1870’lerin başı, Dante Gabriel Rossetti için yalnızca bir zaman dilimi değil; karanlıkla ışığın, tutku ile boşluğun birbirine dolandığı bir eşikti. 1872 yılında yaşadığı sinirsel çöküş ve intihar girişimi, hem ruhunu hem fırçasını derinden etkilemişti. Kendi içine çökmüş bir zihinle, dış dünyadan uzaklaştı. Bu uzaklık, onu Kelmscott Manor’a sürükledi—yalnızca bir sığınak değil, aynı zamanda iç dünyasının renklerle konuştuğu bir tapınak haline gelen o eve...
İçsel kırılmalarla geçen bu dönemde, Rossetti’nin eserleri beklenmedik bir biçimde daha canlı, daha göz alıcı ve hatta neredeyse ölümsüz bir estetik taşıyordu. Belki de acının yoğunluğu, sanatının rengini koyulaştırıyor; bastırılmış her şey, tuvallerde bir yankı olarak geri dönüyordu. La Ghirlandata ise bu çelişkinin tam merkezinde durur: çöküşle dirilişin, melankoliyle güzelliğin, ölümün kıyısındaki yaşamın resmi gibidir.
Rossetti ve Kadın İmgesi
Dante Gabriel Rossetti için kadın, yalnızca bir figür ya da geçici bir ilham nesnesi değil; varoluşun, arzunun, güzelliğin ve çoğu zaman da kaybın ete kemiğe bürünmüş halidir. Onun resimlerinde kadınlar bakılan değil, bakışı geri yansıtan; sessizliğiyle konuşan, duyguya biçim veren varlıklardır. Bu nedenle onlara yüklediği anlam, basit bir estetik formdan öte, çok katmanlı bir duygusal ve sembolik dokuyu barındırır.
''Rossetti'nin kadınları, bir yandan kutsallığın simgesi, öte yandan arzunun taşıyıcısıdır. Hem ulaşılmaz kadar mesafelidirler hem de dokunulabilir kadar yakın; hem içsel bir idealin tezahürü hem de yaşanmış bir hikayenin izini taşırlar.''
İşte La Ghirlandata, bu çok katmanlı kadın imgesinin en yoğun ve neredeyse sessizce yankılanan ifadesine dönüşür. Tablonun ilk bakışta sunduğu o görkemli güzellik, izleyiciyi içine çeker. Ancak biraz durup bakışın derinliğine inildiğinde, bu güzelliğin ardında yankılanan bir iç sessizlik, bastırılmış bir çalkantı fark edilir.
Rossetti’nin son dönemlerinde tekrar tekrar resmettiği figür Alexa Wilding’tir. Hakkında çok az şey bilinen bu genç kadının dingin yüzü, uzağa bakan neredeyse buğulu bakışları ve kırılacak kadar zarif beden dili, onun yalnızca bir model değil, Rossetti’nin iç dünyasının sessiz bir yansıması olduğunu hissettirir. Alexa, bu sanatçının kişisel mitolojisinde sessizliğin, kırılganlığın ve melankolinin vücut bulmuş haline dönüşür. Tıpkı Kirsty Stonell Walker’ın A Curl of Copper and Pearl romanında yaptığı gibi; Rossetti de onu gerçeklikten soyutlayarak duygusal anlatısının merkezine yerleştirir. Alexa, onun elinde sıradanlıktan sıyrılır ve bastırılmış bir iç dünyanın, söylenemeyenlerin, görünmeyen yaraların taşıyıcısına dönüşür.
Arka planda görülen iki melek yüzü ise Jane Morris’in on yaşındaki kızı May’den esinlenilerek çizilmiştir. Dönemin bazı anlatılarına göre May, Alexa’yı pek sevmezmiş. Bu kişisel gerilim, doğrudan görünmese de, tablonun atmosferine sızmış olabilir. Çünkü Rossetti’nin resimlerinde görünen ile hissedilen arasındaki sınır her zaman geçirgendir; duygu ile görüntü, estetik ile hikaye birbirine dokunur, iç içe geçer. Onun tabloları yalnızca bakılan görseller değil, bastırılmış duyguların, eksik bırakılmış cümlelerin ve yarım kalmış ilişkilerin taşıyıcısıdır.
Çiçekler, Çelenk ve Zehir
La Ghirlandata, İtalyanca’da “çelenkli kadın” ya da “taçlı kadın” anlamına gelir; figürün çevresini saran doğayla, sarmaşıklarla ve çiçeklerle ilk bakışta bu anlam tam bir uyum içindedir. Yaşamın ve zarafetin içinde duran bir figür izlenimi yaratır; fakat bu yeşil halkayla çevrili bedenin içsel ağırlığına dikkat kesildiğinizde, çelenğin yalnızca doğayı değil, doğanın içinde var olan karanlığı da taşıdığını fark edersiniz.
Rossetti’nin kardeşi William Michael Rossetti’nin notlarına göre, sanatçı tabloya zehirli monkshood çiçeğini yerleştirmek istemiştir; ancak sonuçta görülen larkspur’dur—benzer ama daha masum görünen bir tür. Bu değişikliğin bilinçli olup olmadığı belirsizdir; fakat Rossetti’nin dünyasında yüzeydeki her detay, bilinç dışından sızan bir anlamla ağırlaşır. Güzellik hiçbir zaman tek başına var olmaz; onunla birlikte gelen kırılganlık, geçicilik ve tehdit her zaman oradadır, belki yalnızca biraz daha sessiz, biraz daha gölgededir.
Bu nedenle çelenk, sadece bir taç değil; tamamlanmış bir döngünün, arzunun, bastırılmış duyguların ve ölümün halkasına dönüşür. Görünürdeki zarafetin içine sinsice işleyen bu zehirli ima, tablonun bütün atmosferini dönüştürür. Çiçekler açar ama kokuları hafif değil, baş döndürücüdür; figür zarifçe durur ama çevresini saran doğa, huzur vermekten çok, boğucu bir yoğunlukla üzerine kapanır. Rossetti’nin çiçekleri yaşamı simgelerken, aynı anda solmaya da başlamıştır—tıpkı güzelliğin, daha kendini gerçekleştirmeden yitip giden doğası gibi.
Sembolizm ve Renk Kullanımı
Kadının iki eliyle tuttuğu arp, ilk bakışta müziği çağrıştırsa da, burada duyulan bir ezgi yoktur. Bu müzik, sesle değil, suskunlukla yazılmış gibidir. Eller, melodiyi çalmak için değil; içinden taşan duyguyu dizginlemek için oradadır sanki. Arp, aşkı simgeler ama bu aşk, tınısını yitirmiştir.
Arpın çevresini saran hanımeli ve güller ise, cinsel arzunun örtük bir biçimde tabloya sızmış halidir. Bu çiçekler fısıltılarla konuşur; açık değil ama ima eden, davetkar ama mesafeli. Üstlerinde duran iki kuş figürü neredeyse hareketsizdir - onlar da tıpkı arp gibi susturulmuştur. Aşk vardır ama akmaz; hissedilir ama harekete geçmez. Rossetti burada arzunun kendisini değil, onun bastırılmışlığını, ifadesizliğini resmeder.
Kadının bakışları ise, bu kırılganlığın merkezinde yer alır. Gözleri ne meleklerin dünyasına aittir, ne de çalınmayan o müziğin kaynağına. Bakar ama görmez, oradadır ama ait değildir. Yüzündeki ifade, bir yandan kutsal bir dinginlik taşırken, diğer yandan insanı yoran bir ağırlığın izlerini barındırır. Temsil etmekle yükümlü kılınmış bir varoluşun yorgunluğudur bu.
Tablonun tamamı, neredeyse fiziksel bir yoğunluğa sahip yeşil tonlarıyla kaplanmıştır. Fakat bu yeşil yalnızca doğanın değil, aynı zamanda kıskançlığın, çürümenin, bastırılmış arzuların ve zamanın içinde sıkışıp kalan duyguların da rengidir. Rossetti’nin “dünyanın en yeşil tablosu” tanımı, yalnızca görsel bir seçim değildir; aynı zamanda onun içsel dünyasına açılan bir kapıdır. Bu derin yeşilin içinden aniden parlayan kızıl saçlarsa, sanki doğanın ortasında yükselen bir isyandır. Sessizliğin içinden gelen bir çığlık, bastırılmışlığın tam ortasında doğan bir karşı çıkış. Tehdit mi? Belki. Umut mu? Olabilir. Geçmişe yönelmiş bir özlem mi? Kesinlikle.
Günün sonunda bu tablo, renklerle kurulan bir direnişin, sessizlikle örülmüş bir anlatının ve yalnızca bakışla ifadesini bulan bir içsel çözülmenin sembolüne dönüşür. Ona yaklaştıkça, o kadifemsi yeşilin yalnızca bir renk değil; zamanın donduğu, kelimelerin sustuğu ve yalnızca duygunun konuştuğu bir atmosfer yarattığını hissedersiniz. Rossetti’nin figürü ise tüm bu duyguların arasında asılı kalmış bir varoluşa dönüşür—ne tamamen yaşayan, ne de tamamen kaybolmuş; yalnızca var olan, yalnızca sezilen, gözle değil kalple fark edilen bir hal...
Okuması zevkli bir içerik daha💚