Bildiğiniz üzere Japon kültüründe Budizm'in etkisi büyük. Budizm'i aslında izlediğiniz veya okuduğunuz çoğu eserde görebilirsiniz, sadece Asya kültürünün değil, genel felsefenin bir parçası haline geldi. Budizm'in asıl olayı da bu. Her şeyin içinde bir parça da olsa bulabileceğiniz bir düşünce türü. Genel kültür veya popüler kültür size Budizm'i bir din gibi lanse etse de Budizm aslında bir felsefedir. Japonya'yı ele alacak olursak, Japonların büyük bir çoğunluğu Ateist olduğunu belirtir ve bunu istatistiklerde görebilirsiniz, "Japonlar inançsızdır." lafını illa ki duymuşsunuzdur. Fakat Japonların kendi geleneklerine harmanladıkları Budist ritüellere hala sıkı şekilde bağlı olduğunu da görebilirsiniz. Bu ritüellerin sebebi tanrı inancından veya gördüğünüz o küçüklü büyüklü heykellere (halkımızca putlara) tapmalarından kaynaklanmıyor. Bunları birer içsel ritüel olarak gerçekleştiriyorlar, aynı zamanda da geleneklerine bağlı kalıyorlar. Fark ettiyseniz Budizm, dokunduğu çoğu şeyin estetiğini de etkiliyor, hem bir felsefe hem de sanat biçimi. Sanatı herkese hitap etmeyebilir, hatta tanıdık gelmeyen insanlara korkutucu bile gelebilir fakat felsefesi tüm insanlığı kapsar ve herkes Budist düşünce sistemi içinde kendinden bir parça veya kendine bir parça bulabilir.
Yazıma başlamadan önce size Budizm'in genel ve en önemli hedeflerinden bahsetmek istiyorum ki fikir sahibi olmayanlar incelemeyi okumadan önce biraz olsun anlayabilsin. Budizm'de nirvanaya ulaşmak terimini duymuşsunuzdur ve bunun "dünyevi zevklerden arınmak" olduğunu çoğunuz biliyordur. Burada dünyevi zevklerden kasıt sadece para veya mal, mülk değil. İnsanları hırslandıran ve onların motivasyonlarını ciddi şekilde düşürüp aynı şekilde yine yükseltebilen çeşit çeşit arzuları var. Yani nirvanaya ulaşmak için herkesin kendince hırslarından ve arzularından arınması gerekiyor. Kimi için bu aşk, aile, kariyer veya bambaşka şeyler olabilir. Sizi kaybettiğiniz zaman yıkıma uğratacak kadar değer verdiğiniz şeyler vardır. Bu şeylere verdiğiniz değer arttıkça, onlar üzerindeki kontrolünüz de azalır. Bu da sizi insanlıktan çıkacak hale getirebilir. Ara sıra bu şeyler uğruna insanlıktan çıkmak da insan olmanın bir parçasıdır. (Yin ve Yang burada devreye giriyor. Hiçkimse tamamen iyi veya tamamen kötü olamaz.) Bunlara rağmen farkındalıkla ilerlediğiniz müddetçe nirvanaya ulaşabilir ve asıl potansiyellerinizi gerçekleştirebilirsiniz. Budist düşünce sizi bu yolda eğitmek ister. Hırs veya arzu bazen hedeflerimizin yolundaki en büyük engel olabilir. Bunları aşırıya kaçmadan doğru yönlendirebilen insan sayısı çok azdır. Olmak istediğiniz yerdeki insanların çoğuna baktığınızda, o yerin o kadar da önemli olmadığını düşünüyor gibi görünüyor olabilirler, çünkü gerçekten de o kadar önemli olmadığının farkındalar. Hırs ve arzuyla yanıp kavrulan insanlar, farkındalığa en uzak olan kişilerdir. Bizi diğer canlılardan ayıran ve insan yapan şey bilinçtir. Arzu hissi, ilkelliğimizle harmanlanmış bilincin bir ürünüdür ve bizi medeniyetten ve doğru şekilde düşünebilmekten uzaklaştırır. Budizm her şeye sevgiyle bakılmasını da önermez, denge içinde olmamız gerektiğini öğütler. Bir düşünce veya kişiye direkt olarak sevgi veya nefretle yaklaşmak yerine, nötr bir duyguyla bakarak o kişiyi veya düşünceyi anlamaya çalışmamızı ister. Bu şekilde ilerlemek bizi hem hayal kırıklıklarından hem de şaşkınlıktan kurtarır. Önyargı, doğru düşünmeyi ve hareket etmeyi engeller.
Size bahsettiğim detaylar, inceleyeceğim eserin içinde bolca bulunuyor. Hell's Paradise belki fan kitlesinin bir kısmı için sadece aksiyon dolu, sürükleyici bir shounen olabilir, fakat içinde barındırdığı felsefi öğeler ve Budizm etkisiyle çok daha derin bir anlam taşıyor. Benim gibi detaylara dikkat edenler, değineceğim çoğu noktayı fark etmiş olabilir. Fark etmeyenleri ise elimden geldiğince aydınlatmak istiyorum. Hazırsanız incelememize geçelim.
Her şeyin başında, Hell's Paradise animesinin ana karakteri Gabimaru, bizim için bir ronin figürü. Ronin, kelime anlamıyla “ustasını kaybetmiş, efendisiz kalmış samuray” demek olsa da, Gabimaru teknik olarak tam anlamıyla böyle biri değil. Yine de, roninlerin taşıdığı felsefi özellikleri fazlasıyla üzerinde barındırıyor. Budist açıdan baktığımızda roninler; “bağlı olduğu otoriteyi, inancı veya koşullu yaşam biçimini bırakıp kendi yolunu arayan kişiler” olarak da yorumlanabilir. Bu bağlamda, yerini yadırgayan ve kendi içinde savaş veren herkes birer ronindir. Bu animeyi izlerken Gabimaru ya da başka bir karakter için bilinçsizce “bu adam ben” dememizin asıl sebebi de bu. Aynı yolda savaşmıyor olsak da, kendi içimizde verdiğimiz mücadelelerde savaşma şekillerimiz ve savaşarak öğrenme biçimlerimiz birbirine çok benzer.
Yazının buradan sonraki kısmında, animeyi henüz izlememiş olanlar için spoiler uyarısı geçmek istiyorum. Bu sizin için sorun değilse okumaya devam edebilirsiniz.
İlk bölümlerde gördüğümüz üzere Gabimaru, idam cezası almış azılı bir suçlu olarak karşımıza çıkıyor. Bilincinde kaybedecek hiçbir şeyi olmadığını, onu hayata bağlayan bir şey bulunmadığını düşünen bir karakter. Fakat bilinçaltında bambaşka şeyler var. İdam etmek için her yöntemi deniyorlar, Gabimaru hiçbirine karşı çıkmıyor; ölüme boyun eğiyor gibi görünüyor. Fakat bir türlü ölmüyor. Bu durum Gabimaru da dahil herkes için bir gizem. Kendi kendine “Neden ölemiyorum?” diye sorup duruyor. Burada aslında, hayatın ona verdiği darbelere rağmen hâlâ yaşama isteğinin olması lanse ediliyor. Çünkü onu hayata bağlayan, farkında olmadığı bir neden var. Bu durum diğer karakterler için de geçerli. Mesela ilerleyen bölümlerde karşılaştığımız Yuzuriha karakterine “Sen neden hayatta kalmaya çalışıyorsun ki?” diye sorulduğunda, önce uydurma bir sebep söylüyor; daha cümlesi bitmeden dalga geçip bunun yalan olduğunu itiraf ediyor. Ardından “Yaşamak istiyorum, çünkü neden olmasın?” diye ekliyor. Bir canlı olarak hayatta kalma isteğinin genetiğine işlediğini fark eden bir karakter. Yuzuriha'nın sunduğu sebep görünürde basit bir sebep gibi dursa da, farkındalığı zirvede olan bir karakter olduğu için bu sebebi çekinmeden söylüyor. Hayatta kalmak ve yaşamaya devam etmek için bir sebebe veya bir kişiye ihtiyacı olmadığının bilincinde bir karakter olması, onu serinin içindeki en güçlü karakterlerden biri kılıyor.
Gabimaru'ya dönecek olursak, neden ölemediğini incelemesi için, Yamada Asaemon klanı bünyesinde çalışan Sagiri görevlendiriliyor. Sagiri, Gabimaru'nun hayat hikayesini dinleyip not almak istediğinde Gabimaru "Önemli bir şey yok." diyerek yine de ısrar üstüne anlatıyor. Duygusuz biri olduğunu, küçük yaşlarda ailesinden koparılıp azılı, içi boş bir savaşçı olarak yetiştirildiğini ve sevmediği bir kadınla evlendirildiğini anlatıyor. Ailesi hakkında hiçbir şey hissetmediğini ve evlendiği kadından iğrendiğini ekliyor. Önemli bir detayı atlamadan şunu söylemek isterim, Yamada Asaemon klanındaki çalışanlar bir nevi samuray ve cellat rolündeki kişiler. Her biri, kusursuz bir cellat olmak için hala kendilerini geliştirme yolunda ilerliyor olsalar da, diğer çoğu savaşçıya göre öldürme konusunda ustalığa daha yakınlar. Çünkü karşılarındaki suçluları sadece birer suçlu gibi değil, insan olarak inceliyorlar ve duygularına, bilinçaltına inerek idam cezası almış olan kişiyi en acısız ve hızlı yöntemle öldürmenin tekniklerini biliyorlar. Sagiri notlarını aldıktan sonra, Gabimaru'yu Sagiri'nin karşısına çıkarıyorlar. Sagiri, onu idam etmek üzereyken bu sefer Gabimaru ilk defa ölmekten korktuğunu hissediyor ve buna karşı koyuyor. Bu aslında Gabimaru'nun yaşamak için direndiği ilk sahne değil, bilinçli olarak direndiği ilk sahne. Sagiri bunun farkında. Gabimaru'nun karşılık verdiğini gören herkes şaşkın fakat Sagiri bu tepkiyi bekliyordu, beklediği tepkiyi gördükten sonra Gabimaru'ya "Yaşamak istiyorsun, nedenini söyle." diyor. Burada bir detay daha eklemek istiyorum, diğerleri Gabimaru'yu nasıl öldüreceklerini bilmiyorlardı, bu yüzden Gabimaru fiziksel olarak bilinçsizce direnmek dışında bir tepki vermedi, onlarla savaşmaya çalışmadı. Sagiri Gabimaru'yu tanıdığı için nasıl öldüreceğini biliyordu, Gabimaru zaten bunu fark ettiği için korkup tepki verdi. Bu sahnelerde yazar, detayına inerek baktığımızda birinin bize gerçekten zarar verebilmek için (ölümcül bir darbe vurabilmek için) bizi tanıması gerektiğini çok güzel vurgulamış. Yazarın eser boyunca aksiyon, savaş ve ölüm temalarını; iletmek istediği felsefi düşünceler için metafor olarak kullanması gerçekten büyüleyici ve akıllıca.
Budizm’de farkındalık kavramı temel taşlardan biri. İnsan, acıyı ya da ölümü fark etmeden yaşadığında aslında bunlara kör bir şekilde tepki verir, bu tepkiler bilinçsizdir. Ama farkındalıkla yüzleştiğinde, gerçek anlamda bir seçim yapar. Gabimaru’nun diğer idam girişimlerinde verdiği tepki bilinçsiz bir yaşama tutunma refleksi. Sagiri ile olan sahnede ise bu refleks, bilinçli bir farkındalıkla birleşiyor. İşte bu, Budizm’de “acının kaynağını tanıma”ya çok benziyor. Sagiri’nin onu tanıdığı için en derin korkusuna dokunabilmesi de Budist bakışta “gerçek doğanı görmek” metaforuyla örtüşüyor. Budizm’e göre kendini, arzularını ve korkularını tanımayan biri onlardan kurtulamaz; ancak bunların farkına varan kişi, onları dönüştürmeye başlayabilir. Gabimaru'nun bu tepkisi de, Budizm’de uyanışın ilk adımıyla örtüşür; çünkü insan, korkusunun kökenini gördüğünde ona teslim olmak yerine onunla savaşabilir.
Sagiri, Gabimaru'yu tanımaya çalışırken bir yandan da kendini tanıyor, Gabimaru'da kendini görüyor. Yaşadıkları ve savaştıkları şeyler apayrı fakat savaşma şekilleri benziyor. Sagiri'yi istemedikleri bir hayata zorlamışlar fakat o buna direnmiş. Gabimaru'ya baktığında direnmezse ne hale geleceğini görüyor. Yakından incelediği bu suçlunun halk arasındaki adı İçi boş Gabimaru. Sagiri onun duygusuz bir insan olmadığının farkında, fakat Gabimaru'yu zorladıkları yol onu bu şekilde görünmeye, duvarlar örmeye itmiş. İnsanlar Sagiri için her ne kadar "Kadınsın, kadından savaşçı olmaz, git klanın için evlen ve çocuk yap." diye boş laflar etse de, Gabimaru'yu gördükten sonra bu laflara aldırış etmemesi gerektiğini, kendi yolunda gitmesi gerektiğini çok daha iyi anlıyor. Bu farkındalıktan sonra Sagiri Gabimaru'nun peşini bırakmıyor. Bu durumun görev odaklı olduğunu iddia etse de aslında içten içe Gabimaru'nun sonraki hareketlerini merak ediyor, ona inanıyor. Tabii bunu onunla vakit geçirdikçe daha iyi fark ediyor. Shinsenkyo Adası'na gittiklerinde, Gabimaru'yla ufak bir çatışmaya giriyorlar ve ikisi de birbirini öldürebileceği fırsatlar bulduğu halde öldürmüyor. İkisi de birbirinin gücünün farkında, ikisi de birbirine bilinçte güvenmiyor, fakat son darbeyi bir türlü vuramıyorlar. Birbirleriyle girdikleri çatışmadan çok "Neden onu öldüremiyorum?" diye düşünerek kendi içlerindeki çatışmaya daha çok odaklanıyorlar. Gabimaru'nun idam edilememe mevzusu gibi, bu sahnede de birbirlerini öldüremiyorlar. İçten içe bunu yapmak istemiyorlar çünkü bir şekilde ikisi de birbirini ayna olarak görüyor, aynı zamanda birbirlerine bir şekilde bu farkındalık yolunda ışık oluyorlar. Karşılarındaki kişiyi öldürürseler, bir nevi kendi farkındalıklarını ve dolaylı olarak da kendilerini öldürecekler. Bunu ikisi de istemiyor, ikisini de yaşama bağlayan şeyler var. Budizm’de karşısındaki varlığı kendinle bir görme anlayışı vardır. Bu, “ben” ve “diğer” ayrımının zihinsel bir illüzyon olduğunu fark etmekle ilgilidir. Sagiri ve Gabimaru, farklı geçmişlere sahip olsalar da, benzer acılar ve mücadele yolları taşıdıklarını fark ettiklerinde birbirlerini öldürmemeleri bundan kaynaklanıyor. Budist bakışta bu, benlik yanılsamasının (anatta) zayıflamaya başlamasıdır, “onu öldürmek, kendimi öldürmek gibi” hissi tam da bu anlayıştan doğar. Sadece bu değil, aynı zamanda şefkatli eylem (karuna hali) de onları, birbirlerini öldürmekten alıkoyuyor. Bu şefkat, romantik ya da salt merhamet değil, “aynı yoldan geçiyorum, seni anlıyorum” şefkati. Bir başka sebep, Budizm’de kalyāṇa-mitta terimi, farkındalık yolunda birbirine rehber olan, doğrudan öğretmen olmayan ama “yoldaş” olan kişiler için kullanılır. Sagiri ve Gabimaru, birbirini hem sınayan hem de farkındalık yolunda tetikleyen kişiler haline geliyorlar. Karşısındakini öldürmenin, kendi gelişimini de bitireceğini fark etmeleri tam da bu yüzden. Ayna benzetmeme gelecek olursak, kendi bağını görmek (upādāna) terimiyle yorumlanabilir. Budizm’e göre insan, farkında olmadığı bağlarla (arzu, korku, öfke, aidiyet) hareket eder. Burada öldürmeme kararları aslında bir bağlılıktan geliyor: Kendi yansımalarına olan bağlılık.
Gabimaru'yu hayata bağlayan sebepten hiç bahsedemedik. Bu sebep dizinin kilit noktalarından biri. Gabimaru, iğrenerek anlattığı kadına aslında aşık. Fakat onu zorladıkları hayata o kadar odaklanmış ki, bunu bile unutmuş. Sagiri onun hakkında notlar alırken bunu fark ediyor ve Gabimaru'yu idam etmeye çalıştığı zaman "Yaşamak istiyorsun, nedenini söyle." dediğinde, Gabimaru yerine kendisi bunu cevaplıyor, duygularını ona hatırlatıyor: "Çünkü eşini seviyorsun." Gabimaru, kendisine dayatılan ve yaparken yavaş yavaş kendini kaybettiği meşakkatli işinden eve döndüğünde, eşinin onu yatıştırdığını, sakinleştirdiğini ve kendini yeniden bulmasını sağladığını hatırlıyor. Bu noktada Gabimaru'da bariz şekilde görünen bir değişim başlıyor. Sagiri bu değişime sebep olan ve aynı zamanda ilk fark eden kişi. Tabii fark etse de tamamen güvenle yaklaşmıyor, karşısında sayısız insanı öldürmüş bir suikastçı durduğunu kendine sürekli hatırlatıyor. Yin ve Yang dengesini her olayda, karakterde ve düşüncede bir şekilde görebiliyoruz, bunu daha sonrasında savaş teknikleri için de kullanacakları bölümler oluyor.
İlk bölümlerde Shinsenkyo Adası'na gidecek olan suçluların, kendi aralarında birbirlerini öldürerek eleme yapmaları isteniyor. Bu durumu ilk olarak, yine çok güçlü ve farkındalık yolunda ilerleyen karakterlerimizden biri olan Aza Chōbei fark ediyor ve çevresindeki diğer suçluları öldürmeye başlıyor. Ortamda karmaşa çıkarken ve ortalık kan gölüne bulanmışken, Gabimaru öylece duruyor. Herkes şaşkınlıkla onu izliyor, Sagiri de dahil. Fakat Sagiri'nin bakış açısında bir fark var. O da diğerleri gibi şaşırmış olsa da sadece izlemekle kalmıyor, gözlemlemeye devam ediyor. Onca kişiyi gözünü kırpmadan öldürmüş bu şahıs, şu an önünde hiçbir engel yokken neden kimseyi öldürmüyor? Hayata tutunma sebebini keşfeden Gabimaru, hem farkındalık yolunda ilerlediği için, hem de eşinin ona sürekli olarak yaptığı öğütlere harfiyen uymaya çalıştığı için bu yolu seçiyor. Gabimaru'nun eşi Yui, işinin tam zıttı bir karakter. Yui, Gabimaru'nun hayatında, Yin'in içindeki Yang gibi. Tüm o karanlığın içindeki beyaz ışığı. Bu doğrultuda Gabimaru kimseyi öldürmeyi tercih etmiyor, sadece kendisine meydan okuyan kişilere "Seni öldürmek istemiyorum ama zorunda kalırsam öldürürüm." diyor. Bu sahneye kadar Gabimaru'ya baktığımızda, insanların sadece iyi veya sadece kötü olamayacağını, iyi yolu tercih eden birinin zorunda kalırsa veya kontrolü kaybederse (bunu sezon finalinde görüyoruz) karanlık yola düşebileceğini görüyoruz. Yin Yang konusu açılmışken size sembolü biraz açmak istiyorum; fark ederseniz bu sembolde siyah nokta beyazın en yoğun olduğu kısımda, beyaz nokta ise siyahın en yoğun olduğu kısımda yer alıyor. Bu, en uç ve güçlü olduğumuz noktada bile karşıt unsurun potansiyelini taşıdığımızı gösterir ve ancak potansiyelinin en yoğun haline ulaşan kişiler bunun farkında olabilir. Bir insan, içindeki karanlığı fark ederse ışığını en güçlü şekilde ortaya çıkarabilir; aynı şekilde ışığının farkında olan biri, gölgesini kontrol edebilir. Gerçek potansiyel, kendi zıt tarafınla barıştığında ortaya çıkar. Bu yüzden sembolün en yoğun noktalarında bir parça zıtlık bulunuyor.
Bilmeyenler ve sadece meraktan okuyanlar için şu açıklamayı yapmak istiyorum, karakterleri Shinsenkyo Adası'na göndermek istemelerinin sebebi: o adada ölümsüzlük iksirinin var olduğunu kanıtlayan buluntulara rastlamaları. Bu iksiri bulup getiren suçlu, affedilecek ve koruma altına alınacak. Ada baştan aşağı Budizm ve Taoizm sembolleriyle dolu. Adada ölen insanlar bile bitkilerle bütün olmuş, adada her şey bir bütün. Tabii ada kendi kendine orada var olmadı, ölümsüzlüğün yollarını arayan kişi ve yoldaşları tarafından inşa edildi.
Adaya vardıklarında, çoğu güçlü karakterin farkında olmadan adanın ölümsüzlüğe giden yolunu savaş stratejilerine yansıttıklarını görüyoruz. Bahsettiğim şey Tao. Karakterlerden bazıları bunu adada keşfediyor, bazıları bilinçsizce kullanıyor, bazıları ise zaten biliyordu. Gabimaru, suikastçı eğitimi sayesinde yaşam gücünü içgüdüsel olarak kullanıyorken, adada edindiği bilgiler sayesinde bunu doğru ve kontrollü bir şekilde yönlendirmeyi öğrenmeye başlıyor. Yamada Asaemon klanından Shion hocamız ise, doğru kullanmasını çoktan biliyor ve bu şekilde hayatta kalabiliyor. Bir karaktere daha değinmek istiyorum, daha önce suçlular arasında seçilmek için diğerlerini öldürmeye başladığından bahsettiğim Aza Chōbei, ilk bakışta saldırgan ve düşüncesizce hareket eden biri gibi görünüyor. Ancak aslında oldukça zeki; karşılaştığı durumları ve insanları kısa sürede analiz edebiliyor. Bu sayede Tao’yu nasıl kullanması gerektiğini kendi başına öğreniyor ve Tensen (ölümsüz insan) olma yolunda ilerleyen bir karaktere dönüşüyor. Sadece bu bahsettiğim karakterler değil, Sagiri de adada nasıl dövüşmesi gerektiğini öğreniyor, Yuzuriha farkında olmadan biliyor. Her karaktere değinmek yazıyı oldukça uzun tutacak o yüzden hepsinden detaylı bahsetmeme gerek yok, Tao olayını açıkladığımda zaten anlayacaksınız -ki izleyenleriniz biliyordur. Anime bunu çok güzel şekilde aktarıyor.
Tao'yu, adada bulunan Tensenlerden biri olan Mei, bize basitçe açıklıyor aslında. Biraz tarzanca konuşsa da, az çok fikir veriyor. Karnını gösterip "Tao, güçlü, zayıf. Zihin, beden. Güçlü, zayıf." şeklinde açıklamaya çalışıyor. Çevirisini de başka bir yerde Shion hoca yapıyor. "Zihnini durgun tutman gerek. Ne çok şiddetli, ne çok sessiz. Öfke ve sakinlik arasında veya ikisi de aynı anda. Bu ruh hali, kişinin normal yeteneklerinin ötesine geçmesini sağlar." Gerçek hayatta birçok yerde kullanabileceğimiz ve bizi potansiyelimize taşıyacak bu özellik, animede tanrısal güçlerle metafor haline getiriliyor. Shion hocanın bu açıklamasına, başka bir sahnede Hoko ekleme yapıyor: "Örneğin, insanların kaldırabileceğinden daha büyük bir güce dayanmalarını veya ölümcül yaralanmalardan kurtulmalarını sağlar." Bu açıklamadan sonra Sagiri, Gabimaru'nun fark etmeden bunu kullandığını anlıyor.
Tao’nun bu tanımı, Budizm’deki “orta yol” öğretisiyle büyük benzerlik gösteriyor. Orta yol, hayatın aşırılıklarından kaçınmak ve ne tamamen arzuların kölesi olmak ne de tamamen onlardan kaçmak gerektiğini öğütler. “Ne çok şiddetli, ne çok sessiz” ifadesi, Budist bakışta hem zihinsel hem duygusal dengeyi simgeler. Bu denge, meditasyondaki “zihni sakinleştirme” pratiğinin aynasıdır. Özellikle Mei’nin karnını göstermesi önemli bir detay; Tao’da burası hem enerjinin toplandığı hem de en ölümcül darbenin vurulabileceği nokta olarak kabul edilir. Budizm’de ise bu bölge, nefesin ve yaşam enerjisinin (prana) merkezidir. Meditasyonda dikkatin bu bölgeye verilmesi, zihni odaklar ve bedensel farkındalığı artırır. Tao’nun fiziksel güce yansıması, Budizm’de zihinsel farkındalığın beden üzerindeki etkisini hatırlatır. Çünkü Budizm’e göre zihin ve beden ayrı değil, aynı bütünün parçalarıdır. Zihnini odaklayan biri, bedensel sınırlarını aşabilir. Mei’nin basit kelimelerle anlattığı şey, Budist felsefede “farkındalıkla var olmak” anlamına geliyor. Bu farkındalık, hem kendi doğamızı hem de çevremizdeki akışı anlamamızı sağlıyor. Tao’nun “güçlü/zayıf” dengesi de Budizm’deki yin ve yang anlayışıyla birleşerek, kişinin potansiyelini ortaya çıkaracak en uygun noktayı bulmasını temsil ediyor.
Gabimaru’nun savaşları incelendiğinde, onun Tao’yu bilinçli bir eğitimden geçmeden kullanabildiğini görüyoruz. Bu, Budist anlamda “doğal farkındalık” dediğimiz duruma benzer; yani kişi teknik bilgiye sahip olmadan da içgüdüsel olarak doğru dengeyi yakalayabilir. Gabimaru, en tehlikeli anlarda bile zihnini durgun tutmayı, gereksiz enerji kaybı yaşamadan doğru hamleyi yapmayı başarıyor. Bu, onun hem savaşçı olarak hem de insan olarak hayatta kalma şansını artırıyor. Aslında o, Tao’nun beden-zihin uyumunu savaşın kaosu içinde bile koruyabilen nadir kişilerden biri. Gabimaru’nun bu içgüdüsel davranışları, insanın kendini dinleyerek ihtiyaçlarını tanıyabilmesinin en güzel örneklerinden biri.
Hell’s Paradise, yüzeyde aksiyon ve hayatta kalma temalı bir shounen gibi görünse de, derinlerinde Budizm ve Taoizm’in kesişiminde şekillenen bir felsefi yolculuk barındırıyor. Adadaki çizimler, hem Budist sanatın etkilerini hem de hayal gücünün sınırlarını zorlayan yaratıkları, manzaraları ve tasvirleriyle bu felsefi yolculuğu görsel bir şölene dönüştürüyor. Karakterlerin çatışmaları, sadece adadaki ölüm kalım mücadelesiyle sınırlı değil; her biri kendi arzuları, korkuları ve içsel dengesizlikleriyle savaşıyor. Yazıya ekleyemediğim daha birçok karakter mevcut. Gabimaru’nun ve diğerlerinin hikâyesi, aslında izleyiciye kendi içindeki karanlıkla ve ışıkla yüzleşme cesareti aşılıyor. Gördüğümüz her bir karakterin hikayesinde biraz olsun kendimizden bir parça bulabiliyoruz. Ada; savaşlar, karşıt güçler, bütünlük ve tanrısal potansiyel metaforlarıyla bize şu gerçeği hatırlatıyor: gerçek özgürlük, hem gölgemizi hem de ışığımızı tanıyıp dengeye ulaştığımızda mümkün.
Yorum Bırakın