Bazı yazarların hayatları da roman gibi oluyor. Kitaplarını okumak yetmiyor, bir de hayatlarını okuyası geliyor insanın. Şimdi yazarların tuhaf özelliklerine ve pek bilinmeyen yönlerine doğru kısa bir yolculuğa çıkalım. Bu yolculuğun sonunda birine daha geniş bir yer vereceğim; çünkü beni en çok etkileyen hayat hikayesi o yazara ait.
Dostoyevski ile başlayacak olursak, kendisi bir kumar bağımlısıydı. Hatta bizim şu an hâlâ bayıla bayıla okuduğumuz çoğu kitabını aslında sırf kumar borçlarını kapatabilmek için yazmıştı.
Balzac günde yaklaşık 50 fincan kahve içer, evde kahve kalmayınca da çekirdeklerini yermiş.
Ne mide varmış adamda yahu!
Monte Kristo Kontu ya da Üç Silahşörler gibi kitapların yazarı Alexandre Dumas
çok çapkın bir adammış. Hatta o kadar çapkınmış ki evli olmasına rağmen ölümünün ardından 7 tane gayrimeşru çocuğu çıkmış ortaya.
Filozof ve aynı zamanda bir doktor olan Albert Schweitzer
normalde solakmış. Ancak kedisi sol kolunda uyumayı çok sevdiği için sağ eliyle yazmayı öğrenmiş.
Shakespeare tefeciydi, ciddiyim.
Shakespeare aslında tefecilik ile uğraşan ve bu şekilde yazdığı kitaplardan daha fazla para kazanan bir ticaret adamıydı.
"Yalnız bile değilim" diyen Edip Cansever ise antikacıydı. Geçimini 30 yıl boyunca Kapalıçarşı'da antika eşyalar satarak sağladı.
kartviziti.
Meşhur Tom Sawyer'ın yazarı Mark Twain'in insomnia yani uykusuzluk hastalığı vardı. Bu yüzden bir parkta,bankta ya da banyoda aniden uyuya kalırdı.
Truman Capote çok takıntılı bir yazardı. Aynı küllük üçüncü sigarayı söndürmez, cuma günleri hiçbir işe başlamaz
ve nerede rakam görse toplardı. Hatta toplandığı zaman sonucu uğursuz çıkan telefon numaralarının sahipleri ile bir daha telefonlaşmazdı. GÜZEL BAHANE! :)
Hemingway bir eleştirmeni dövdü; sırf kitabı hakkında olumsuz bir eleştiri yazdığı için.
Bukowski ise söylememe gerek var mı bilmiyorum ama alkolikti.
Yani işin özü şu ki büyük yazarların çoğunda bir sıkıntı vardı. Ben tam da bu yüzden hayranı olduğum insanlarla özellikle tanışmam; çünkü tanışır hayal kırıklığına uğrarım. Mesela çok sevdiğiniz sanatçıları, yönetmenleri, yazarları, müzisyenleri hayal edin. Onları eserleri dolayısıyla kafamızda öyle dokunulmaz bir yere koyuyoruz ki kendileri olarak karşımıza çıktıklarında ne yapsalar beklentimizi karşılayamıyorlar. Ki bu bizim problemimiz aslında. Yani onların hiçbir suçu yok, kendileri olmak ve rol yapmamak dışında. Ben mesela Bukowski'nin hikayelerine, diline, neredeyse tüm kitaplarına hayranım. Ama zamanında komşum ya da dostum olsaydı her gece kafayı çekip kavga çıkaracak, eve çağırsam her yere kusup yatağımda sızacaktı ve ben onu kovmak zorunda kalacaktım.
Şimdi gelelim hayat hikayesi ile beni en çok etkileyen yazara: Tolstoy. 1828'de Moskova'da oldukça zengin ve aristokrat bir aileye doğdu. Ancak 6 yaşında annesini, 9 yaşında ise babasını kaybetti. Akrabalarının büyüttüğü
Tolstoy 17'sine geldiğinde üniversitede hukuk ve dil bilimi okumaya başladı. Ancak hocalarının gözünde ilgisiz ve öğrenme yeteneği olmayan bir öğrenciydi. Okulu bıraktı, orduya yazıldı. Sonra orduyu da bıraktı ve iyice dağıtmaya başladı. Hayatının bu dönemini yıllar sonra yazdığı "İtiraflarım" isimli kitabında şöyle anlatır:
"İçtim, kumarda kaybettim. Vaktimi anlamsız zamparalıklarla geçirdim. Köylülere ihanet edip kumar borçları yüzünden topraklarını sattım. Yalan söyledim, insanları kandırdım. Kitapta yazan tüm suçları işledim. İşte bir 10 yılı ben böyle geçirdim."
Derken uzun bir seyahate çıkar Tolstoy, gittiği ülkelerde eğitim sistemini inceler ve döndükten sonra köyünde cezanın, ödülün ya da sınavların olmadığı bir okul açar. Hatta bazı ders kitaplarını da bizzat kendisi yazmaya başlar. Tabii bu sırada artık ilk eserleri de basılmaya ve okunmaya başlamıştır.
Yıllar geçer, evlenir, bir sürü çocuk yapar. "Anna Karenina" ve "Savaş ve Barış" gibi romanlarının da basılmasıyla artık tüm dünyanın sevip saygı duyduğu bir yazara dönüşür.
Hayata karşı olan ilgisini ve şüpheciliğini hiçbir zaman kaybetmez. 67 yaşına geldiğinde bisiklet sürmeyi öğrenir mesela. Hatta bu yüzden bugün artık "Tolstoy'un bisikleti" diye bir kavram ortaya çıkmıştır;
Tolstoy şans eseri aristokrat bir aileye doğmuştu ve hâlâ çok zengindi ama o sıkılıyordu tüm bu lüksten ve asalet unvanlarından. Gerçeğin, sadece gerçeğin peşindeydi o ama hayatı sadece güzel bir illüzyondan ibaret gibiydi.
Derken tüm servetini köylülere dağıtıp aynı onlar gibi yaşamaya başladı. Yaşını aldırmadan tarla sürüp kaba saba kıyafetler içinde dolanırken ve 42 odalı malikanesini terk edip tek odalı bir barakada yaşarken kendisini ve hayatını yeniden keşfetti. Bir süre sonra, her zaman gidilecek yeni yerler ve tanık olunacak yeni hikayeler olduğunu bilen Tolstoy son bir yolculuğa çıktı ve 82 yaşında bir tren garında beş parasız soğuktan zatürre olarak yalnız başına öldü; arkasında yüzyıllar boyunca okunacak eserler ve olağanüstü bir geçmiş bırakmanın gönül rahatlığıyla.
Yorum Bırakın