinin ben de farkındayım lâkin kendimde çok beğendiğim bir özelliğime güvenerek yazıyorum bunları. Dinlemek, izlemek ve anlamak... Bizzat tecrübe etmediğim hususlar hakkında fikir geliştirebilmek. Bir de sizin de anlayacağınız üzere birazcık kendini beğenmişlik.
    Bu yazımda, son derece beklendik bir şekilde “aşk” meselesinden ve günümüz ilişkilerinden atıp tutacağım. Kendim -hani şu çok beğendiğim- bu zamana kadar bir aydan biraz daha fazla olmakla beraber yalnız bir ilişki yaşadım. Ama yukarıda da böbürlendiğim gibi sayısız insanı ve onların sayısız ilişkilerini gördüm ve inceledim. Burada bahsedeceklerim de bunlardan anladıklarım.
    Aşk, yaşamın her yerinde biraz biraz gözümüze sokulmaya çalışılan, temcit pilavı gibi her fırsatta ısıtılıp önümüze konan, kimileri tarafından hayatın ve yaşamın merkezine oturtulmaya, kimileri tarafından da sahteliği ispatlanmaya çalışılan, esasen lezzetli olsa da kepaze aşçıların ketçaba bulayıp önümüze attığı bir yemek halini aldı.
    Bencileyin her kalemi kâğıdı eline alan zibidi ilk önce o üç harfi yazdı. Devamında hepsi farklı görünen ama aynı kapıya çıkan şeyler döküldü kalemcağızlarından. Buradan had alarak “e madem biraz da ben kurcalayım şu deliği!” dedim.
    Ben aşkın sahteliğini ispatlamaya çalışan güruhtan değilim. Bunu baştan söyleyeyim çünkü işin sonunda öyle olduğumu düşünebilirsiniz. Ben kavram karmaşası yaşandığını ve esasen bunun düzeltilmesi gerektiğini düşünüyorum. Aşkın güzelliği, lezzeti, parlaklığı konusunda kafalarda oluşan şüphenin sebebi olarak da bu kavram karmaşasını görüyorum. Bu sebeple meselenin sonuna gelene kadar “aşk” kelimesini kullanmayacağım. Aktüel evrende vâr olduğunu bildiğim gerçek ve lezzetli olanı ifade etmek için “sevda”, onunla karıştırılan ve sahte olanı da “aşko” sözcüğüyle anlatacağım.
    İnsanlar biyolojik olarak karşı cinsinden insanlarla bir çekim içerisindedir. Cinsel dürtüleri onları karşı cinsten bireylere iter. Ancak canlı bir organizma olan insan diğerlerinden farklı olarak duygusal ve aynı zamanda soyut düşünce temelli bir varlıktır. Bunların yanına sosyal yapı ve toplumsal iletişim biçimlerininn evrimini de koyarsak sevdayı biyoloji hocasının elinden alıp edebiyat hocasına teslim etme zamanımız gelmiştir. Fakat teslim törenini gerçekleştirmeden önce sevda kavramını biraz daha şekillendirip işin ihtiyaç kısmından ayırmamız gerekir.
    Elbette bu ihtiyacın gerçekliğini sorgulayacak değilim ama bunu sevdayla paralel ilerletmek de hata olur. Sevda, ihtiyaçların karşılanmasından öte çok daha duygusal, mantık ve matematikten uzak bir kavramdır. Bence bu da diğerleri kadar ihtiyaçtır ama insanları ve karakterlerini gördüğümde bu fikrimi pek de cesur dillendiremiyorum.
    Zamansız ve çarpıcıdır sevda. Aynı zamanda yıkıcıdır da. Yıkıcı derken bunu olumsuz bir anlamda söylemiyorum. Bünyeye sevda dahil olduğu zaman pek çok şeyin gereksiz ve anlamsız olduğu anlaşılır. Bu yüzden bir ihtiyaç olarak görüyorum zaten sevdayı. Gereksiz şeyleri yıkar atar içinde. Yüklerinden kurtulursun bir noktada. Geriye sadece sevda kalır da demiyorum. Öyle yoğun hisler yaşatır ve o yoğun hislerle varlığını öyle derinden fark ettirir ki insana; işte böyle varlığımı hissettirecek, yoğunlaştıracak şeyler önemlidir dedirtir. Bu aynı zamanda varlığına ve yaşamına yönelik bakışını da genişletir. Bir sefer ta en dibine varınca canlılığın artık önemsiz, yüzeysel şeylerden uzaklaşır ve seni o derinlere çekecek şeylere yönelirsin. Sevdayı önemli ve gerekli kılan şey budur. Bir bakıma olgunlaştırır, büyütür, yeşertir insanı. Öyle aşkoların dediği ve yaptığı gibi yok özgüvenim zedelendi yok kendime saygım kalmadı falan dedirtmez. Bunlar neden böyle söylüyorlar, çünkü sevdalanmadılar, aşkolandılar!
    Böyle söyleyince sanki sevda hayata gelince her şey güllük gülistanlık oluyormuş gibi algılanmasın. Hayat aynı hayat, düzen aynı düzen, kaos aynı kaos. Fakat sevdanın getirdiği olgunlukla beraber bazı şeyler daha kazanıyoruz. Göze almak gibi, tahammül gibi, karşı koyma gibi, boyun eğmeme gibi. Bunlar bu kaosla mücadele etmede kazandığımız yeni silahlar oluyor. İşin sonunda yeniliyor olmamız gerçeği değişmese de elimizde silahla çekiliyoruz sahneden.
    Başta bahsettiğim o kavram karmaşasının toplumda yer etmişliğiyle beraber sevdalımızın işi zorlaşıyor. Çünkü sevdalı bu ayrımı yapıp kendini aşkodan ayrı tutabilse de aşkomuz bunu yapamıyor. Herkesi kendisi gibi sanıyor aşko. Kendisi gibi sahte, kendisi gibi hisleri bir kavram karmaşası üzerine inşa edilmiş. Ama dediğim gibi, sevdalı silahlı. Sevdalı bunun farkında. Sevdalı kendini biliyor. Eylemlerinin aşko standartlarına göre değerlendirileceğinin, kendisine yakıştırılmayacak sıfat kalmayacağının, hislerini hadsiz ellerin kurcalamaya çalışacağının farkında. Çıkarıyor belinden “göze alma” tabancasını. BAM! Aşko yerde. Kahraman sevdalı bütün bu olacakları en başından biliyordu ve bütün bunları göze alarak çıktı yola. Sevdalı olduğu kişiye karşı bile göze aldığı bazı şeyler vardı. Ama o derinlik yok mu o derinlik... Neleri göze aldırmaz ki insana! Ki zaten bir kere inip de görünce öyle derinleri yüzeyde de yaşayamaz insan. İlla onu o derinliğe indirecek bir şey bulmak ister. Yoksa yaşayamaz. İşte bu yüzden sevdalının en büyük korkusu sevdalandığını kaybetmek değil, sevdasını kaybetmektir!
    Gelelim aşkolara ve aşkoluğa. Tabirin güncelde karşıladığı anlam sizi yanıltmasın. Epey geniş br kullanımı var esasen. Bu yazıda en azından. Öyle ki pek çoğumuzun anne babası da dahil buna. Meselenin başında söylediğim bir nokta vardı. Biyoloji hocasından edebiyat hocasına teslim töreninde yapılması gereken ayrım. İhtiyaç konusu. Bu aşkolarımız teslim töreni esnasında aceleci davranmış olsa gerek ki bu ayrımı atlıyorlar. İşin özünde meselenin en kritik ve sancılı noktasıdır bu ayrım. Sevdalı bu sancıya katlanır, bu ayrımı yapmaya cesaret eder. Cesaret eder diyorum, sancılı diyorum çünkü bu iş çok yoğun bir sorgulama gerektirir. Kendine dair mühim ve tâbiri câizse kutsal gördüğn ne varsa ayaklarının dibine sermeli, hepsini tek tek incelemeli, yeri geldiğinde kendini sorguya çekmelisin. Ben sevdalıyım diyebilmek sanıldığı kadar kolay bir iş değil yani.

    Bunu bir ihtiyaçtan ayırt etmek için bir de ihtiyaç kavramını incelemek gerek. Meseleyi sadece organizmanın cinsellik ihtiyacından değil,toplumsal düzenin içindeki bireyin eşleşme ihtiyacımsısından da ayırmak gerekir. İhtiyacımsısı diyorum çünkü bu aslında sahte bir ihtiyaç. Bir bakıma cinsel ihtiyacı karşılama sürecinin toplumsal yapı içerisinde kontrol altında tutulması ve denetlenmesi amacıyla oluşturulmuş suni bir kavram. Bu kavram zamanla oluşumuna sebep olan cinsellik ihtiyacından uzaklaşarak kendi başına yeni bir ihtiyaçmış gibi ortaya çıkıyor. Yani birey -aşkomuz- elbette sevişmek istiyor. Bunda hemfikiriz. Ancak bir de istiyor ki eşleşeyim. Bu istek farklı formlarda karşımıza çıkıyor. Kimisinde “Benim niye sevgilim yok?” şeklinde kimisinde ise “Yaşım geldi, evleneyim artık” şeklinde. Farklı gibi görünse de iki kesim de aynı suni ihtiyaçların peşinde aşkolar yaşıyor. Daha eski, geleneksel toplumun zorlamasıyla ortaya çıkan suni ihtiyaç, bireye belirli bir yaşa gelince “baş göz edilmesi”, “çoluk çocuğa karşıması”, “yuva kurması” gerektiği fikrini kabul ettiriyor. Günümüzde daha popüler olan ve özellikle bizim kuşaklarda yaygın olan ikincisi ise “Ben niye sapım?”, “Bizim hayalleri siyah poşete koy!”, “Ne zaman baba mezara girince mi?” şeklinde kendini kabul ettiriyor bu suni ihtiyaç. Yani aslında tamamen toplum dayatması. Bu sebeple meydana gelen ilişkilere de sempatik göstermek amacıyla giydiriyorlar sevda kostümünü. Sonra bizim sevdalı gelsin de anlatsın derdini insanlara.
    Gelelim mutsuz sona. Çarpıcı başlığımız “Sevdalının Ölümü”. Yukarıda söylemiştim. Evet silahlıyız, evet sevdamız beraberinde bazı şeyleri de getirdi. Ama bu yenileceğimiz gerçeğini değiştirmiyor. “Düzensiz Düzenin Düzücü Gücü” olarak nitelediğim güç karşısında galip gelinmesi mümkün bir güç gibi görünmüyor. (Düzensiz Düzenin Düzücü Gücü, başka yazılarda detaylandırılmak üzere marine ediliyor.) Bizler yalnız o güçle savaşıp yenilenler ve en başından boyun eğenler olarak ayrılıyoruz.
    Bütün bu toplumun uydurduğu suni ihtiyaçlar ve çağın şartlarına uygun insan profilinin varlığını hisseden sevdalı içinde yaşadığı topluma yabancılaşıyor. Toplum da onu anormal görüyor. Esasen normal buysa anormal olunması bir noktada gerekli bir şey. Sevdalımızın göze aldığı en temel şey budur. Çevresindekilerden ve onların yaşadıklarından farklı olmak, derdini anlatmaya çalışırken her defasında duvara toslamak.
    Mutlu ve uzun soluklu aşko ilişkileri “toplumun oluşturduğu suni ihtiyaçları” karşılamada çıkar ortaklığından doğar!
    Başka bir yazıda ise ilişki, sağlıklı ilişki ve sevda kavramlarının birbirinden ayrılması uygun olacaktır. Zirâ sevdayı bu yazıda anlattıklarımızla meyve vermeyen ağaca benzetecek olursak insanın gerçek dünyanın kanunları karşısında ayakta durma gücünü alabileceği biriyle eşleşmesi elzemdir. Bu eşleşmeye ön koşul olarak sevdanın belirlenmesi ise insanın kendisine yapabileceği kötülüklerin başında gelir.


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.