Cüceler, İnsanlar ve Elfler… fantastik edebiyatta hepimizin aşina olduğu, hemen hemen tüm eserlerde karşımıza çıkan ırklardır:
- Cüceler; dağlarda, yer altında yaşarlar ve yaşadıkları coğrafya gereği zorlu ve sert olurlar. Ortak özellikleri sağlamlıktır.
- İnsanlar; nerede olsa yaşarlar, çoğalırlar ve tüketirler. Kısa yaşam süreleri gereği farklı farklıdırlar, değişkendirler. Yalnızca tek ortak özellikleri vardır, o da bencilliktir.
- Elfler ise doğa gibi uzun yaşar, onlar gibi sabittirler. Doğa ile iç içe olduklarından doğa gibi güzeldirler. Ortak özellikleri iyiliktir.
İlk İmparatorluğun Efsaneleri serisinde de yine aynı temel cüceler ve insanlar için korunurken binlerce yıl yaşayan, güzel ve zarif Elfler için daha gerçekçi bir temel kullanılıyor: Kibir.
Michael J. Sullivan İlk İmparatorluğun Efsaneleri serisinde bizlere kibirden gözü dönmüş kötü Elfleri sunuyor: İnce gibi dişlere, sapsarı saçlara, masmavi gözlere sahip; hızlı, çevik ve atik kötü Elfleri. Kendilerini diğer ırklardan üstün gören hatta diğer ırkların tanrısı olarak gören, ölmeyen Elfleri.
Ama ölmüyor oldukları aynı zamanda ölümsüz oldukları anlamına da geliyor mu?
Serinin ilk kitabı olan Destanlar Çağı’nın açılışındaki Tanrı Katili testi göre: Hayır!
Test sonuçlarına göre tanrıların da kanı akabiliyor, akıtılabiliyor. Ve bu, insan gönlünde o zamana kadar imkansız görüldüğü için sadece dumanı tüten ama asla tutuşamayan* isyan ateşinin ilk kıvılcımını sadece tutuşturmakla kalmıyor, sonuçların ulaştığı her insan ile birlikte büyüyerek öfke ateşine dönüşüp tüm kıtayı adeta cennetten intikam almaya gelen cehennem ordularına çeviriyor. Ta ki..
Ta ki… Cennet cevap verene kadar.
Ta ki... TANRILARIN gazabına kadar.
*Sizde de bu isimde bir kitap çıksa içeriğinden bağımsız olarak kitabın çok satacağı fikri oluştu mu? Oluşmadı mı? Yoksa Türkiye’de yaşamıyor musunuz?
İlginizi çekti mi? Güzel. Çünkü burası buz dağının görünen en küçük kısmı. Hatta bu kısım buz dağının yanında o kadar küçük ki, benzetmenin kendisi bile bu benzetmeden rahatsızlık duyarak yazılmaya direndi ve yine de yazıldığı için biraz kırgın. O halde gelin gönlünü alalım:
Everest’e tırmanıp en tepeye ulaştığınızı ve tam o sevinç anında ayağınızın altında fark etmediğiniz bir tane çiçek gördüğünüzü düşünün. Hayretle o çiçeğe baktığınızda çiçekte bir gariplik olduğunu, sanki "canlı" gibi sizin onu izlediğiniz şekilde onun da sizi izlediğini ama oldukça sinirli göründüğünü düşünün. Sonra bir anda gelen sarsıntı ve deprem hayal edin. Tebrikler! Titan Everest’i* uyandırdınız.
İşte yukarıdaki kısım o çiçek, hikayenin geri kalanı da Titan oluyor.
*Titan Everest’in ibret dolu hikayesi oldukça korkutucu ve kalp kırıcıdır. Başka incelemelerde ara ara karşımıza çıkacaktır.
Evet, benzetme dünyasının gönlünü alma çabalarımız bittiğine göre “Bir Kitap Serisine Başlamak İçin Gereken Basit Bilgiler” ile devam edelim.
İlk İmparatorluğun Efsaneleri serisi toplamda altı kitap ve bir ara kitaptan oluşuyor. Serinin genel hikaye örgüsüne etkisi olmayan ara kitap dışındaki tüm kitapların Türkçe çevirisi bulunuyor. Seri, yazarın daha önceden yazdığı üç kitaplık Riyria Revelations, beş kitaplık Chronicles ve üç kitaplık Rise and Fall serilerinin binlerce yıl önceki başlangıç hikayesini anlatıyor.
Binclerce yıl öncesinde olduğumuz için de doğal olarak ırklar en ilkel halleriyle karşımıza çıkıyorlar. Hatta ırklar o kadar ilkeller ki; bırakın çelik, ok, savaş arabaları vs. kullanmayı daha yazıyı ve tekerleği bile icat edememiş durumdalar. Daha da vahimi bazı ırklar* birtakım kelimeleri de icat edememiş haldeler. Varın durumu siz düşünün.**
*Hangi ırk ve hangi kelimeler olduğunu tahmin edebiliyorsunuz değil mi? Bugün bile icat edilmiş olsalar dahi hala kullanımı çok sınırlı kelimeler var. Örneğin nezaket gibi.
**Belki çok düşünmenize de gerek yoktur. Belki içinde yaşıyorsunuzdur. (Niyetimiz kimseyi…)
Ama merak etmeyin seri boyunca bunların hepsinin icadına da tanık oluyor, kullanımını da görüyoruz. Michael J. Sullivan orada kaçak oynamıyor ve medeniyet araçlarının icadı için gerekli olan zorlu koşulları bir bir oluşturarak bizlere bu araçların icat ediliş hikayelerini de sunuyor. Hatta biri; kitabın temelini, kalbini, yapı taşını, en küçük parçacığını oluşturuyor diyebilirim. Peki hangisi? Eh orasını okuyanlar* bilecek artık.
*Dikkat ederseniz kitabı okuyanlar değil. Okuyanlar. Okuma eylemini gerçekleştirenler. Sözlerin açtığı yaraların kılıç yaralarından daha ağır olduğunu bilenler. (Eh en azından ölümcül olmayan veya enfeksiyon kapmayan cinsten olanların.)
Son olarak; yazarın 17 kitaplık serisinden sadece bu 6 kitabın Türkçe çevirisi bulunduğu için benim gibi seriyi okuyup beğenir ve daha çok Michael J. Sullivan isterseniz (şimdiden söyleyeyim isteyeceksiniz)* oldukça uzun bir süre bu isteğinize kavuşamayabilirsiniz. O yüzden şimdiden telif haklarını elinde bulunduran yayınevini darlamak için mailleri hazır edin derim. Neyse en azından bazıları** gibi seri yarım bırakılmadı…
*İncelemenin gidişatı açısından büyük spoiler oldu. Neyse artık olan oldu. Silecek halimiz yok ya! Ve hayır kesinlikle sizleri dolduruşa getirip yüzlerce mail attırmaya çalışarak kendi isteklerimi yerine getirmeye çalışmıyorum. Bu kesinlikle büyük bir manipülasyon çabası değildir.
**Kitap yazmak dışında her şeyi yapan, sen! Sen kim olduğunu biliyorsun. Sana karşı beslediğim duygular tıpkı Süt Kardeşler filmindeki Kumandan’ın Süt Oğlan’a karşı beslediği duygular gibi: Seni hiç sevmiyorum ama senden de ayrı kalamıyorum Süt Oğlan.
Sanırım tamamız, hadi artık seriden bahsedelim biraz.
Seride okuduğunuz her kitap bir öncekini geçecek ve serideki favori kitabınız olacak!
İlk İmparatorluğun Efsaneleri serisi üstüne koyarak, artarak ilerleyen bir seri. Burada bahsettiğim serinin temposu veya olayların sonlara doğru doğal olarak hızlanması değil. Burada bahsettiğim yazarın her kitap ile olayların çapını ve etkilerini büyütmesi. Özellikle üçüncü kitaptan sonra yazar işleri o olarak büyütüyor ki, bir noktada altından kalkamayacağından* bile korkar hale geliyoruz. Ama tabii ki bu olmuyor ve her şey yapboz parçaları gibi tek tek yerli yerine oturarak tamamlanıyor.
*Evet, yine sen Süt Oğlan!
Yazarın açtığı tüm kapıları, tüm talihi yolları, tüm tünelleri, kısacası her şeyi tek tek kapatmasıyla da üzerimizde muhteşem bir tatmin duygusu oluşuyor. Üstelik bu kapanışları kitaplar içerisine o kadar güzel serpiştiriyor ki her kitapta hissettiğimiz tatmin duygusu sürekli pekişerek devam ediyor. Zaten serideki her kitabın okuduktan sonra favori kitabımız olmasının bir nedeni de biraz buradan geliyor.
Diğer nedenin kaynağında ise; yazarın bu kapanışlardaki gerçekleri açıklarken kullandığı mistiksel, masalsal ve efsanesel anlatım yönetimi yatıyor.
Üçüncü kitap itibari ile her kitapta, ilk üç kitapta bahsedilen efsanelerle ve tanrılarla tanışıyor, öyküyü onların bakış açısından azar azar öğreniyoruz. Efsanelerin gerçekleri(?) çoğu şeye ışık tutuyor olsa da, bu gerçekler her tanrının bakış açısına göre anlatılmasıyla yer yer eksik, hatalı veya çarptırılmış oluyor. Bu durum her açıklanan gerçek ile hikayenin özüne bir adım daha yaklaşmamıza ama aynı zamanda da bu özden oldukça şüphe duymamıza neden oluyor.* Sonunda her şey düşünmeye, yalanlar arasındaki gerçekleri bulmaya ve bulunca da keyiften çıldırmaya kalıyor.
*Burayı bir örnek ile biraz daha detaylandırmaya çalışayım: Yukarıdaki gibi hikaye anlatıcılığının en güzel ve en popüler örneği A Song of Ice and Fire* (Buz ve Ateşin Şarkısı) serisidir. Seriyi okuduysanız aynı hikayeyi kuzeylilerin farklı, “masteların” farklı, free folk’un farklı, aslında hemen hemen herkesin farklı anlattığını birçok defa görmüşsünüz demektir. Ama hikaye aslen tektir. Aradaki fark, yaşananların farklı insanlar tarafından farklı algılanmasından veya hikayenin zamanın törpüsünde törpülenip kaybolmasından kaynaklanır. İşte İlk İmparatorluğun efsaneleri serisinin son üç kitabı da aynen bu şekilde; Asoiaf’ın ince işçiliğinde.
*Süt Oğlan!
Ama aklınızdaki çelişkiyi okuyor gibiyim. Bölümün başındaki “özellikle üçüncü kitaptan sonra” cümlesine takıldınız değil mi? “Tatmin ve muazzam haz vaat ediliyor ama buna karşı istenilen üç kitaba katlanmak, öyle mi?” diye düşünüyorsunuz.
Eh düşünmüyorduysanız da artık düşünüyorsunuzdur. Madem düşünüyorsunuz* o zaman cevabımız elbette ki üç kitaba katlamak diye bir şey olmadığıdır. Hem katlanmak bir kitap için ne kadar kötü bir kelime. Lütfen bir daha kullanmayın.** Özellikle son üç kitaba vurgu yapmamın nedeni en başta dediğim gibi her kitabın bir öncekinden çok daha iyi olması ve son üç kitabın bir çırpıda bitip bu incelemeyi yazarken hala o müthiş tadı anımsayabiliyor olmam. Ama gelin ilk üç kitaba(*) bir göz atarak sizi yukarıdaki düşüncelerden arındırmaya çalışayım.
*Diskdünya okuyanlar bilirler. Bu basit kafalojidir. (Bu cümle özellikle siz takılasınız diye italik yazılmadı. Herkes bilir ki yazılanların yazardan bağımsız kendilerine ait bilinçleri vardır.)
**Bakın yine kafaloji.
Destanlar Çağı
İtiraf zamanı!
İtiraf ediyorum, birinci kitap biraz durağan. Durun, durun. Dakika bir, gol bir demeyin hemen. Açıklayacağım. Ama önce evreni bir tanıyalım, evrene ısınalım.
Destanlar Çağı’nda yılımız 0 ve dönemimiz cahiliye dönemi. Ne yazı, ne en temelleri dışında alet edevat, ne de medeniyet var. Sadece kabileler halinde hayatta kalmaya çalışan insanlar (Rhun), Elfer (Fhrey), Cüceceler (Belgriclungreian) ve çeşit çeşit yaratıklar var.
Rhunlar (İnsanlar), Fhreyleri (Elfleri) tanrı olarak kabul ediyor ve onların koyduğu karasal sınırı geçmiyor, onlardan korkup onlara huşu ile bakıyorlar. Kabileler halinde ayrı ayrı yaşıyan insanların dünya ile olan etkileşimleri ise sadece farklı kabileler ile yaptıkları ticaretle sınırlı kalıyor. Bu nedenle ne cüceleri, ne de dünyanın sunduğu dehşetleri tanıyorlar. Dünyayı yalnızca halk arasında kulaktan kulağa bilinen ve gece yatmadan önce çocukları korkutmak* için kullanılan masallar ile tanımlıyorlar.
*Ahhh yetişkinlerin en sevdiği yetiştirme metodu. Gerçi çağımızın çocukları artık bu tarz şeylerden korkmuyor. Onların interneti var. Şimdi yetişkinler çocukların yatarken anlattıklarından korkuyor.
Fhreyler (Elfler) ise bambaşka bir mevzu. Fhreyler (Elfler) Rhunları (İnsanları) basit zekaya sahip hayvan olarak görüyor ve tanrı olmadıklarını bildikleri halde yine de kendilerini Rhunların tanrıları konumunda tutmaktan geri kalmıyor, Rhunları öldürmeyi veya Rhunlara eziyet etmeyi kendilerinde hak olarak görüyorlar. Daha doğrusu bunu hiç önemsemiyor, üstüne 1 saniye dahi düşünmüyorlar. Fhreyler (Elfler) de kabileler halinde yaşıyorlar ama Rhunlar (insanlar) gibi ayrı ayrı değil tek bir toplum halinde yaşıyorlar. Ayrıca Rhun kabilelerinden farklı olarak Fhrey kabileleri dini temellerle, mezheplerle birbirlerinden ayrılıyorlar. Zaten az olan nüfuslarının bu mezhepler tarafından daha da azaltılmasını önlemek adına; Tanrı- Kral benzeri bir yöneticiyle ve halkın günlük sorunlardan sorumlu kabile liderlerinden oluşan bir meclis ile yönetiliyorlar. Fakat bu sistem oldukça iyi çalışıyorken büyünün, bu evrendeki adıyla Sanat’ın, ortaya çıkmasıyla hali hazırda var olan kibir artık tamamen vücutlarını ele geçiriyor ve zihinlerinde ufacık, mini minnacık, çok zararsız, bir fikir beliriyor:
İnsanların tanrıları oldukları gibi neden elflerin de tanrıları olmasınlar? Hem zaten bu büyük güçle tanrı dışında başka ne olabilirler ki?*
*“Sendeki bu güç hevesi ağzımıza …” “Ya ben hayatta bir tek şey istedim ya, bir tek şey istedim.” “Bir şey istedin o da her şey!”
Mağrur, sert ve sağlam cücelerimiz (Belgriclungreianlar) ilk kitap özelinde o kadar azlar ki sadece varlar diyerek cüceleri geçiveriyorum. Ama Cüce seven dostlarım endişelenmeyin Michael J. Sullivan Destanlar Çağ'ında cüceleri benim gibi geçiverse de bu evrende cücelerin yeri bol bol bulunuyor, hem de birçok sürprizle birlikte...
Evet, Destanlar Çağı’nın sunduğu evrenin temel bu kadar. Seri boyunca evren; gerçek tanrıların ortaya çıkması, aslında 0. yılda olunmadığının öğrenilmesi vs. derken dallanıp budaklanıyor. Ama biz şu anda Destanlar Çağı’ndayız ve artık şu durağanlığı açıklamalıyız.
Olaysızlık Ülkesinin Başkenti: Durağanlık.
Destanlar Çağı incelemenin başında bahsettiğim Tanrı Katili testi ile kitaba hızlı bir başlangıç yapıyor aslında. Yazar kitabın daha ilk sayfalarında, Elfleri tanrı gibi gören insanları ve insanları temel zeka sahibi değersiz hayvanlar olarak gören elfleri aynı sahneye çıkartarak ilk bölüm boyunca bizi tedirgin etmeyi ve heyecanlandırmayı gayet güzel başarıyor. Fakat ilerleyen bölümlerde kötü elf fikri ile hoşnut olan zihnimizi gerektiği kadar besleyemiyor ve karakterlerini tanıtmaya geçtiği bölümlerde ilk bölümün yarattığı ivmeyi koruyamıyor.
Durağanlık’ın Meşhur İlçeleri
İvmekaybı
İlçemizin meşhur özelliği: Yazarın seriyi tanıyormuşuz gibi davranması.
Yazar sanki tanıyormuşuz gibi Fhreylerin ve Rhunların adetlerini, şehirlerini ve önemli kişilerini yer yer Fhreyçe ve Rhunca dillerinde olmak üzere akın akın üstümüze atıyor. Dolayısıyla olaylardan habersiz olan bizler için kimin kim olduğu biraz karışıyor ve haliyle bu durum okuma ivmemizin kırılmasına neden oluyor.
Bunun bir benzeri de büyü için geçerli oluyor. Yazar büyünün ne olduğuna, nasıl kullanıldığına veya etkilerinin ne olabileceğine hiç değinmeden Fhreylerin dini inançları üzerindeki etkisini aktarmaya ve siyaset oyunlarındaki* rolünden bahsetmeye başlıyor. Haliyle bu bölümler zihnimizde tam oturamıyor.
*Laiklik? Atatürk yok tabii. Ah, ah…
Küçükçaplılık
Durağanlık şehrinin meşhur ikinci ilçesi ise olayların küçüklüğü ile bilinen Küçükçaplılık.
Kitabın büyük çoğunluğu Rhunların hikayeleri üzerinden şekilleniyor. Rhunların dünyaya etkileri oldukça sınırlı olduğu ve Tanrı Katili testi sonuçlarının açıklanması sistemsel sorunlar* nedeniyle çok geciktiği için de olaylar küçük Rhun köyüyle sınırlı kalıyor. Bu nedenle yazar karakterleri tanıttığı bölümlerde okuru oltalayacak** pek olay yaratamıyor, okurun ilgisini ilk dakikadan yakalamıyor.
*Bknz: Trafo, kedi.
**En güzel örneği sanırım Zaman Çarkı serisinde olabilir. Kitabın ilk bölümünde büyük bir güç ve bu gücün yarattığı yıkım, trajedi gösterilir. İlk bölüm bittiğinde okurun heyecandan kulakları kızarmış olur. Sonraki bölümlerde o güce sahip kişilerin gizemi oraya buraya sıkıştırılarak heyecan ateşine sürekli odun atılır. Yazar önce misinayı çeker, sonra salar, az çeker, çok salar…
Tatlışköy
Destan Çağı’na olan bir diğer eleştirim ise Küçükçaplılık ilçesinin meşhur olmasına neden olan o Rhun köyünün fazla tatlış* olması.
(Bu Rhun Köyü için iki ilçe yüzyıllardır süren büyük savaşlar vermektedir. Savaş bugün bile hala sürmektedir.)
Tüm hikayenin yaşandığı köydeki bu insanların hayatları bizim dahil olduğumuz süreye kadar o kadar tatlış* ilerlemiş olacak ki, tüm insanlar iyi veya iyi niyetli. Herkes sanki kötülük evlerinden uzak yaşayan komşularıymış da uzun zamandır sesi soluğu çıkmıyormuş gibi davranıyor ve öyle haraket ediyor. Ama bu insanların geçmişte yaşadıkları tatlış olmaktan çok uzak, ağır ve hatta travmatik olarak sunuluyor. Yani bu travmaları yaşayan insanların aslında kötülüğe alışkın olması ve her şeye iyi niyetli yaklaşamaması gerekiyor. Hal böyle olunca kitabın tutarlılık kısmı biraz zarar görmüş oluyor.
*Minnoş? Yumoş? Olmadı.
Yalnız ilginçtir yazar bu mini tutarsızlığı Fhrey kısımlarında yaşatmıyor. Fhrey kısımlarında yazar, oldukça sert siyasetin ve ellerindeki güç ile tanrılaşmaya başlayan, tanrılaştığına inanan, güç sahibi grubu oldukça gerçekçi yansıtıyor. Yazar bu bölümlerde gizemi de oldukça güzel kurgulayarak; o leziz, ağız sulandıran gizem menüsünün başlangıç tabaklarını önümüze koymaktan geri kalmıyor.
Kısacası Fhrey kısımları yıldızlı bir restorana, Rhun kısımları da adı duyulmuş ama denediğimzde neden adının duyulduğunu anlayamadığınız bir restorana benziyor.
Peki ya bunların birleşimi? Tanrı Katili test sonuçlarının ulaşması ve ilk isyan? Tanrıların gazabı?
İki restoranın birleşiminde adı nedensiz duyulmuş restoran lezzetsizliğinin yıldızlı restoran lezzetini bastırmasını bekleriz değil mi? Tatlının içerisindeki ufacık bir ekşiliğin o tatlıyı bozması gerekir, değil mi?
Destanlar Çağı için değil. Destanlar Çağı’nda bu iki restoran birleşerek lezzetini asla unutamadığımız “mahalle pilavcısı” seviyesinde yeni bir restorana(?) dönüşüyor. Fakat bu dönüşümden tam da büyük bir keyif almaya başlarken kitap bitiveriyor. Tıpkı ilgili pilavcının var oluş süresi gibi...
Sonuç olarak efsanelerin heybetli ateşinin ilk kıvılcımı biraz cılız kalmış oluyor.
Ara Söz?
Destanlar Çağı için çok da iç acıcı konuşmadığımın farkındayım. Kendimi savunmak adına diyebileceğim tek şey: serinin diğer kitaplarından geriye baktığımda bu kitabın kusurlarının daha ön plana çıkıyor olması olacaktır. Tıpkı gül bahçesindeki tek bir papatyanın göze batması gibi. Bu papatya güzel değil demek değildir, sadece gül bahçesinde beklenmeyendir ve beklenmeyen şey kusurlu gözükür. Kusur da daha akılda kalıcıdır.
Benim de incelemede çoğunlukla değindiğim o kusurlar oldu maalesef. Ama bu, Destanlar Çağı okuması keyfili değil veya okuması sıkıcı demek asla değil. Destanlar Çağı birçok bakımdan ortalamanın üstünde bir kitap. Durağan yapısı okuru sıkarak kitaptan uzaklaştırıp seriye devam ettirecek o ışıltıyı* asla kaybettirmiyor.
*”O” ışıltı. Gözlerime bakar mısınız? Ne görüyorsunuz?
O halde gelin biz de o ışıltıyı kaybetmeden ikinci kitaba geçiş yapalım.
Kılıçlar Çağı
İlk kitap için yukarıda okumuş olduğunuz tüm o eleştiriler vardı ya, unutun onları. Michael J. Sullivan sanki zamanda yolculuk ederek* bu yazıyı okumuş da Kılıçlar Çağı’nı özellikle o eleştirilerden arındırmış gibi karşımıza çıkıyor. Kitapta minik tutarsızlıkların, seriyi biliyormuşuz gibi davranmanın ve tabii ki o durağanlığın esamesi okunmuyor.
* Ya da ben zaman yolcusu olabilirim. Öyle ise bu yazıyı Michael J. Sullivan’a ben vermiş olurum. Ama o durumda geçmişe gidip sadece bu yazıyı vermekle kalmam büyük şirketlere yatırım da yaparım. O halde… o halde banka hesabımda… bi sn… hemen geliyorum!
Yazar ilk kitaptan kalan sorunların ciddi sonuçlarıyla kitabın açılışını yapıyor ve bu açılışı ana hikayenin ilerlemesindeki yakıt olarak kullanıyor. Ama yakıt olarak elektronik araçlardaki gibi sürekli şarj edilmesi gereken ağır, yavaş, kötü elektriği değil; güzel, enerji dolu, çevre düşmanı fosil yakıtı* kullanıyor. Bu yakıtın yarattığı güçle motorlarımızı tir tir titreterek bizi oturduğumuz yere yapıştırıyor.
*Greta bunu okuyup dava açar mı acaba? Ne olur ne olmaz ben yine de YTD yazayım.
Fosil yakıtın sağladığı güç patlaması devam ederken yazar, ilk kitaba az biraz eklediği mizahı güçlendirerek keyifli diyaloglar yaratmayı eksik etmiyor ve ara ara yüzümüze minik tebessümler ekliyor. Haliyle kitap, okunması hem oldukça heyecanlı hem de oldukça eğlenceli bir yapıya bürünmüş oluyor.
Ayrıca her bölümün başında bulunan, o bölüm hakkında ufak spoiler içeren ve karakterlerden birinin* kitabından alıntı olan paragraflar, ilk kitabın aksine, üzerimizde merak duygusunun oluşmasında büyük rol oynuyorlar. (İlk kitapta bu notlar bölümden bağımsız oldukları veya öyle hissettirdikleri için ilgi çekici olmaktan uzak kalıyorlardı.) Bu kısımları okuduktan sonra bölümün o paragrafa bağlanmasını iple çekiyor, bağlantının nasıl olacağını merakla bekliyor, bağlantıyı görünce de tatminle doluyoruz.
Kısacası kitap; heyecan, eğlence ve merak üçlüsüyle bizi markajına alıp kendisinden kurtulmamıza asla izin vermiyor.
*Brin’nin. Karakterin adı. Minicik bir kelime oyunu. Tatlış? Yumoş? Olmadı.
Zaman Yolcusu(?) Değişiklikleri
Kılıçlar Çağı’nda hikaye yine daha çok Rhunlar (insanlar) üzerinden ilerliyor ama bu kez evren, karakterlerin aldığı kararların sonuçları üzerinden anlatılıyor. Böylelikle ana hikayede ilerleme kaydederken hem evren hakkında bilgi ediniyor, hem de karakterlerimizi daha iyi tanıyarak karakterlerle bağ kurabiliyor, onların hissettiklerini hissedebiliyor ve onlarla özdeşleşebiliyoruz.
Fhrey (Elf) bölümlerinde de değişikliğe giden yazar, aldığı zekice karar ile bu kez Fhrey bölümlerini tepeden değil, alt taraftan*, halktan, anlatmayı tercih ediyor ki bu, Fhrey toplumunun düşünce yapısını anlamamıza çok daha büyük katkı sağlıyor.
*Halkı alt taraf olarak düşünmek… Ne halde geldim ben! Kendimi Frankenstein’nın canavarı gibi hissediyorum. Ama burada kendisi DR. değil, ekonomist.
Yalnız burayı biraz açmak gerekir diye düşünüyorum. Çünkü Fhrey toplumu ölümsüz ve uzun zamandır yaşayan güç sahibi "tepedekiler" oldukça kadim ve kibirli. Bunların üstüne bu bişiler bir de Sanat’ın, büyünün, gücüyle “tanrısallaşmaya” dönüşen bireyler. Dolayısıyla ölümsüz olmayan bizler için bu karakterleri içselleştirmek oldukça zor. Bunu çok iyi bilen yazar da, bizi daha “çocuk” olan Fhreylerin düşüncelerine tanıklık ettirerek aynı anda hem onlardan korkmamızı hem de onları daha rahat anlayabilmemizi ve aldıkları kararları veya düşünceleri daha net içselleştirebilmemizi sağlıyor. Çok zekice, çok.
Fhrey kısımlarını kapatmadan son değinmek istediğim şey de; Kadim Kapı İzleyen kişisi. Yazar Fhrey kısımlarındaki siyaset, komplo ve ihaneti yavaş yavaş pişirirken gizemli Kapı izleyen* ile de bizlere evren hakkında ufak ufak bilgi kırıntıları atarak merak merkezimizi durmadan tatlı talı kaşıyor. Yazar bu kaşımayı o kadar güzel ve fark ettirmeden yapıyor ki bir süre sonra her Fhrey bölümünde kendimizi bu kişiyi ve vereceği bilgi kırıntılarını beklerken ve hafif hafif kaşınma ihtiyacı hissederken buluyoruz. Ama çok kaşımanın tahriş yapacağını bilen yazar her bölümde istediğimizi sunmuyor, yalnızca dayanılmaz olduğunda kaşıma çubuğunu çıkartıyor. Ne diyelim: “ALL HEİL THE KAŞIYICI”
*Eee Hoid? Sen misin? Bu da sen çıkma lütfen artık kaldıramayacağım!
Yeniden hikayeye dönecek olursak: Hikaye nehrimiz açılıştan kısa bir süre sonra üç kola ayrı kola ayrılıyor ve ana nehrin daralan bu kollarında anlık taşkınlar yaşanmaması için akan suyun debisi azıcık kısılarak hikaye demlenmeye bırakılıyor. Biz sayfalar nehrinde yavaş yavaş ilerlerken artık taşkın önlemini almış olan yazar, ana hikayeyi temelden etkileyecek çok büyük olayları harekete geçirmeye başlıyor ve geriye sadece suyun debisi tekrar arttırmak kalıyor. Eh dar nehir yollarında yüksek debi demek, nehir üstünde bulunan bizler için rafting demek. Kan kaynatıcı, stres yaratıcı, heyecan pompalayıcı rafting.
Sonuç: burası da bitsin, şurası da bitsin derken geçip giden saatler.
Son Söz?
İkinci kitabın üzerimde bıraktığı etki kelimelere dökebildiğim kadarıyla bu şekilde. İlk kitabın incelemesinin bıraktığı kekremsi tadı az çok silebildim mi? Umarım silebilmişimdir. Ve yeniden hatırlatmak isterim ki seri üstüne koyarak ilerleyen ve üçüncü kitap sonrasında sıçrama yapan bir seri. Yani buradan sonrası hep yokuş aşağı, hep hızlanma.
(*)Aslında incelemenin başında söylediğim gibi bu inceleme içerisine üçüncü kitabı da ekleyerek bu hızlanmayı açıklamaya çalışacaktım ama bu haliyle bile yazı oldukça uzun oldu. Bu yazıyı bölme düşüncesindeyken üstüne bir de üçüncü kitabın incelemesini eklemek istemedim. O yüzden üçüncü kitap hakkında sadece şunları söyleyeceğim ve incelemeyi kapatacağım:
İlk iki kitap temelinde üçüncü kitabın hazırlık aşaması niteliğinde. Üçüncü kitap ile ortalık karşıyor, kızılca kıyamet kopuyor ve savaş başlıyor. Zaten kitapların adından da bu anlaşılabiliyor: Destanlar Çağı, Kılıçlar Çağı ve Savaşlar Çağı.
Savaşlar Çağı ile fedakarlık, güç, büyü, umutsuzluk, umut, keder yani ilk iki kitabın sunduğu her şey büyüyerek devam ediyor. Ama bunların hepsi “ölümlüler” arasında gerçekleşiyor. İşte üçüncü kitaptan sonraki sıçrama tam da burada oluyor. Dördüncü kitap ile ölümlüler arasında oynamayı bırakıyor, oyun masamıza tanrıları davet ediyoruz.
Buraya kadar bana sabrettiğiniz için teşekkür ederim.
Herkese keyifli okumalar dilerim.
*Bu yazıyı okuyabiliyorsanız, zamanda yolculuk yapamadım demektir.
Yorum Bırakın