Merhaba,
Bu yazımda gezgin edebiyatına bakacağız.
Gezgin edebiyatı denildiğinde akla ilk olarak Beat Kuşağı geliyor. Peki nedir bu Beat Kuşağı Edebiyatı? Nerede? Ne zaman ve hangi şartlar altında ortaya çıktı?
Önce 1929'a bir gidelim.
Bu sırada Amerika, tarihinin en büyük ekonomik bunalımı ile karşı karşıya. 4 bine yakın banka iflas etmiş
her 4 kişiden 3’ü işsiz kalmış ve piyasada para kalmadığı için insanlar alışverişlerinde tekrar takas yöntemi ile yapmaya başlamışlar.10 sene böyle geçtikten sonra II. Dünya Savaşı başladı.
1945’te Amerika, üçer gün arayla Hiroşima ve Nagasaki’ye atom bombası atmış ve yüz binlerce kişinin ölümüne sebep olmuştu. İşte böyle bir dönemin içinde doğdu Beat Kuşağı.
Amerikan rüyasının çöktüğünü gören gençler; ev, aile, araba gibi hayallerin değil gerçek yaşamın, maceranın peşinden koşmaya başlamıştı. Önce 1956’da Allen Ginsberg’den Uluma adında uzun ve çok etkili bir şiir geldi. Bu şiir, Beat Kuşağı’nın manifestosu sayıldı. İşte o zaman bu Beat Kuşağı denilen akım duyulmaya ve gelişmeye başladı.
Gerçek bir yaşam öyküsüne dayanan Yolda romanında (Jack Kerouac), bir grup gencin tüm Amerika’yı baştan aşağı gezmesi anlatıyor, zaten genelde Beat Kuşağı yazarları eserlerini yollarda üretip yazmıştır.
Gary Snyder,
Tuli Kupferberg,
Kenneth Rexroth,
Gregory Corso,
Neal Cassady
gibi Beat Kuşağı yazarları, kendi hallerinde oradan oraya sürüklenirken serserilik ve boşvermişlik ile eleştiriliyordu.
Ancak aslında kitaplarında ırk, cinsiyet eşitsizliği, sınıf ayrımcılığı gibi toplumsal sorunlarla da ilgileniyorlardı. Öyle büyük laflar edip acayip edebi cümleler kurmazlardı. Sokak dili ile yazar ve sokak çocukları gibi yaşarlardı. Özlerinde yatan felsefi akım varoluşçuluktu.
Ama Sartre Bulantı’dan, Camus Yabancı’dan ya da Nietzsche üst insandan bahsederken, Beat Kuşağı yazarları yaşamdaki coşkuyu ön plana çıkartırlardı. Hani rasyonel “Düşünüyorum, öyleyse varım,” romantikler ise “Hissediyorum, öyleyse varım,” der ya.
İşte Beat Kuşağı yazarlarının da böyle bir anlam arayışı ve melankoli ile karışık yaşam coşkusu vardı.
Ben mesela profesyonel insanları acıyorum.Ağlamazlar, gülmezler; ilişkileri sevgi değil, çıkar üstüne kuruludur. İşleri yolunda gider ama tutkuları yoktur. Herkesin dikkatini çeker, gözüne girerler ama aslında ölü doğmuşlardır.Beat Kuşağı da işte bu profesyonelliğe ve tekdüze yaşamlara karşı bir alternatif olarak ortaya çıktı.
1965’te Amerika’nın Vietnam işgali başlar. Beat Kuşağı’nın etkisiyle hippiler ortaya çıkmış, 60’ların sonuna doğru binlerce genç akın akın Hindistan’a yola çıkmaya başlamıştı.Çünkü sıkılmışlardı Batı’nın sınırlarından ve Doğu felsefesine, Budizm’e merak salmaya başlamışlardı. Sadece edebiyatta değil
müzikte de ciddi yansımaları oldu bu akımın. Mesela o yıllarda ortaya çıkan Jim Morrison, Janis Joplin, Jimi Hendrix ya da John Lennon gibi müzisyenler, her fırsatta bu akımdan ne kadar etkilendiklerini dile getiriyorlardı.Edip Cansever’in de dediği gibi:
“İnsan, kendine yaptığı bir yolculuktan yeni bir haberle döner.”
Hep ilgimi çekti; hayatı yolda geçenler, hayatı yolda bulanlar, hayatını yolda kaybedenler. Tolstoy,mesela 82 yaşında bir tren garında öldü.
Çünkü hâlâ gidilecek yeni yerler ve tanışılacak yeni insanlar olduğunu biliyordu.Çok gezen mi bilir, yoksa çok okuyan mı, bilmiyorum ama ben gezerken bir yandan okuyor, bir yandan da peçetelere, fişlerin arkalarına, defterlere, ne bulursam onun üstüne yazıyorum. Yürümek düşünmekse, durmak algılamaktır.
Hani Tom Hanks, Forrest Gump’ta uzun süre boyunca koştuktan sonra bir anda
“Çok yoruldum, artık eve döneceğim,” demişti ya. İşte öyle bir durmadan bahsediyorum.
Mülksüzler’in yazarı Ursula K. Le Guin demiş ki:
“Gerçek yolculuk, geri dönüştür.”Yani yolda olmak ne kadar önemliyse, bazen de dönmek ve sadece durmak gerekir.
İnsan oturunca insan daha iyi fark eder ya, ne kadardır ayakta olduğunu. İşte gezginler de bazen virgül gibi yavaşlamalar ve ardından nokta gibi durmalı bazen.
Serseri mayın gibi oradan oraya sürülür ben sahil kenarında bir bankta, karlı dağlarda bir kulübede ya da bir meşe ağacının altında mesela, oturmalıyız sadece. Çünkü insan, yaşamın bilincini ancak bu şekilde duyumsayabilir.
Kâinatın yegâne varlığını, yavaşlayan insana usulca sunmaya başlamasıyla nesneler biçim değiştirir, renkler parlaklaşır. Böylece özüne dönmeye başlayan birey, hüzün ve coşkuyla dolu ilkel varoluşu yeniden içine dolarken, duymanın, koklamanın ve mikroskobik bir gözle görmenin önemini ve zevkini hatırlar.
Ancak elbette yolun ve özgürlüğün tadını bir kez almış bir kişi, artık ondan vazgeçmeyecektir. Dolayısıyla gezginin bu yavaşlamanın ve dönmelerin ardından yeni bir yolun rüzgârına kapılması çok sürmeyecektir.
Yorum Bırakın