Dikkat! Bu kitap sizi hayattan uzaklaştırabilir. Bu kitap dostlarınızla, ailenizle ve sevdiklerinizle vakit geçirmenize engel olabilir. Bu kitap yemek yemeyi, su içmeyi ve nefes almayı unutmanıza neden olabilir. Mümkünse kitabı uzun süreler okumamaya özen gösterin ve kitabı okurken sizi hayata geri döndürecek olan kısa aralar vermeyi ihmal etmeyin. Sık sık ama azar azar okuyun. Ara vermek isteyip de veremediğiniz durumlar için lütfen uzmanlardan oluşan ekibimiz ile irtibata geçin.
Pierce Brown’nun insanların doğduğu renklere göre hizmet ettiği toplumdaki kızıl renklerin isyanını anlattığı bilimkurgu ve distopya türündeki serisinin ikinci kitabının ilk sayfasına yukarıdaki ‘sahte uyarı’ yazılmalıydı. Belki o de zaman “bu bölüm de bitsin, bu bölüm de bitsin” diyerek saatlerce kitabın başından kalkamaz hale gelmezdim. Belki o de zaman kitap okumaktan artık gözlerimin şiştiği ya da kitabı kapatmam gereken (iş, gezi, uyku vb.) anlarda kararsız kalmazdım. Belki o de zaman kitaba bu kadar hazırlıksız yakalanmazdım. Belki de…
Belki de hiçbir şey değişmezdi.
Bu hale en son Üç Cisim Problemi serisini okurken gelmiştim. Tıpkı o zaman olduğu gibi bugün de zihnim kitabın sayfalarının arasına sıkıştı ve kitabı ellerime yapıştırdı. Kitap her dakikasından zevk aldığım ve bu nedenle elinden kurtulamadığım bir zevk hapishanesine* dönüştü. Hapishane hücresinden kafamı çıkartmaya çalıştığımda beni yeninden içeriye doğru iten gardiyan ise; kitabın soluksuz bırakan temposu oldu.
*Hayır, düşündüğünüz şekilde değil.
Yazar, serinin ilk kitabı olan Kızıl Yükseliş kitabında bize renklerin sistemini sunmuş, devrim için gereken alt yapıları oluşturmuş ve devrimi başlatacak olan ana karakterimiz Darrow’u Altın okuluna gönderip Altın yapmıştı. Dolayısıyla ilk kitabın ölçeği Altın okulundaki acımasız çocuklar seviyesinde kalmıştı.
Fakat Altın Oğul’da bu ölçek paramparça oluyor. Altın Oğul’da bu çocukları yetiştiren, renk sistemini kuran, gezegenleri fetheden, uyduları küle çeviren, binlerce renk öldüren ve milyonlarca renk öldürebilecek olan ailelerle, Eşsiz Yaralılarla, Olimpik Şövalyelerle tanışıyoruz.
Altın Oğul’da ihanetin, kibrin ve vahşiliğin gerçek anlamını görüyor; ölümü, fedakarlığı, köleliği ve özgürlüğü yaşıyoruz.
Kaldığımız Yerden...
Altın Oğul, Kızıl Yükseliş kitabının bıraktığı yerin 2 yıl sonrasında başlıyor. Başlar başlamaz da bizi uzay savaşının son hamlelerinin yapıldığı savaş odasına bırakıyor ve bize içerisinde binlerce rengin bulunduğu uzay mekiklerinin dansını sunuyor. Yazar bu dansı, Kızıl Yükseliş’in sonlarına doğru ulaştığı dünyanın en hızlı ivmelenen arabası Dodge Challenger SRT Demon 170’in* ivmelenme kapasitesini Altın Oğul’a taşımak için kullanıyor ve uzay mekiklerinin boşluktaki çarpışmalarının yaşandığı nefes kesen aksiyonlar ile de bunu kolaylıkla başarıyor. Fakat burada okur olarak fark edemediğimiz şey; yazarın bizi bu araçtan indirerek büyük bir kara deliğin çekim kuvvetinden kaçmaya çalışan bir uzay mekiğine bindirmiş olduğu.
*Bu bilgi yoğun ve titiz araştırmaların sonucudur. Bu araştırmaların içeriği en gizli bilgilerin bulunduğu "google'lamak" terimini içerir.
Biz daha farkına bile varamadan yazar bizi çoktan mekiğin koltuğuna oturtmuş ve kaderimizi kaptanımızın ellerine teslim etmiş oluyor. Kaptanımız da kurtuluşumuzun hızlanma olduğunun farkındalığı ile hızımızı arttırdıkça arttırıyor. İşte Altın Oğul’un bizi soluksuz bırakan temposu az çok buna benziyor. (Çoğu var, azı yok şeklinde.)
Tahmin edilememe ve onun peşinden her yere gelen küçük kardeşi, şaşırma.
Kızıl İsyan evreni ihanet ve plan içinde plan temelleri üzerinde yükseliyor. Kitaptaki savaşlar bu temelden destek alarak çoğunlukla hiç beklenmedik şekillerde şonuçlanıyorlar ve bizi her an diken üstünde tutan tempo arttırıcı katalizör görevi görüyorlar. Ama bu beklenmeyen sonuçlar yalnızca ihanetlerden veya gizli planlardan da oluşmuyorlar.
Yazar savaşların gidişatını organik olarak kurguluyor ve savaş öncesi yapılan planlardaki ufacık yanlış bir hamlenin, zamanla hatasının veya merhametin savaşın sonuçlarını nasıl bozulabileceğini veya tersine dönebileceğini gösteriyor. Böylelikle de bizi, her anı ayrı ayrı savaşlarla (uzay savaşı, gezegen çıkartması, baskınlar, düellolar, suikastlar) dolu bu kitapta sürekli merak içerisinde tutuyor ve soluklanmamıza bir an için bile izin vermiyor. (Başlangıçtaki uyarının arkası bir hali dolu yani.)
Yazar, kaptanımız*, kitap boyunca “Savaş- Gizem- Merak” üçlüsünü bizi fark ettirmeden oturttuğu mekiğin itici gücü olarak kullanıyor ve biri yanıp tükenince diğerini yakmaya başlıyor. Hızlanma kurtuluşa ulaşacağımız o son ana kadar arttırkça artıyor.
*Siz de şaşırdınız değil mi? Ben de beklemiyordum.
Ama o son, o son.
Tam kara delikten kaçabilecek yeterli ivmeyi kazanmışken motorların susması. Sessizlik... bilinmezliğe doğru çekilirken hissedilen duygular tufanı.
Ve boşluk... hissizlik...
Altın Oğul’un sonu.
Herkese iyi okumalar dilerim.
Yorum Bırakın