Hepimiz hayatımızda en az bir kez duymuşuzdur:
“Kaderden kaçılmaz.”
Kimi zaman bir avuntu gibi söylenir, kimi zamansa boyun eğmeye çağırır. Ama ne amaçla söylenirse söylensin, bu cümle gelip zihnimize yerleşir—ve kolay kolay da çıkmaz.
Tahmin edebileceğiniz gibi insanlık da, binlerce yıldır bu soruların peşinden gidiyor:
Kader var mı? Varsa, onu değiştirmemiz mümkün mü?
Tam da bu yüzden kader yalnızca inançla değil, felsefeyle de uğraşır. Çünkü mesele, sadece geleceği bilmek değil; onun içinde kendimizi nereye koyduğumuzla ilgilidir.
O halde gelin, bu sorulara birlikte yanıt arayalım—felsefenin kavramsal zemininde, mitolojinin simgesel evreninde ve özellikle de Sophokles’in unutulmaz trajedisi Oidipus’un hikâyesinde bir izin peşine düşerek.
Kaderin Sınırında
Antik Yunan’dan günümüze kadar filozoflar, “İnsan ne kadar özgürdür?” sorusunu farklı düşünce sistemleri içinde ele almışlardır. Bu sorunun merkezinde ise daima bir çatışma vardır: Hayatlarımızı önceden belirlenmiş bir yazgı mı yönlendirir, yoksa biz mi kendi rotamızı çizeriz?
Bu soruya verilen yanıtlar, tarih boyunca çeşitli felsefi yaklaşımlar aracılığıyla şekillenmiştir elbette. Stoacılar, evrende işleyen düzenin Tanrısal bir aklın—logosun—parçası olduğunu savunur. Onlara göre kader kaçınılmazdır; her şey olması gerektiği gibi olur. Ancak bu, insanın tamamen edilgen olduğu anlamına gelmez. İnsanın başına gelenlere verdiği tepki, onun özgürlüğünü ve karakterini belirler. Bu nedenle Stoacılık’ta erdem, yaşananları sükunetle ve bilgelikle karşılayabilme yetisinde gizlidir.
Buna karşılık, Epikürcüler, evrenin işleyişinde tesadüfün ve bireysel iradenin belirleyici olduğunu öne sürer. Onlara göre özgürlük, doğanın katı yasalarına rağmen değil; rastlantılarla biçimlenen bir evrende kendi kararlarımızı verebilme kapasitemizdir. Bu düşünce, modern çağda Jean-Paul Sartre ile birlikte daha da radikalleşir. Sartre, insanın doğuştan bir özü olmadığını; kimliğini seçimleriyle ve eylemleriyle inşa ettiğini savunur. Onun evreninde kader değil, yalnızca seçimler ve bu seçimlerin getirdiği sorumluluk vardır.
Ancak tam da burada önemli bir soru belirir: Seçimlerimiz gerçekten bize mi aittir?
Yoksa biz seçim yaptığımızı düşünürken, aslında geçmiş deneyimlerimiz, korkularımız, bilinçdışımızdaki izler ya da toplumsal kalıplar mı bizi yönlendirir?
Bu sorgulama, bizi felsefenin başka bir kavşağına, determinizme götürür. Determinist düşünceye göre ise, evrendeki her olay, öncesindeki olayların zorunlu sonucudur. Bugünümüz, geçmişimizin bir devamıdır ve gelecek de bugünün mantıksal sonucudur. Bu görüşü Stoacılar etik bir zeminle birleştirmiş, doğayla uyum içinde yaşamanın ve olup bitene direnmeden kabullenmenin erdem olduğunu savunmuşlardır.
Peki ama felsefi yaklaşımların ötesine geçip mitolojik anlatılara baktığımızda kaderin yüzü bize nasıl görünür?
Kehanetten Kaçılabilir Mi?
Her şey bir kehanetle başlar. Ama burada “başlar” kelimesi yanıltıcı olabilir. Çünkü kehanet, bir başlangıç değil, çoktan kurulmuş bir yazgının dile gelmesidir. Söz, sadece söylenmez; kaderin çivisi gibi saplanır geleceğe.
Thebai kralı Laios ve kraliçesi Iokaste, yeni doğan çocuklarını bir kahine götürür. Onlar için henüz bir bebek olan bu varlık, kahinin gözünde bir tehdide dönüşür: “Bu çocuk, büyüdüğünde babasını öldürecek ve annesiyle evlenecek.”
İnsan en çok neyi sevdiyse, ondan korkar. Ve en çok neden korkuyorsa, onu yok etmeye çalışır. Laios ve Iokaste’nin yaptığı da budur. Henüz konuşamayan bir bebeği, bir cümleye sığdırılmış bir gelecekten korumak isterler. Oysa belki de asıl trajedi burada başlar: Bir çocuğa, daha yaşamadan, kim olacağı söylenmiştir.
Laios, bebeğin öldürülmesini emreder. Ayak bilekleri çivilenir, bir otlağa bırakılır. Ama ölüm yerine başka bir yazgı çıkar karşısına. Bir çoban onu bulur ve Korinthos kralı Polybos’a götürür. Polybos, çocuk sahibi olamadığı için onu evlat edinir. Çocuğa, ayaklarındaki yaralardan dolayı “şişik ayak” anlamına gelen Oidipus adı verilir.
Yıllar geçer. Oidipus, Polybos’u öz babası sanır. Fakat bir gün, “uydurma evlat” olduğu ima edilince içi içini yer. Doğruluğu öğrenmek için bir kahine danışır. Sorusuna net bir yanıt alamaz; bunun yerine şu kehaneti duyar: “Babanı öldürecek, annenle birlikte olacaksın.”
Korkar. Kaçar. Ama nereye? Bu kaçış, aslında kehanetin kapısını aralayacaktır. Yolda karşılaştığı bir arabacıyla kavga eder ve onu öldürür. O arabacı, aslında öz babası Kral Laios’tur. Ancak Oidipus bunu bilmez.
Kehanetin ilk halkası sessizce tamamlanır.
Bilmeceyi Bilen Kendini Bilemez
Yoluna devam eden Oidipus, Thebai’ye ulaşır. Şehrin kapısında onu bekleyen Sphinx, yarı kadın yarı canavar bir varlıktır. Yoldan geçenlere bilmece sorar, cevabı bilemeyeni ise öldürür.
Oidipus’a yönelttiği soru tanıdık gelir:
“Sabah dört ayaklı, öğlen iki ayaklı, akşam üç ayaklı olan canlı nedir?”
Ve Oidipus tereddüt etmeden cevap verir: “İnsan.”
Cevap doğru olduğunda Sphinx kendini yok eder. Böylece kent kurtulur, halk ise derin bir nefes alır.
Kurtarıcı olarak karşılanan Oidipus’a, Thebai’nin tacı ve dul kraliçe Iokaste teklif edilir. Oidipus bunu kabul eder; böylece kehanetin ikinci halkasını da bilmeden tamamlamış olur.
Artık yalnızca bir kral değil, öz annesinin eşi, dört çocuğun babasıdır.
Ancak zamanla şehirde uğursuzluk baş gösterir: Veba yayılır, kadınlar doğumda ölür, çocuklar yaşama tutunamaz. Halk, bu felaketin nedenini öğrenmek için Oidipus’a başvurur. Oidipus da çareyi bir kez daha kahine danışmakta bulur.
Bu kez kahin, geçmişin üzeri örtülmüş karanlığını bugüne taşıyan şu sözleri söyler:
“Bu şehre bela getiren, eski kralın katilinin hala cezasız dolaşıyor olmasıdır.”
Böylece mesele yalnızca halkın sağlığı değil, Oidipus’un kendi geçmişi ve kimliği haline gelir. Gerçeğin peşine düşer.
Ve her öğrendiği parça, onu biraz daha kendi merkezine yaklaştırır.
Her ipucu bir başka soruyu doğurur, her cevap yeni bir ağırlık getirir.
Derken, adım adım, döne döne, farkında olmadan kendine varır.
Sonunda, yıllar boyunca bir aynaya bakıp da ilk kez kendi yüzünü tanıyan bir insan gibi, gerçekle karşı karşıya kalır:
Katil odur.
Karısı ise, annesidir.
Bu dehşet karşısında Iokaste kendini asar. Oidipus ise onun iğneleriyle gözlerini oyar.
Artık kördür—ama belki de ilk kez gerçekten görmeye başlar.
Çünkü körlük burada bir son değil, bir başlangıçtır. Oidipus artık dışarıyı değil, kendini görmek zorundadır. Gerçek bilgeliğin, gözlerle değil, yüzleşmeyle kazanıldığını anladığı andır bu.
Sophokles’in bu büyük trajedisi, kaderin dışsal bir güç olmaktan çok, insanın korkularıyla şekillenen içsel döngüsü olduğunu ima eder. Bazen kaçınmak istediğimiz şey, farkında olmadan yöneldiğimiz şeye dönüşür. Kader ise, uzaklarda gizlenmiş bir güç değil; kendi içimize bakmaya cesaret edemediğimizde attığımız adımların toplamıdır.
Ve çoğu zaman, kaçtığımız kaderimiz değil, onun içinde karşılaşmaktan korktuğumuz kendimizdir.
Yorum Bırakın