Zygmunt Bauman’ın 2008 yılında yayımlanan ‘’Yaşam Sanatı’’ başlıklı eseri, günümüz toplumlarının mutluluk arayışına ve bu arayışın doğasına dair derinlemesine bir eleştiri sunuyor. İnsanın belki de en temel arayışı olan mutluluk üzerine kafa yoralım. Bauman’ın bize sunduğu çarpıcı bir soru ile başlayalım: Mutlulukta yanlış olan ne var?
Modern bireyin varoluşsal pusulası, tarih boyunca hiç olmadığı kadar karmaşık sinyallerle doludur. Bu sinyallerin en baskını ve en ümit vadedeni ise “mutluluk”tur. Ancak bu vaat, bir hedeften çok, tüketim kültürüyle iç içe geçmiş, sürekli ertelenen bir arayışa dönüşmüştür. Zygmunt Bauman, modern dünyanın bu temel açmazını mercek altına alır ve mutluluk, kimlik ve anlam arayışımıza dair bir perspektif sunar.
Bauman’ın eleştirisinin merkezinde, mutluluğun sistematik olarak yanlış bir ölçütle, yani ekonomik refahla eşitlenmesi yatar. Gayri safi milli hasıla gibi göstergeler, toplumun refahını ve dolayısıyla bireylerin mutluluğunu ölçmek için kullanılır. Oysa bu denklem temelden kusurludur. Artan boşanma davaları avukatlık ücretlerini, yükselen suç oranları güvenlik harcamalarını, yayılan anksiyete ise ilaç satışlarını artırarak GSMH’yi yükseltir. Bauman’ın keskin bir dille ifade ettiği gibi, bu göstergeler aslında “mutsuzluğun ticaretini” ölçer. Tüketim toplumu, bireyi sürekli bir tatminsizlik döngüsüne hapseder.
Robert Kennedy’nin “Gayri safi milli hasıla her şeyi ölçer, hayatı yaşamaya değer kılan şeyler hariç.” sözü bugün hala geçerliliğini koruyor.
Satın alınan her yeni ürün ya da hazlara hizmet eden her obje vadedilen mutluluğu yalnızca anlık olarak sunar ve kısa süre sonra yerini derin bir çürümenin yanında yeni bir arzuya, yeni bir “eksikliğe” bırakır. Bu kısır döngüde kişinin kendi benliğinde asıl yitirdiği, piyasada alınıp satılamayan temel insani değerlerdir: sevgi, vefa, aidiyet, adanmışlığın getirdiği tatmin. Sistem, bu manevi boşlukları dahi pazarlanabilir deneyimlerle doldurmaya çalışarak insanı kendi varoluşunun özüne yabancılaştırır.
Bu tüketim odaklı yaşam biçimi, kimlik anlayışımızı da kökten dönüştürmüştür. Bauman, Modern birey için “yaşama sanatı”nın, sürekli bir “yaratıcı yıkım” süreci haline geldiğini söyler. Yeni bir “ben” yaratabilmek için eskisinden, yani dün benimsediğimiz değerlerden, ilişkilerden ve bağlılıklardan hızla kurtulma becerisi, en değerli yetkinlik olarak öne çıkar. Bu durum, bir yandan müthiş bir özgürlük ve sonsuz olasılık hissi yaratırken, diğer yandan bireyin ruhunda derin bir belirsizlik ve köksüzlük oluşturur. Gerçek bir değer için hazdan feragat etmek anlamsızlaşır; hayat, her anından keyif alınması gereken bir dizi “deneyim” toplamına indirgenir.
İşte bu noktada, modern birey en temel çelişkisiyle yüzleşir: özgürlük ve güvenlik arasındaki gerilim.
Her türlü kalıcı bağdan ve sorumluluktan kaçınma arzusu, yani “bağlılık fobisi”, bizi daha özgür kılarken, aynı zamanda insan olmanın en derin ihtiyaçlarından biri olan aidiyetin ve gerçek bağ ile mümkün olan ilişkilerin getirdiği güvenlik duygusundan mahrum bırakır. Nietzsche’nin her türlü bağdan kopmuş “Üstinsan” (Übermensch) ideali, modern bireyin kulağına çekici bir fısıltı gibi gelse de, Bauman bu idealin bir yanılsama olduğunu gösterir. Zira geçmişimizden tamamen kopamayız; yaptığımız her seçim, gelecekteki özgürlüğümüzü şekillendiren bir iz bırakır. Dünün özgürlük hamleleri, bugünün sorumluluklarına ve hatta benliğimize kazınan bir sicil yüküne dönüşür.
Peki, bu akışkan ve tüketim odaklı dünyanın yarattığı boşlukta anlam nerede bulunacak?
Bauman, çözüm olarak bizi yeniden insanlığın en temel ve belki de en zorlu alanına davet eder: Başkasına karşı duyulan koşulsuz sorumluluk.
Bireyciliği ve bencilliği kutsayan bir çağda Bauman, sevginin ve fedakarlığın, yani bir başkasının varoluşuna kendini adamanın, bireyin kendi mutluluğu için de birincil kaynak olduğunu savunur. Bu, modern bireyin en çok korktuğu şeydir. Ancak kanımca Bauman’ın “yaşama sanatı” tanımının en derin ve sarsıcı yönü de buradadır. Mutluluk, satın alınabilen, biriktirilebilen ya da tek başına ulaşılan bir hedef değildir. Aksine, gerçek sevgi nesnesinin mutluluğunda, onun iyiliğine adanmışlıkta ve bu uğurda üstlenilen sorumluluğun ağırlığında bulunan, paylaşılan bir yankıdır.
Sevgi Vermektir, Almak Değil: Fromm’dan Bauman’a Bir Köprü
Bu noktada, Erich Fromm’un o meşhur sözü kitapta kulaklarımızda çınlar: “Sevgi, öncelikle vermektir, almak değil.” Bauman’ın eleştirdiği tüketim toplumu, tam da bu felsefenin tersini dayatır. Sevgi bile, pahalı hediyelerle ve gösterişli jestlerle “satın alınan” bir şeye dönüşür. Bu sayede takdir ve onay ihtiyacı karşılanır ve bir alışveriş sağlanmış olur. Oysa gerçek sevgi, fedakarlık ve aidiyettir; sevgi nesnesinin varolması, büyümesi ve yaşaması için gösterdiğimiz çabadır. Bauman, Abraham Maslow’un oğluyla çileklerini paylaştığı o basit ama dokunaklı anıyı hatırlatır: Maslow, kendi payını oğluna verdiğinde, o çileklerin tadının oğlunun ağzında kendi ağzındakinden daha güzel olduğunu fark eder. İşte bu, servetin asla sunamayacağı bir mutluluktur. Sevgi, sevgi nesnesinin mutluluğunda kendi mutluluğunu bulma sanatıdır ve bu sanat, almakla değil beklentisiz vermekle ilgilidir.
Mutluluk Nerede Aranmalı?
Zygmunt Bauman’ın “Yaşama Sanatı”, bize modern mutluluk arayışımızın bir yanılsama üzerine kurulu olduğunu acı bir şekilde gösterir. Sürekli tüketerek, kimliklerimizi durmaksızın değiştirerek ve derin bağlardan kaçınarak aradığımız şey mutluluk değildir, sadece anlık karakterden yoksun bir hazdır ve içinde keder taşır. Gerçek ve karakter belirtili yaşam ise ise, belki de Bauman’ın işaret ettiği gibi, tüketimden ve anlık hazlardan uzaklaşarak, kalıcı değerler, anlamlı ilişkiler ve en önemlisi “vermenin” o eşsiz hazzı üzerine bir hayat inşa etmekte yatar. Bu vermenin takdir ve onay beklentisi ile, yalnızlıktan duyulan korku neticesine çevreye saçılan verilişlerle ilgisi yoktur.
Sevgisizlik, tüketimin yedeğidir.
Bauman’a göre çağımızda “ilişkiler” bile birer tüketim nesnesine dönüşmüştür. Bugün bireyler, aşk ilişkilerine bile bir ürün satın alır gibi yaklaşmaktadır. Bauman, “özgürlük” arayışının altında yatan tüketici ruh halini analiz ederken, gerçekte özgürlüğün artık bir yük olarak deneyimlendiğini söyler. Çünkü özgürlük artık bir bağ kurma sorumluluğu taşımamaktadır.
Görmenin Bedeli: Kendinle Yüzleşmeye Hazır Mısın?
Hayatını bir sanat gibi işleyenler, sadece kendi benliklerini değil başkalarının görmekten korktuğu çatlakları da görünür hale getirir. Bauman’ın her satırı, bireyin kendi hayatına dışarıdan bakabilme cesaretini sorgulatır. Yaşadığımız hayat, gerçekten bizim seçtiğimiz bir hayat mı? Başkalarının takdiri ve onayı için mi yaşıyoruz? Gerçek benliğimizi dışarıya yansıtıyor muyuz? Yoksa başkalarının değer ölçüleriyle inşa edilmiş bir kalıba mı sıkıştık? Kendine bu soruları sorup cesur cevaplar veremeyenler “mış gibi yaşamak”tan vurularak, dışarıya mükemmel bir imaj çizerek ama içten çürümüşlük kokusuyla tamamlarlar hayatlarını.
Yaşamın Sanatı, Bağ Kurma Cesaretidir.
“The Art of Life”, yalnızca bir felsefe kitabı değildir. O, bu yüzyılın bireysel körlüğüne tutulmuş etik bir projektördür. Bauman, modern bireyin kaybolduğu tüketim koridorlarında, insani ilişkilerin hala bir çıkış kapısı olabileceğini gösterir. Erich Fromm’un sevgiyi bir “verme eylemi” olarak tanımlaması, bu çıkış kapısının anahtarı gibidir.
Hayatın bir sanat olduğuna inananlar için önemli soru şudur: Sadece ne yaptığın değil, kimin için ve ne için yaptığın da seni insan kılıyor mu?
Cevap, senin eserindir.
Hazzın Geçiciliğini, Huzurun Dinginliğini ve Mutluluğun Çetrefilli Arayışını Anlayanlar için Son Perde
Yaşam sanatı dediğimiz şey, hazır bir tabloyu satın almak değil boş bir tuvalin başına geçip, belirsizliğin, risklerin, kusurların ve sevginin renkleriyle kendi eşsiz resmini yapma ve aidiyet sunma cesaretidir. Belki de mutluluk, o tablonun bitmiş hali değil, fırçayı her eline aldığındaki o heyecanın ta kendisidir.
Yaşamın gerçek zenginliği, sürekli bir “olma” halinde, gerçek sevgi nesnesi ile kurulabilen otantik bir bağda ve bencillikten uzak, fedakarca “vermek” te yatmaktadır. Maddi birikim ve dışsal imaj çalışmalarıyla, gösterişle şeklen elde edilen tatminler, anlık hazlar sunsa da, kalıcı bir huzur veya derin mutluluk getiremediği gibi, bu geçici hazlar benlik bütünlüğümüzü ve huzurumuzu kalıcı hasar bırakacak şekilde baltalar. Anlık hazlar yerini mutluluğa bırakmaz. Aksine, bireyi sonsuz bir tatminsizlik döngüsüne hapseder ve birey yaşamı nihayete ermek üzereyken fark eder: Varlığı sadece boş bir yankıdır.
Yorum Bırakın