Apolitiklik Yanılsaması: Sessizliğin Kendisi de Bir Politikadır

Apolitiklik Yanılsaması: Sessizliğin Kendisi de Bir Politikadır
  • 5
    0
    0
    0
  • “Ben siyasetten anlamam.”

    Bu cümle kulağımıza fazlasıyla tanıdık geliyor, değil mi? Okulda, iş yerinde, sosyal medyada, hatta bazen en yakınlarımızdan...Sanki siyaset, yalnızca belirli bir zümrenin konuşabileceği bir alanmış gibi; özenle uzak durulması gereken, içine adım atmanın bile cesaret sayıldığı, yalnızca ‘ehil’ olanlara ait bir meseleymiş gibi sunuluyor bizlere. Oysa hakikat çok daha karmaşık, çok daha gölgeli… Ve her şeyden önce, düşündüğümüzden çok daha içimizde ve yakınımızda.

    Bir bireyin “apolitik” olduğunu söylemesi, yüzeyde tarafsız bir tercih gibi görünebilir. Fakat bu ifade, insan olmanın en temel doğasıyla çelişir. Zira insan, doğduğu andan itibaren yalnızca birey değil, aynı zamanda toplumsal bir varlıktır. Ve toplumsal olan her yapı, her ilişki, kaçınılmaz biçimde siyasal olanın izlerini taşır. Hangi haberi merak ettiğimiz, hangi semtin sokaklarında kendimizi daha güvende hissettiğimiz, neyi nerede giydiğimiz, nasıl konuştuğumuz, hangi kelimeleri seçtiğimiz… Tüm bu gündelik seçimler, görünmez bir siyasal örüntüyle sarılmıştır. Farkında olsak da olmasak da, hayatımız politik olanın sessiz yankılarıyla şekillenir.

    İşte bu yüzden, apolitiklik çoğu zaman tarafsızlık değil, var olan düzenin sessiz bir kabullenişidir. Sessizlik ise, sanıldığı gibi boşlukta yankılanan bir duraksama değil; çoğu zaman bir onay biçimidir. “Ben karışmam” demek, kendini geri çekmekten çok, olup biteni olduğu haliyle sürmesine izin vermektir. Çünkü günün sonunda, adaletsizlik karşısında susulan her an, o adaletsizliğin bir parçasına dönüşür. 

    Peki, size tüm bu söylediklerimi yalnızca kelimelerle değil de, bir resmin suskun gücüyle anlatmam mümkün olabilir mi? Gelin birlikte, bu düşünsel yolculuğu sanatın penceresinden sürdürelim. Karşınızda: Philipp Foltz’un 1852 tarihli “Perikles, Halk Meclisinde Konuşurken” adlı eseri. 

    Figürlerin gerginliği, bakışların yönü, Perikles’in beden diline yüklenen ağırlık… O anın yalnızca bir kişiye değil, bir toplumun vicdanına hitap ettiğini hissediyor musunuz?

    Tabloda Perikles’in başı dimdik ve çevresinde onu dikkatle dinleyen yurttaşlar var. Renk paleti oldukça sıcak: altın sarısı, kahverengi ve kırmızılar, antik dönem Atinası’na ait politik tutkunun altını çizer gibi. Perikles, göğe yakın bir yerde konuşlanmış. Bu yalnızca fiziksel bir yükseklik değil, fikrin, ilkenin, ortak aklın temsilidir. Altındaki halk, sadece dinleyici değil—fikri taşıyıcıdır. Gözlerindeki ışık ise, düşünmeye ve karar vermeye hazır bir toplumu sembolize ediyor.

    Anlayacağınız, bu tabloda yalnızca bir tarihi anı değil, bir kültürün ruhu resmediliyor: kamusal sözün, yurttaş katılımının ve düşünsel cesaretin kültürü. Ve ne yazık ki bugün, belki de en çok kaybettiğimiz şey tam da bu kültürün kendisi.

    Seyirci Kalmayı Seçmek: Idiotes

    Antik Dönem Atinası’ndan söz etmişken, Perikles’in o meşhur söylevinin içeriğini anmadan geçmek olmaz. M.Ö. 5. yüzyılda savaşta ölen yurttaşlar için düzenlenen geleneksel törende Perikles, yalnızca bir methiye sunmaz; aynı zamanda kamusal bilinç ve sorumluluk üzerine derin bir çağrı yapar. “Bir yurttaş yalnızca kendi işleriyle değil, kamusal meselelerle de ilgilenmelidir,” der. Ve devam eder: “Kamuya kayıtsız kalan kişi sadece pasif değil, aynı zamanda toplum için yararsız sayılır.”

    Bu sözler, Antik Yunan'da “idiotes” kelimesine yüklenen anlamı net bir şekilde ortaya koyuyor: Yalnızca kendi işiyle ilgilenen, kamusal hayattan elini çekmiş birey. Aptal değil; ama toplumsal meseleleri görmezden gelen, ortak akla omuz vermeyen, yalnızca kişisel çıkarlarının sınırları içinde yaşayan biri. Antik Atina’da yurttaş olmak, yalnızca bir hak değil, aynı zamanda bir sorumluluktu. Kamusal sözün parçası olmak ise, fikir beyan etmek, bir toplumun parçası olarak var olmanın temeliydi. 

    Zaman içinde kelime farklı kültürel bağlamlarda anlam kaymalarına uğradı: Roma’da “eğitimsiz”, Orta Çağ’da “cahil”, modern dünyada ise doğrudan “aptal” olarak çevrildi. Oysa kökenindeki eleştiri çok daha derindi—bir zeka sorunu değil, bir ilgisizlik, bir geri çekiliş haliydi bu. Çünkü susmak, sadece konuşmamak değil; olup bitene sessizce razı olmaktır — ve bu nedenle, sessizlik yalnızca bir tercih değil, toplumsal sorumluluğun göz göre göre ihmal edilmesidir.

    Bir Resim Bin Söz Söylerse

    Siz gerçekten sanıyor musunuz ki sanatın politik yansımaları yalnızca geçmişe ait ve çoktan geride kaldı? Bu coğrafyada yaşayan biri olarak, böyle bir şeyi düşünmek için ancak isteyerek kendimizi köreltmemiz gerekiyor. Çünkü bugün de sanat, direnişin ta kendisi olarak karşımıza çıkar—sessizliği bozan, görmezden gelineni görünür kılan sesiyle. Sergilerde, sokaklarda, sosyal medyada, bazen de yasaklanan bir duvarın köşesinde… Sanat hep konuşur. Her zaman görünmeyeni görünür kılmaya çalışır. Ve hâlâ birilerini rahatsız eder. 


     
    Düşünün mesela, Ai Weiwei’nin “Remembering” adlı enstalasyonu… Çin’in Sichuan eyaletinde 2008’de yaşanan depremde hayatını kaybeden çocuklar için yapılan bu anıt, binlerce seramik okul çantasından oluşur. Ama esas mesele malzeme değil; o çantaların tek tek birer sessiz çığlığa, kamusal hafızaya dönüşmüş olmasıdır. Bu, yalnızca bir yas tutma değil, doğrudan devletin ihmali üzerine bir eleştiridir.

    Banksy’nin şehir duvarlarına kazıdığı çarpıcı imgeler ise politik mizahın en net hali. Kapitalizmi, savaş politikalarını, göç krizini sorgulayan o duvar resimleri, sanatı dört duvarla sınırlı bir alan olmaktan çıkarıp, doğrudan sokağa, halkın göz hizasına indirir.


    Benzer şekilde Zanele Muholi’nin Güney Afrika’da queer ve siyah kimlik üzerine yaptığı otoportre çalışmaları, Ai Weiwei'nin mülteci botlarını kullandığı yerleştirmeleri, Yael Bartana’nın kimlik, aidiyet ve ulus üzerine video işleri ya da Türkiye’de Zehra Doğan’ın hapishane duvarlarına işlediği resimler… Tüm bu örnekler bize şunu hatırlatır: Sanat sadece yaratmak değil, aynı zamanda tanıklık etmektir. Sanatı politize etmeyin diyenler, çoğu zaman mevcut yapıyı korumaktan yanadır. Oysa sanatı susturmak da politiktir. Sergilememek, sansürlemek, göz ardı etmek… Hepsi bilinçli bir seçimin parçasıdır ve bu oyunda hepsinin bir yeri vardır. 

    Sessizliğin Felsefesi


    Tüm bunları düşündüğünüzde, artık meselenin yalnızca estetik beğeni ya da ifade özgürlüğü olmadığını fark ediyorsunuzdur, değil mi? Konu, çok daha derin ve çok daha katmanlı bir zemine oturuyor. Tam da bu noktada felsefi arka plan devreye giriyor; bize sanatın politik doğasını, yalnızca duygusal değil, düşünsel bir düzlemde tartışma imkânı sunuyor.


    Hannah Arendt, İnsanlık Durumu adlı eserinde “politik olan”ın yalnızca devletin ve iktidarın alanı olmadığını; insanın birlikte yaşama, görünür olma ve sesini duyurma pratiğiyle doğrudan ilgili olduğunu savunur. Konuşmak ve eylemek, Arendt’e göre insan olmanın özüyle iç içedir. Bu yüzden susmak, geri çekilmek ya da görünmemeyi tercih etmek sadece bireysel bir tutum değil; aynı zamanda toplumsal bir kayıptır.


    Jacques Rancière ise sanatı politik kılan şeyin doğrudan ideolojik içerik değil, “duyusal olanın yeniden düzenlenmesi” olduğunu söyler. Sanat, ona göre “görünmeyeni görünür kılar.” Dışlananları sahneye taşır, susturulanlara söz verir. Bir tablo, bir performans ya da bir yerleştirme yalnızca bir estetik deneyim değildir—aynı zamanda bir direniş alanıdır.


    Judith Butler’ın “çerçeveleme” teorisi ise bu düşünceyi başka bir boyuta taşır. Ona göre bazı hayatlar, toplumsal olarak daha fazla görünür kılınır; bazı kayıplar daha çok yas tutulur, bazı acılar daha fazla dikkate değer bulunur. Bu adaletsiz görünürlüğü sorgulamak, Butler için politik bir görevdir. Sanat ise bu sorgulamayı mümkün kılan alanlardan biridir. Çünkü görünür olmayanı anlatmak, onu çerçevenin dışına taşımak, hem estetik hem politik bir eylemdir.

    Her Şey Politiktir

    Anlayacağınız, kimi zaman sanatın geçmişten gelen bir yansımasıyla, kimi zaman bir sözle, bir duruşla, hatta yalnızca bir bakışla bile… Nerede durduğumuzu, neyi savunduğumuzu ve neye karşı sessiz kaldığımızı belli ediyoruz.

    Öyleyse neden susarak varlığını sürdürmesine göz yumduğumuz sistemleri değil, ses vererek değiştirmek istediklerimizi beslemiyoruz? 

    Günün sonunda, apolitiklik derin bir yanılsamadan ibarettir. Özellikle de 21. yüzyılda, neredeyse her tercihimiz, her ifademiz — hatta suskunluğumuz dahi — politik anlamlar taşırken... Asıl mesele, bu politik varoluşun farkında olup olmadığımızdır. 

    Üstelik bu farkındalığı yalnızca oy vermeye indirgemek, meselenin kapsamını daraltmak olur. Politik olmak, kimi zaman bir pankartta dile gelen ortak bir yarayı fark etmek, kimi zaman bir serginin dışında bırakılan işleri sorgulamak ya da temsiliyetin eksik kaldığı bir anlatıda görünmeyeni görmekle ilgilidir. Bazen de bir karikatürdeki çizgiye sinmiş eleştiriyi kavramak ya da bir sahne performansında alkışların yöneldiği ve sessiz bırakılan figürleri ayırt edebilmektir. Bunların hepsi, aktif yurttaş olmanın; çevremize, çağımıza ve birbirimize karşı sorumluluk almanın yollarıdır. Çünkü yurttaşlık yalnızca devlete karşı bir yükümlülük değil, aynı zamanda birbirimize karşı taşıdığımız ortak bir sorumluluktur.

    Unutmayın, gören, yorumlayan ve sorgulayan bireyler olduğumuzda politikanın yalnızca konusu değil; öznesi hâline geleceğiz.

    Çünkü gerçekte: Her şey politiktir.
    İster kabul edin, ister etmeyin. Ama asla görmezden gelmeyin.


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.