"Bireye bırakılmış bu özgürlüğün, nereye kadar uzanması gerektiğini kendimize sormanın sırasıdır artık..."
Tanrıbilimsel Politik İnceleme- Baruch Spinoza
Modern toplumun kutsal kavramlarından biri olan "özgürlük", uzun yüzyıllar boyunca baskıya karşı bir talep, bir özlem ve nihayetinde bir hak olarak tarif edilegeldi. Ne var ki, bu kavramın zihinlerimizde kazandığı yaldızlı parıltı, zaman zaman gerçeğin sert ve yalın dokusunu gizleyen bir heyulaya dönüşür. "Öz'" gürleşiyor derler. Peki bu gürleşme kimin lehine, kimin aleyhine gerçekleşiyor? Hangi özgürlük, hangi otoritenin maskesi altında sunuluyor?
Didaktik metinlerin poetik diliyle sunulan öz kavramı, çoğu zaman bireyin kendilik arayışının romantize edilmiş halidir. Bu romantizm, bireye kendi kısıtlarıyla bağlantılı olmayan, sınırsız bir potansiyel vehmeder. Fakat, şairane tabirlerle bezeli bu kavrayış, esasta bireyi edilgenleştiren, onu toplumsal gerçeklikten yoksun bir idealin içine hapseden bir örtü gibidir. Çünkü gerçekte özgürlük, yalnızca alternatiflerin varlığıyla mümkün olabilir ve bu alternatifler de bir itiraz bilincinin mahsulü olarak ortaya çıkar.
“İnsan özgür olmaya mahkum mudur, yoksa özgürlüğe tutkun mu?”
Bu soru, Sartre’ın kaleminde bir kaderin değil, çıplak bir zorunluluğun yankısıdır. İnsan, dünyaya fırlatılmıştır. Bir plana göre değil, bir sebebe bağlı olarak değil “yalnızca vardır”. Ve bu varlık, kendisiyle birlikte bir yoksunluğu da taşır. Çünkü Sartre’ın ateist varoluşçu perspektifinde Tanrı artık yoktur. Bu bir kapının kapanışı değil, bütün bir gökyüzünün sessizliğidir. Ve o sessizlikte insan, kendine öz yaratmakla yükümlü bir varlığa dönüşür. Modern insan için özgürlük, bir rüya değil, çoğu zaman bir uykusuzluktur. Çünkü sabitelerin yıkıldığı, kutsalın sessizliğe büründüğü bir dünyada insan, her sabah kendi kimliğini yeniden kurmak zorundadır. Bu tahayyül edilen özgürlük değil, insanı sarsan bir boşluk duygusudur. Kendi kendine anlam vermek zorunda kalan bir varlık, bir noktadan sonra kendi içine çökebilir. Kendi özünü yaratmak, her gün yeniden inşa edilmesi gereken bir kule gibidir. Titrek, yorgun ve dağılmaya meyyal. İşte tam da bu yüzden, insanın özgürlüğü bir yerden sonra bir dua gibi kımıldar içimizde. Çünkü özü bakımından insan, sadece özgür olmak istemez aynı zamanda bu özgürlüğün bir yere, bir merkeze, bir hakikate yönelmesini de arzu ve ihtiyaç duyar.
Anthony Giddens’a göre, modernliğin özgürlüğe dair heybetli vaadi, bireye hazır bir kimlik sunmak değil tam tersine, onu baştan aşağıya kendi elleriyle örmeye mecbur bırakmaktır. Öyle ki bireye kendisini “inşa edilmesi gereken” bir şey olduğunu söyler. Oysa geleneksel toplumlarda birey, kim olduğunu ailesinden, dininden, toplumsal rollerinden öğrenirdi. Modernlik bu hazır kimlikleri ortadan kaldırmış bireyi kendi kimliğini seçmek ve hatta tasarlamak zorunda bırakmıştır. Giddens’ın deyimiyle: “Modern birey, kendi benliğini anlatılaştırarak oluşturur, hayat bir projeye dönüşür.” Özgürlük tam da burada başlar gibi görünür. Artık birey kendi yolunu seçme özgürlüğüne sahiptir. Ama bu seçim bir lütuftan çok bir yükümlülük haline gelir. Çünkü “kim olacağımıza” karar vermek, aynı zamanda “kim olamayacağımızı” da kabullenmek demektir. Seçim, dışsal bir özgürlük değil, varoluşsal bir sorumluluktur artık. Bu durumda özgürlük, mevcut yapının icazetine sığınan bir hak olmaktan çıkar. Aksine, yapının kendisini sorgulama cesareti halini alır. Şu halde, özgür birey, sadece seçim yapan değil alternatifleri hayal eden, teklif eden ve risk alan bir faildir. Arendt'in ifadesiyle, "özgürlük ancak mevcut düzenin kural ve pratiklerine karşı gelişen yeni eylem ve düşünce alanlarıyla var olabilir."
“Hürriyet aşkı, bir nevi snobizmden başka bir şey değildir. Hakikaten muhtaç olsaydık, hakikaten sevseydik, o sık sık gelişlerinden birinde adamakıllı yakalar, bir daha gözümüzün önünden, dizimizin dibinden ayırmazdık.”
Saatleri Ayarlama Enstitüsü- Ahmet Hamdi Tanpınar
Modernitenin bireye sunduğu seçim yapma özgürlüğü, seçeneklerin kim tarafından, hangi kriterlerle belirlendiğini gizler. Bu nedenle birey, kendi tercihini yaptığını sanarken, aslında sistemin belirlediği alanlar içinde dolanır. Bu noktada Helvetius'un sözü yeniden hatırlanmalıdır: "Özgür insan, sadece bir kaleye hapsedilmemiş ya da demire vurulmamış kişi değildir. Asıl özgürlük, insanın kendisine dayatılan zorunlulukların ötesinde düşünebilmesi ve eyleyebilmesidir."
Modern birey, kendi tamamlanma çabasını modern mitlerle süslemektedir. Bu mitlerden biri de liberalizmin birey tanımıdır. Liberallere göre birey, rasyonel, özerk ve kendi yararını maksimize etmeye odaklı bir faildir. Ne var ki, bu tasvir bireyin tarihsel, toplumsal ve psikolojik bağlamdan azade bir varlık olarak idealize edilmesidir. Oysaki birey, tam da bu bağlamlar içinde inşa olur, yük alır, sınır çeker ve yeri geldiğinde boyun eğer. Özgürlüğün anlamı da bu boyun eğme ve dik durma geriliminin içinde şekillenir.
"Özgürlük sevgisi bu, insan kapılmaya görsün bir kez.
Bir urba ki eskimez, Bir düş ki gerçekten daha doğru."
Oktay Rıfat
Modern ve özellikle günümüz postmodern düşünü, bireyin anlam arayışını bir "kimlik inşası" çabasına dönüştürür. Birey, içsel tutarlılıktan çok, görünürlüğe odaklanır. Sosyal medya, tüketim alışkanlıkları, kültürel göstergeler bireyin kimliğini belirleyen faktörler haline gelir. Bu durumda bireyin özgürlüğü, esasen piyasaya, tüketim kalıplarına ve dijital platformlara endekslenir. Görünür değişkenlik, hakiki öz değişimi gizleyen bir illüzyona dönüşür.
Dolayısıyla özgürlüğün tanımı, onu deneyimleme şeklimizle birlikte yeniden düşünülmelidir. Her birey, özgür olduğuna dair bir hissiyatla yaşarken, bu hissiyatın kendisinin nasıl şekillendiğini sorgulamaz. Ancak ideal olanla reel olan arasındaki uçurum büyüktür. Tanpınar’ın “benim çocukluğumun belli başlı imtiyazı hürriyetti” diyerek başladığı pasaj, özgürlüğün hayatlarımızdaki inişli çıkışlı, gelip giden bir gölge gibi nasıl belirdiğini ve bir o kadar da çabuk silinip gittiğini anlatır. Özgürlük, Tanpınar’ın ironik ve melankolik tespitinde olduğu gibi, “bir kere bile kimse bana gittiğini söylemediği halde, yedi sekiz defa geldi” türünden geçici ve görünmez bir misafirdir.
Neticede özgürlük, yaldızlı bir kavram olarak göz kamaştırsa da onu anlamlı kılan, yaşanmış sınırlılıklar, çabalar ve çatışmalardır. Özgürlük, bir durum değil bir yönelim, bir talep, bir itirazdır. Ve her itiraz gibi hem bir risk hem de bir irade ister. Bu nedenle özgürlüğü yeniden tanımlamak, onu bireyin içsel dünyasıyla sınırlı olmayan, toplumsal bir imkan olarak kavramakla mümkün olabilir. Ve belki de bu tanım, ancak kendi yaldızlarını sıyırabilmiş bir kavrayışla yapılabilir.
“Evet, ilmektir boynumdaki ama ben, kimsenin kölesi değilim.
Tarantula yazdılar diye göğsümdeki yaftaya
tarantulaymış benim adım diyecek değilim.”
Of Not Being A Jew- İsmet Özel
Yorum Bırakın