Konumuz acı.
Harikulade ve korkunç bir dünyada yaşıyoruz. Peki bunca acıyla nasıl baş edeceğiz? İşte bu bu yazımda filozoflardan yola çıkarak bunun cevabını arayacağız.Dolayısıyla ilk filozofumuz Kierkegaard.
Kierkegaard ölümle çok genç bir yaşta tanışmış. 25 yaşına geldiğinde bir abisi dışında bütün kardeşleri, annesi ve babası ölmüş. Ardından mizahın ve kahkahanın hayatın acımasızlığına verilebilecek en mantıklı tepki olduğunu fark etmiş.Hayat demiş, yalnızca geriye dönük bir şekilde anlaşılabilir; ancak ileriye dönük bir şekilde yaşanmalıdır. Ve absürde sığınmış.
Çünkü ancak ironik, sarkastik ve absürt bir yaşam bizi bu hayatın sıkıcılığından ve acılarından kurtarabilir demiş.
Dolayısıyla yazdığı kitaplarda da hayatla ilgili en ciddi meseleleri bile komik bir dille anlatmış. Karanlıktaki kahkaha diyebilirsiniz buna.Yazdıkları, dünya üzerindeki milyonlarca insana merhem olmuş ve olmaya da devam ediyor. Yani bu abinin varoluşçu gibi bir kafası varmış diyebiliriz.
Albert Camus de mesela şöyle diyordu:
Yaşamın anlamsız olduğuna karar vermek ile yaşanmaya değmez olduğuna karar vermek arasında fark vardır.
Yaşam anlamsızdır evet ancak yaşamaya değerdir. Bir de günümüz filozoflarından Yıldız Tilbe var. O da bir şarkısında demiş ki: Kendimden çıktım yola bir yere varamadım. Bir ara bunu da konuşalım.
Şimdi acı çekme yöntemlerine göre bir de Stoacılara bakalım:
Stoacılık, Antik Yunan ve Roma’da gelişmiş bir felsefedir. Stoik sözcüğü ise acıya dayanıklı anlamında Peki neden? Nasıl? Yani nasıl beceriyorlar bunca acıya dayanmayı?
Öncelikle Stoacılar, başlarına gelen kötü olayları ya da edindikleri kötü tecrübeleri birer fırsat olarak görürler.Konu ile ilgili Epiktetos şöyle demişti:
Izdırap, yaşamdaki olaylardan değil, onları değerlendirme biçimimizden ortaya çıkar.Ve bunun sonucunda şöyle bir ters psikoloji geliştirmişler.
Mesela insanlar, canları sıkkın olduğunda ve işler kötü gittiğinde, “Her şey yoluna girecek, her şey düzelecek,” diye teselli eder ya kendini. Stoacılar öyle yapmıyor. Onlar bu alıntıların insanı sadece oyaladığını düşünüyor ve “Her şey düzelecek" yerine “Her şey daha kötü olabilir. Daha da zor günler gelebilir” diyorlar.
Yalnız dikkat! Burada kötümser olmaktan bahsetmiyorum, o bambaşka bir şey. Bu daha çok gerçekçi ve hazırlıklı olmak gibi bir şey. Stoacılar, bu şekilde kendilerini en kötü durum senaryolarına hazırlayarak aslında karşılaşabilecekleri her türlü trajedi için önceden hazırlanmış oluyor ve dayanma ve karşı koyma güçlerini geliştiriyorlar.Ayrıca ne kadar kötü bir vaziyette olurlarsa olsunlar böylece anın tadını da çıkarmaya devam edebiliyorlar.
Stoacıların görüşlerine göre:
Olan her şey, öyle olması gerektiği içindir. Her an her şeyi kontrol edebilir miyiz gerçekten? Yani hayatı biraz da akışına bırakmak daha güzel olmaz mıydı? Zaten her şey dört dörtlük olsa, bu çok sıkıcı olurdu. İllaki birisi çıkıp tüm planlarımızı altüst etmez mi?
Peki, özgürlük nedir?
Çok ilginç bir yazarın çok ilginç bir kitabından bahsederek başlamak istiyorum.
Yahudi kökenli Fransız bir yazar olan Georges Perec. 1936’da doğdu ve 1982’de henüz 46 yaşındayken akciğer kanserinden öldü.
Ondan bahsetme sebebim ise 1969 yılında yayınlanan Kayboluş isimli romanı.
Çünkü Perec, bu romanı yazarken Fransızcanın en çok kullanılan sesli harfi olan “e”yi hiç kullanmadı. Doğru duydunuz 300’ü aşan sayfalardan oluşan bir kitap var ortada ama içinde hiçbir “e” harfi geçmiyor. Peki neden?
Çünkü yazar, henüz çocukken anne ve babasını İkinci Dünya Savaşı sırasında kaybetmiş.
Babası Fransız ordusunda iken, annesi ise toplama kampında ölmüş. Kitabı yazarken hiçbir “e” harfini kullanmama sebebi ise İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudilerin ortadan kaldırılmaya çalışılmasını protesto etmekmiş. Yani “Siz koca bir ırkı ortadan kaldırmaya çalıştınız ben de buna karşılık bir harfi yok edeceğim” diye düşünerek böyle bir başkaldırıda bulunmuş.
Dolayısıyla bu olmayan “e” harfi, aslında anne ve babasının kayboluş, yokluğunun da bir metaforu.Bu kitapla ilgili araştırma yaparken çok heyecanlandığım bir şeyle daha karşılaştım.
Kitabın Türkçeye de içinde hiçbir “e” harfi olmadan çevrilmiş olması.
Kitabın çevirmeni Cemal Yardımcı:
Fransızca’da “e” harfi kullanmamaya karar verdiğinizde, kelime dağarcığınız %30-40 oranında daralır. Türkçe’de ise bu oran dörtte bire iner. Yani mesela “sen”, “ben” ve “-ken” gibi kelime ve ekleri kullanmadan bir şey yazmak zorunda olduğumuzu düşünelim. Herhalde birkaç paragraf sonra contayı yakardık diye tahmin ediyorum.Dolayısıyla böyle bir emek karşısında saygıyla eğiliyor ve özgürlük konu başlığımıza geçiyorum.
Özgürlük diye bir şeyin olup olmadığını, varsa nasıl özgür olabileceğimizi ya da özgürlüğün kişiden kişiye nasıl değişebileceğini irdeleyeceğiz.
Özgürlük denildiğinde benim aklıma ilk olarak varoluşçular geliyor. Sartre, Camus, Simone, Kierkegaard, Kafka, Oğuz Atay ya da Yusuf Atılgan gibi yazarları çok sevmemin bir nedeni de budur herhalde. Peki nedir bu varoluşçuluk?
Edebiyat ve felsefenin iç içe geçtiği bir akımdır. Merkezinde birey ve bireyin anlam arayışı vardır. Sürekli bir anlam arayıp durur varoluşçular.
Sonuçta insan dediğimiz şey, diğer tüm canlılar gibi ölümlü bir varlıktır.
Öyleyse, nasıl bunun üstesinden gelebilir?Kendini nasıl gerçekleştirebilir de dünya üzerindeki varlığını anlamlandırabilir?İşte varoluşçu yazarlar, bunun gibi soru işaretleri ile ilgileniyor. Dolayısıyla da en çok özgürlük kavramının üstünde duruyorlar.
Sartre;İnsan özgürlüğe mahkûmdur, derken ne demek istemişti?
İyi bir şey mi söylemişti yoksa kötü bir şey mi? Yoksa aslında her ikisi de mi? Ona bir bakalım.
Sartre göre insan bir mahkûmdur; çünkü kendi kendini yaratmamıştır. Dünyaya fırlatılmış, doğmuş ve ölecektir. Fakat diğer yandan da özgürdür. Çünkü iradesi vardır ve seçim yapma ya da yapmama hakkına sahiptir. Ancak elbette bu insanı sorumlu kılar.
Çünkü insan, aldığı her kararda sadece kendisine karşı değil, insanlığa karşı da sorumludur. Örneğin, dişlerini fırçalarken musluğu kapatmayan bir insan, daha fazla su faturası ödemek zorunda kalacağı gibi, aynı zamanda dünyadaki su kaynaklarını da boşuna tüketmiş olur.
Yani, çok basit bireysel bir eylem bile toplumsal bir sonuca neden olabilir. Dolayısıyla, “İnsan özgürlüğe mahkûmdur,” derken özgürlüğün güzel olduğunu; ancak her güzel şey gibi beraberinde önemli sorumluluklar da getirdiğini söyler. Benim bundan çıkarımım şöyle özetlenebilir:
Özgür olmak yetmez; akıllı ve iyi bir insan olmak gerekir.
Gelelim Nietzsche’ye. Onun özgürlük tanımı, “üst insan” ismini verdiği bir kavramdan geçer. Peki, nedir bu “üst insan” deyip durduğu şey?
Nietzsche’ye göre insan, aşılması gereken bir varlıktır. Üst insana geçiş yapabilmek için ise maddiyat istencinden, yanılgılardan, yücelttiği yanılsamalardan kurtulmalıdır insan.
Zaaflarıyla yüzleşmeli, arzularının peşinden gidip gördüklerini, duyduklarını sorgulayabilmelidir.
Fakat tüm bunlar, özgür insanın her türlü değeri yok saydığı, reddettiği anlamına gelmez.
Üst insan bir nihilist değildir; çünkü nihilizm de aşılması gereken bir şeydir. Aynı kuralları yıkmadan önce onları öğrenmek zorunda olduğumuz gibi.Ancak elbette bu kolay bir yol olmayacaktır. Çünkü özgür olmak isteyen kişi, bedel ödemeye de hazır olmalıdır. Peki, özgür olduktan sonra ne olur? Yani ne hisseder, ne görür üst insan?
Bunu da şöyle açıklıyor Nietzsche:
Özgür ruh, tekrardan yaşama döner. Tabii yavaşça, yine bir sıcaklık, bir yumuşaklık vardır. Hissetmek daha da derinlik kazanır.
Rüzgâr kişinin etrafında esip durur. Neredeyse hissediyor ki, sanki şu anda ilk defa gözleri yakınındaki şeyleri görmeye başlar. Şaşkınlık halindedir. Öyle sessizce oturur. “Şimdiye kadar neredeydin?
Etrafımdaki şeyler ne kadar da değişmiş görünüyordu?” Minnetle bakar arkasına yolculuğuna, kendini sürgün edişine ve ciddiyetine. Artık ilk defa kendini gerçekten görür. Acı çekmek, öylece durmak, sabretmek, öğrenmek, güneşin altında olmak. Ne kadar da memnun olur bunlardan. Dünyadaki en minnettar varlıklardır onlar ayrıca en mütevazılarıdır. Bilgeliktir bu, dünyevi bilgelik.
Bence, özgür olmanın tek yolu vicdanın rahat olmasıymış. Ancak vicdanı rahat bir insan özgür olabilirmiş. Dünyayı da geziyor olsa, dört duvar arasında hapsedilmiş olsa da özgürlük, vicdanın rahat olmasıymış.
Yorum Bırakın