Advertisement

Heretic: Ya İnancınız Hiç Sizin Olmadıysa?

Heretic: Ya İnancınız Hiç Sizin Olmadıysa?
  • 4
    0
    0
    0
  • Bana sorarsanız, bazı filmler yalnızca anlatı sunmaz ya da zaman geçirmek için izlenmez—onlar birer deneyimdir. Heretic tam da böyle bir film. İlk bakışta, korku türüne aşina olanlar için tanıdık bir yapıya sahip gibi görünebilir. Ancak jenerikler sustuğunda geriye kalan şey cevaplar değil, sorular oluyor.

    A24, izleyiciyi alışılmış konfor alanından çıkarmaya cesaret eden yapımlarıyla tanınır ve Heretic, bu geleneği başarılı bir şekilde sürdürmeyi başarmış. Film, klasik korku unsurlarına ya da doğaüstü dehşete bel bağlamıyor. Bunun yerine, rahatsız edici atmosferini teolojik tartışmalar, varoluşsal korkular ve inancın sinsi bir şekilde manipüle edilmesi üzerine kuruyor.

    Belirsizlik ve Hakikati Arayış

    Film, Barnes ve Paxton adındaki iki genç Mormon misyonerinin Tanrı’nın sözünü yaymak için kapı kapı dolaşmasıyla başlıyor. Onları şehirden uzak, izole bir eve götüren bu yolculuk, başta sıradan bir ziyaret gibi görünüyor—ta ki öyle olmadığı ortaya çıkana kadar. Başlangıçta misafirperver görünen ev sahibi Bay Reed’in evinde, kısa sürede beklenmedik bir zihinsel ve ruhsal kapanın içinde buluyorlar kendilerini.

    Buradaki korku, doğaüstü olaylardan kaynaklanmıyor. Ne şeytani bir varlık, ne lanetli objeler, ne de karanlık köşelerde gizlenen hayaletler var. Bunun yerine, dehşet bilinmeyenden besleniyor. Asla sorulmaması gereken ama yine de cevap bekleyen sorular… Bay Reed, elinde bir bıçak tutmuyor, fiziksel şiddete de başvurmuyor. Onun silahı şüphe.

    Bay Reed’in evi, loş ışıklı odalar ve kilitli kapılarla dolu bir labirent gibi. Bu ortam, misyonerlerin psikolojik tuzağa düşmesini yansıtıyor. Duvarlar adeta üzerlerine kapanırken, inandıkları katı doktrinlerin de aynı şekilde onları sıkıştırdığını fark ediyorlar. Trajik olan ise şu: Barnes ve Paxton, ışık getirdiklerine inanarak yola çıkmışken, aslında kendi taşıdıkları ışığın ne kadar gerçek olduğunu sorgulamaya başlıyorlar.

    Hiç Çığlık Yok

    Çoğumuz korku filmi denildiğinde tiz çığlıklar, yüksek sesler ve ürkütücü fısıltılarla gerilim yaratılmasına aşinayız. Heretic ise tam tersini yapıyor. Müzik neredeyse tamamen ortadan kaldırılmış, sessizlik o kadar derin ki kulakları sağır edecek kadar yankılanıyor. Korku, gösterilen şeyde değil, ima edilenlerde yatıyor.

    Filmin omurgasını, Bay Reed ile misyonerler arasındaki rahatsız edici diyaloglar oluşturuyor. Reed sorguluyor, dürtüklüyor ve inançlarını sistematik bir şekilde çökertiyor. Hugh Grant’ın canlandırdığı Reed’e gelirsek—bana göre büyüleyici ve derin bir karakter. Hesaplı konuşması, sinsi gülümsemesi ve basit bir teolojik tartışmayı sinsice bir akıl oyununa çevirebilme yeteneğiyle tam anlamıyla tüyler ürpertici. O, abartılı bir kötü adam portresi değil. Daha da kötüsü, kendisinin haklı olduğuna içtenlikle inanan biri.

    Diyalog ilerledikçe, Barnes ve Paxton’un inançlarının çatırdamaya başladığını siz de ekran başında hissedeceksiniz. Çünkü inanç, ancak sorgulamaya dayanabildiği sürece güçlüdür. Filmin sunduğu korku, ince ama acımasız: Ya tüm inandıkların bir yanılsamadan ibaretse?

    Özgürlük mü, Kontrol mü?

    Filmin en ürkütücü repliklerinden biri Reed’in ağzından dökülüyor:

    “Gerçek din, kontroldür.”

    İşte Heretic’in savaş alanı tam da burası. Mesele, inancın gerçek olup olmadığı değil; bir özgürleşme aracı mı yoksa bir köleleştirme mekanizması mı olduğudur.

    Film, Karl Marx’ın “Din, halkın afyonudur” sözüne üstü kapalı bir gönderme yapıyor, ancak net bir taraf tutmuyor. Reed’in argümanları rahatsız edici derecede ikna edici, ama film bunları ne onaylıyor ne de çürütüyor.

    İnanç Yıkıldığında Geriye Ne Kalır?

    Filmin ilk iki perdesi metodik, bilinçli ve neredeyse hipnotik bir yavaşlıkla ilerliyor. Ancak son perdeye girildiğinde Heretic, temposunu aniden değiştiriyor. Önceden yalnızca zihinsel ve felsefi seviyede işleyen korku, daha somut, daha fiziksel bir hale bürünüyor. Önceden kapalı olan kapılar şiddetle açılıyor ve yeni bir tehdit ortaya çıkıyor.

    Bazı izleyiciler için bu değişim, filmin baştaki vaadini boşa çıkarıyor gibi görünebilir—sanki film, entelektüel bir gerilimden klasik korku kalıplarına dönüş yapıyormuş gibi. Ancak gerçekten öyle mi? Yoksa bu, kaçınılmaz bir psikolojik çöküşün sonucu mu? Sonuçta, inanç sarsıldığında geriye yalnızca kaos kalmaz mı?

    Heretic, rahat bir final sunmak istemiyor—o, sizi sinema salonundan çıktıktan, bilgisayarınızın ekranını kapattıktan ya da kumandayla kanalı değiştirdikten sonra bile huzursuz etmeyi hedefliyor. Çünkü geçici korkularla ilgilenmiyor; ışığı açtığınızda kaybolan değil, gerçekliğinizi kemiren ve asla tam anlamıyla yok olmayan bir korku yaratıyor. Film bittikten sonra bile zihninizin en kuytu köşelerinde sessizce varlığını sürdüren, sorgulamaktan kaçındığınız anlarda bile içinizde yankılanan bir korku…

    Bu, geleneksel anlamda bir korku değil. Heretic, entelektüel ve duygusal bir meydan okuma. Size "Beğendiniz mi?" diye sormuyor. Onun sorduğu asıl soru şu:

    Artık herhangi bir şeyden emin misiniz?

    O halde size soruyorum: Siz neye inanıyorsunuz? Ve daha da önemlisi—buna inanmayı size kim öğretti?


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.