“Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir.”
Lev Nikolayeviç Tolstoy
Netflix’in yeni romantik filmi My Oxford Year, Julia Whelan’ın aynı adlı romanından uyarlanarak, başrollerinde Sofia Carson ve Corey Mylchreest’i bir araya getiriyor. Kabul ediyorum - izleyiciye fragmanıyla ilk anda klasik bir aşk hikayesi izlenimi verse de, film aslında bundan çok daha fazlasını vadediyor; çünkü anlatının merkezinde yalnızca iki yabancının yollarının kesişmesi değil, aynı zamanda hayatın kırılma anlarında alınan kararların insanı nasıl dönüştürdüğü yatıyor. Edebiyatla iç içe geçmiş akademik bir atmosferde geçen hikaye, bir aşkın filizlenmesini anlatırken; aynı anda hayallerle gerçekler arasında sıkışıp kalan bir kimlik arayışını, kaçınılmaz sonlarla yüzleşmeyi ve hayatı tüm geçiciliğiyle kabullenmenin şiirsel zorluğunu da görünür kılıyor.
İşte tam da bu çok katmanlı anlatının izinde; Oxford’un sisli sokaklarından kalbin en derin – sıcak kıvrımlarına doğru uzanan bu hikayeyi birlikte incelemeye başlayalım.
Dark Academia Estetiğinin Romantizme Dönüşen Sesi
Oxford dendiğinde - dünyanın en köklü akademik kurumlarından biri olduğu mu geliyor aklınıza? Belki de titiz mülakat süreçleri, yoğun ders programları, mezunların aldığı Nobel ödülleri ve yüksek maaşlı iş fırsatları… Haklısınız, Oxford’a yalnızca bu pencereden bakanlar için, tüm ihtişamı birkaç sıralı başarı istatistiğinden ibaret olabilir.
Ama eğer bu kadar yüzeysel bakıyorsanız, My Oxford Year’ın kadrajı sizi fazlasıyla şaşırtacak diyebilirim. Çünkü bu film, Oxford’un romantik ve melankolik yüzüne açılıyor. Burası yalnızca akademik başarıların değil; içsel dönüşümlerin, kalp çarpıntılarının ve zamanla yarışan anların şehri.
Gotik binalar, puslu pencereler, taş koridorlarda yankılanan adımlar, kütüphane fısıltıları, felsefe alıntılarıyla bezenmiş diyaloglar, yüzyıllık kitapların arasında gizlenmiş hikayeler ve parşömen sayfalarına saklanmış aşk mektupları... Hepsi bu anlatının bir parçası. Hatta bazen, Victoria Sponge eşliğinde verilen edebiyat dersleri bile, karakterlerin duygu dünyasında açılan yeni bir pencereye dönüşüyor.
Romantik Arketiplerin Ötesi
Sofia Carson’ın performansının beklenenden çok daha olgun ve dokunaklı olduğunu söylemeden geçmeyelim. Anna karakteri, ilk bakışta klişe bir "başarılı ve kararlı kadın" portresi çiziyor: kendine güvenen, hedeflerine odaklı, zeki ve planlı bir genç kadın. Ancak film ilerledikçe bu yüzeyin altında, hayalleriyle korkuları arasında sıkışmış, duygusal çatışmaları içinde taşıyan karmaşık bir karakter açığa çıkıyor.
Carson, bu çok katmanlı yapıyı abartıdan uzak, son derece ölçülü bir oyunculukla yansıtıyor. Mimikleri, ses tonundaki incelikli değişimler ve özellikle göz temasıyla kurduğu duygusal aktarım, Anna’nın iç dünyasına açılan pencereler haline geliyor.
Özellikle Jamie’ye duyduğu aşk ile kendi gelecek planları arasında kaldığı sahnelerde, Carson’ın oyunculuğu neredeyse içgüdüsel bir doğallığa ulaşıyor. Ne fazlası var ne eksiği; sanki karakterin yaşadığı her duyguyu biz de onunla birlikte deneyimliyoruz. Bu sayede Anna, yalnızca bir romantik figür değil, izleyicinin kolaylıkla özdeşlik kurabileceği gerçek bir kadın karaktere dönüşüyor.
Corey Mylchreest’in Jamie’si ise, klasik “çekici İngiliz” arketipiyle açılış yapıyor gibi görünse de, hikaye ilerledikçe bu kalıbı kırarak katmanlı ve kırılgan bir erkek karaktere evriliyor. Dışarıdan bakıldığında esprili, zeki, kültürlü ve hafif mesafeli bir portre çizen Jamie’nin taşıdığı karanlık sır — tedavisi olmayan bir hastalıkla yaşamak zorunda oluşu — karakterin davranışlarını olduğu kadar ilişkilerini de biçimlendiriyor.
Ama bu sır, Jamie’yi edilgen ya da mağdur bir figüre dönüştürmüyor. Aksine, onun duygusal farkındalığı, yaşama karşı gösterdiği tutku ve Anna’yla kurduğu entelektüel bağ, onu yalnızca bir “aşk nesnesi” olmanın çok ötesine taşıyor. Jamie,bu yüzden izleyici için de bir dönüm noktasına dönüşüyor: Hayatın ne kadar kısa ama bir o kadar da derin yaşanabileceğini hatırlatan bir karakter.
Herkesin Kaldıramayacağı Bir Yön Değişimi
My Oxford Year’ı benzerlerinden ayıran en güçlü yanlardan biri, romantik ilişkiyi tek başına merkezine almaması. Film, Anna ile Jamie arasındaki aşkı odak noktası yapsa da, anlatıyı yalnızca bu ilişkinin etrafında döndürmekle yetinmiyor. Aksine, bu ilişkinin çevresine yayılan duygusal halkaları — arkadaşlık bağlarını, ebeveynlerle kurulan karmaşık ilişkileri, geçmişin gölgesini bugüne taşıyan duygusal yükleri — özenle işleyerek hikayeye çok katmanlı bir derinlik kazandırıyor.
Bunların başında Anna’nın annesiyle olan ilişkisi geliyor. Film boyunca yalnızca birkaç sahnede görsek de, özellikle FaceTime üzerinden gerçekleşen o içten ve kırılgan diyaloglar, Anna'nın annesinin güçlü ama aynı zamanda endişeli bir figür olduğunu anlamamıza yetiyor.
Kariyer planlarının çatısı altında şekillenen bir annenin, kızının kendi tutkuları için düzenini bozmasına verdiği destek; her ne kadar şaşkınlıkla karşılansa da, sonunda yerini sessiz bir onaya bırakıyor.
Hollywood romantizminde nadiren rastladığımız bir şey: Aşk için değil, kendini seçtiği için desteklenen bir kadın karakter.
Öte yandan Jamie’nin babasıyla olan karmaşık ilişkisi, filmin en az konuşulan ama en çok anlam taşıyan katmanlarından biri diyebiliriz. Geçmişte bir oğlunu kaybetmiş bir baba olarak, şimdi diğerini de yitirme gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalan bu karakter, oğlunun yaşamı için elinden gelen her şeyi yaparken — zamanla onu hayatta tutma çabasının yerini, yaşama değil ölme hakkına saygı duymanın ağır ama insani süreci alıyor.
İşte tam da bu noktada, Anna’nın varlığı yalnızca Jamie’nin değil, babasının da duygusal direncini yumuşatan bir unsur haline geliyor.
Ölüm karşısında gururla sevgi arasındaki o kırılgan çizgi, filmde ne abartılı bir dramatizmle sunuluyor ne de göz ardı ediliyor — aksine, olabildiğince sade ama içten bir tonla, doğru yerden izleyiciye dokunuyor.
Ve elbette, Oxford’daki arkadaş çevresi de filmdeki duygusal dokuyu tamamlayan önemli bir halka. Her ne kadar kısa sahnelerde yer alsalar da, taşıdıkları sıcaklık ve gündelik gerçeklik hissiyle hikayeyi ayakta tutan sessiz destek unsurlarına dönüşüyorlar.
Anlatının Kırılma Noktası
Filmin ilk yarısındaki o sıcak, hafif ve neredeyse rom-com havası taşıyan ton, ikinci yarıda yerini melankolik, hatta varoluşsal bir sorgulamaya bırakıyor. Uyarmakta fayda var ki, bu tonal geçiş her izleyicinin duygusal dünyasına hitap etmeyebilir.
Hikayenin sonlarına doğru Anna, kariyerine dair yıllardır büyük bir titizlikle planladığı çizelgeleri, yapılacaklar listelerini, geleceğini adım adım inşa etme arzusunu geride bırakmak zorunda kalır. Oxford artık onun için sadece bir akademik durak değil; zamanı durduramamanın, sevmenin ve kaybetmenin öğretildiği, derinlemesine bir varoluş deneyimine dönüşür.
Check-list’lerle donatılmış bir gelecek hayali, yerini Jamie’yle geçirilen sınırlı ama samimi anlara bırakır — ve sonra, o zamanlar da geçer. Jamie’nin ölümüyle birlikte Anna için yalnızca bir yas süreci başlamaz; aynı zamanda yeni bir farkındalık, yeni bir varoluş biçimi de doğar.
Jamie’yle birlikte hayalini kurdukları Avrupa turunu Anna tek başına tamamlar. Venedik’in gondolları, Amsterdam’ın saklı kiliseleri, Yunanistan’daki Poseidon Tapınağı… Artık Jamie onunla değil; ama o şehirlerde Anna’nın varlığı, sadece fiziksel bir dolaşmadan ibaret değil. Her adımda, her manzarada, birlikte yaşanmışlıkların hayaleti dolaşır. Kaybın ardından gelen sessizlik, Anna’nın iç sesine dönüşür.
Filmin son sahnesinde ise Anna’yı, bir zamanlar Jamie’nin oturduğu yerde — bu kez bir öğretmen olarak görüyoruz.
Artık yalnızca sevdiğini kaybetmiş bir aşık değil; Jamie’den devraldığı hayatı kendi sesiyle sürdüren bir anlatıcı, bir aktarıcı ve en önemlisi, kendi yolunu cesaretle seçmiş bir kadın olarak karşımızda duruyor.
Bu dönüşümle birlikte My Oxford Year, izleyiciye yalnızca bir aşk hikayesi sunmakla kalmıyor; aynı zamanda büyümenin, cesaretin ve bazı yolculukların başladıkları yerde değil — bittiği yerde şekil kazandığının altını çiziyor.
Ve böylece bu hikaye, Oxford’un taş sokaklarında başlayıp kalbin en kırılgan kıvrımlarına uzanırken; anlamını yalnızca bir şehirde değil, bir kalpte, bir seçimde ve bir vedada buluyor.
Tıpkı Anna’nın sınıfındaki öğrencilere söylediği gibi, kapanışı onun sözleriyle yapalım:
“Şiir öğretilebilir. Ama asıl yaşanmalıdır. Denenmeli, sınanmalı, içine girilmelidir. Ona yüreğinizi açın ve bırakın hayatınızı değiştirsin.”
Yorum Bırakın