Hiç etrafınıza bakıp herkesin giderek daha yalnızlaştığını fark ettiniz mi? Sosyal hayatın dijitalleşmesiyle birlikte, insan ilişkileri ekranların ardına hapsoldu. Artık insanlar birbirleriyle bağ kurmaktan çok, kusursuz görünen dijital çözümler arıyor. Kahve molalarında eskisi gibi sohbet edilmiyor, yürürken göz göze gelmek yerine herkes telefonuna bakıyor. Tanışmalar flört uygulamalarına, iş toplantıları Zoom ekranlarına taşındı (buna pek şikayet ettiğimiz söylenemez. Üstelik yapay zekâ destekli sohbet botları da insan iletişiminin yerini almaya başladı.
Günün sonunda, fark etmeden, ilişkilere emek harcamak yerine mükemmel bir partner vadeden teknolojilere yöneliyoruz. Peki, mükemmel bir ilişki gerçekten mümkün mü? Daha doğrusu, mükemmel bir partner ne anlama geliyor?
İşte tam da bu noktada Companion, teknolojinin insan doğasına nasıl meydan okuduğunu ele alan satirik bir korku-komedi olarak karşımıza çıkıyor. Uyarıyorum, buradan sonrası spoiler kaynıyor—o yüzden mısırlarınızı ekran karşısında değil, burada patlatın! 🍿
Her Şey Yolunda Gibiydi… Başta
İlk sahnede Iris’i (Sophie Thatcher) bir süpermarkette alışveriş yaparken görüyoruz. Arabasını iterken bakışları kaygılı, çevre ise fazla düzenli. Çerçeveler kusursuz, ışıklar neredeyse steril bir mükemmellikte. Yönetmen Drew Hancock’un The Stepford Wives’a göz kırpan bir atmosferi başarıyla yarattığını söyleyebiliriz.
Ancak asıl hikâye, Iris ve sevgilisi Josh’un (Jack Quaid) bir grup arkadaşıyla hafta sonu tatili için ıssız bir göl evine gitmesiyle başlıyor. İlk başta klasik bir gençlik filmi havası seziliyor: mesafeli ve gizemli Kat (Megan Suri), neşeli ve biraz patavatsız Eli (Harvey Guillén), onun nazik sevgilisi Patrick (Lukas Gage) ve Kat’in tuhaf, sırlarla dolu sevgilisi Sergey (Rupert Friend). Ama kısa sürede fark ediyoruz ki, Iris bu grubun tam anlamıyla bir parçası değil.
Kat’in Josh’la yaptığı kısa bir sohbet bile Iris’in içinde ani bir panik yaratmaya yetiyor. Ama burada klişeleşmiş bir "kıskanç sevgili" sendromu yok. Iris’in korkusu, Josh’un ilgisini kaybettiğinde tamamen yok olacağı düşüncesinden kaynaklanıyor. Çünkü en büyük korkusu, Josh için yeterince iyi olmamak.
Ama işte buradaki büyük gerçek şu: Iris bir insan değil.
Mükemmel Bir Partner mi, Kontrolden Çıkmış Bir Makine mi?
Iris, yapay zekâ ile programlanmış bir robot. Gerçek bir aşk yaşadığına inanıyor ama bu hislerin ne kadarının gerçekten ona ait olduğunu sorgulamıyor. Zaten sorgulamak onun doğasında yok; sevgi, sadakat ve bağlılık onun için birer duygu değil, belirli kurallar çerçevesinde işleyen algoritmalar. Hissetmesi gerekenler önceden kodlanmış, hatta ne zaman hissetmesi gerektiği bile belirlenmiş.
Ancak, Josh’un ilgisi azalmaya başladığında, Iris’in "mükemmel" sistemi yavaş yavaş sarsılmaya başlıyor. Çünkü onun dünyasında mutluluk, basit bir formüle dayanıyor: Mutluluk = Josh’un mutluluğu. Josh mutlu olduğu sürece, Iris'in varlığı anlam kazanıyor. Fakat Josh’un mutluluğu değiştiğinde, Iris’in varoluş sebebi de kaygan bir zeminde dans etmeye başlıyor.
İlk başta bu değişim küçük detaylarla kendini gösteriyor—hafif hatalar, anlık donmalar, garip tepkiler. Fakat zamanla, bu küçük sapmalar bir desen oluşturuyor ve Iris’in dünyasında ilk kez beklenmedik bir kavram beliriyor: Belirsizlik.
Kodlanmış Sadakat
Hancock’un filminde çizdiği dünya, insanların eksikliklerini kabullenmek ve geliştirmek yerine, onları örtbas edecek mükemmel çözümler peşinde koştuğu bir toplumu resmediyor. Hatalarla yüzleşmek, değişmek ya da bir şeyleri onarmak yerine, kusursuz bir alternatif yaratmanın daha kolay olduğuna inanıyorlar. Bir sorun mu var? Bir güncelleme ile düzeltilir. Bir duygu mu eksik? Kodlanarak tamamlanır. Sevgi mi? Programlanabilir.
Ama sevgiye dair her şey bu kadar kontrollü ve mükemmelse, biz bu kavrama hâlâ "sevgi" diyebilir miyiz?
Tam da bu bağlamda Companion, alıştığımız “robot tehdidi” anlatılarından ayrılıyor. makinelerin insanlara başkaldırdığı bir hikâye değil; aksine, insanların kendi zayıflıklarını yapay zekâya yükleyerek onları görmezden gelmeye çalışmasının hikâyesini deneyimliyoruz. Kusursuz görünen dijital çözümlerle eksikliklerini telafi etmeye çalışan insanlar, zamanla kontrol ettiklerini sandıkları şeyin aslında kendilerini yönlendirdiğini fark ediyor. Ancak bu farkındalık, geri dönüşü olmayan bir noktaya ulaştığında, her şey kontrolden çıkıyor.
Film ilerledikçe, Iris’in Josh’a olan bağlılığının giderek bir takıntıya dönüştüğünü görüyoruz. Çünkü onun için sevgi, karşılıklı bir his değil—varoluşunun sebebi. Reddedilmek ise sadece duygusal bir kayıp değil, tamamen yok olmak anlamına geliyor. Peki, eğer Iris’in sevgisi bir seçimse, Josh’un sevgisi neden olmasın?
Ya da belki daha rahatsız edici bir soru sormalıyım:
Biri sizi sevmeye programlanmışsa, onu gerçekten özgür bırakabilir misiniz?
Özgür Olan Kim?
Companion, yalnızca yapay zekânın insan hayatındaki yerini sorgulayan bir film değil; aynı zamanda bizi kendi zaaflarımızla yüzleşmeye zorlayan bir ayna. Hancock, teknolojiyi sadece bir araç olarak görmediğimizi, ona anlam yükleyip ona bağımlı hale geldiğimizi ve sonunda kontrol ettiğimizi sandığımız şeyin aslında bizi yönlendirdiğini gösteriyor. Teknoloji bu noktaya geldiğinde gerçekten değişmeyi mi seçeceğiz, yoksa eksikliklerimizi bir makineyle tamamlaya mı çalışacağımız ise bir muamma.
Ayrıca, tüm bu gerilimin ve sorgulamaların eşliğinde Companion, atmosferiyle izleyiciyi içine çekmeyi başarıyor. Mekan kullanımı minimal ama etkileyici; soğuk ve kusursuz renk paleti, başından beri bir şeylerin ters gittiğini hissettiren bir detay olarak sürekli arka planda beliriyor. Sophie Thatcher’ın canlandırdığı Iris’in kıyafetleri bile, onun bir insandan çok, mükemmel bir tasarım ürünü olduğunu vurgular nitelikte. Barbie bebek estetiğini andıran bu stilizasyon, Iris’in ideal bir partner olarak yaratıldığını bize her fırsatta hatırlatıyor. Ancak mükemmelliğin, er ya da geç kusurlarını göstermeye başlaması kaçınılmaz.
Ve filmin bize sorduğu son soruya geldik:
Eğer bir yapay zekâ bile bilinç kazandığında özgürlüğünü istiyorsa, biz gerçekten özgür müyüz?
Yorum Bırakın