Bu sabah balkonumdaki seslere uyandım. Günün ilk ışıkları yeni damlıyordu pencereme. Seslerin ne olduğuna bakmak için kalktığımda yerde bir kuş gördüm. Hayata tutunmak için çırpındığını fark edemedim ilk bakışta. Korkar ve uçar sandım. Uçmadı. Uçamadı..
Fark ettim ki yaralı bir kuş bu, yerde öylece çırpınıyor. Pazar sabahın kör vakti, apar topar bir kutuya koyup veterinerin yolunu tuttum. Aksi gibi geçen yaz hemen altımda olan veteriner caddenin karşısına, çok daha uzak bir yer taşınmış. Taksi bulamadım, koşar adım gitmek zorunda kaldım. Bir yandan çırpınmaya devam etti kuş. ‘Ne olur ölme, korkma ve ne olur ölme’ sadece bunları sayıklayabildim.
Pazar sabahı veteriner kapalı tabi, numarasından ısrarla çaldırıp uyandırdım. ‘Lütfen’, dedim ‘yardım edin, ölmesin’ Bir canlının, üstelik minnacık bir canlının ölmemesine bağlıydı o an tüm yaşama hevesim. Ölmesin istedim, uçtuğunu göreyim bir kez ve gökyüzünde süzülüşünü izleyeyim, gitsin ama ölmesin. Veteriner bakmıyormuş, doğal yaşam koruma hattını arayın dedi. Sanki dünyadaki tek yaşamayı hak eden hayvanlar kedi, köpek, evcil hayvanlarmış gibi. Dünyayı bağladım ben o kuşun canına, o çok rahat ‘biz bakmıyoruz’ dedi. Bir kez daha kırıldım insanlara. Bir kez daha hayal kırıklığı..
Doğal yaşamı koruma hattına 45 dakika boyunca ulaşmaya çalıştım, açmadılar. Doğal yaşam bir süre uykuya emanetti sanırım.. Terliklerimle, öylece, çaresizce başında bekledim kuşun. Su içirmeye çalıştım, içmedi. Çaresizlik ne demek, iliklerime kadar yaşadım bu sabah.
Sonra hareketsiz kaldı kuş. Seslendim, dokundum hareket etmedi. Yaşam ağrısı da çırpınışlarıyla beraber sonlanmıştı. Sanki tüm dünya karşımda, ben tek başıma ölü bir kuşla kaldırımın ortasında yapayalnızdım. Ne kadar oturdum orada hatırlamıyorum. Sonra aldım o ölü kuşu, canını kurtaramadım, öylece ölüsünü de başka hayvanların parçalayacağını bilerek bir kenara bırakamadım. Tekrar eve geldik birlikte.
Uzun zamandır ağlayamıyordum. İçimde donmuş gözyaşları, ara sıra boğazıma düğümlenen hatırı sayılır acı miktarına rağmen ağlayamıyordum. İçeri girdim ve biriken tüm gözyaşlarım aktı öylece. Ölü bir kuşun başında tüm başarısızlıklarına, tüm hatalarına, tüm hayal kırıklıklarına ağlamak ne demek, öğrendim Tanrım. Öğrendim.
Minik kuş, özür dilerim. Seni kurtaramadım. Gökyüzünde uçuşunu seyredemedim. Bir parça mavilik daha katamadım ömrüne. Affet beni. Keşke ömrümden bir kısmını sana verebilseydim, hiç düşünmeden verirdim. Ama bu işler böyle olmuyor. Masumlar ölüyor, katiller yerine. Hayvanların günahı olmazmış, bu sebeple Fatiha gerekmezmiş. Bu gece şiirlerle gömeceğim seni miniğim. O kadar derinlere gömeceğim ki, yeni gökyüzünde kimse rahatsız edemeyecek seni.
Yıllardır Furuğ’nun ‘kuş ölür, sen uçuşu anımsa’ dizesini hayat mottosu yapmış biri olarak bu sabah bunu gerçek anlamıyla yaşamış olmak içimde çok derinlerde büyük inanmışlıkları sarstı sanırım. Anımsayamıyorum Furuğ. Bazen olmuyor. Bazen sadece ölüme üzülüyoruz. Bazen uçmadan ölüyoruz. Yine de unutmayacağım, bugün bana da bir kuş öğretti bunu. Uçmayı anımsamayı.
Yorum Bırakın