Fantastik edebiyat tutkunu herkesin mutlaka kulağına çalınmıştır Puslu Kıtalar Atlası. Popüler olup içeriği bilinmeyen şeyler kategorisinde bir eserdir. Bu bakımdan zeka gibidir: Zeka da herkeste bulunur, herkes tarafından taktir edilir ama kimse tarafından kullanılmaz. Yani Puslu Kıtalar Atlası’nı çoğu kişi duymuştur ama çok az kişi okumuştur ve ben de yakın zamana kadar işte o Çoğu Kişi grubuna dahildim.
Eh tabii ki artık kitabı okuduğuma göre geçmiş zaman kullanabiliyor ve kendimi ait olduğum yer olarak hissettiğim “Çok Az Kişi” grubuna dahil edebiliyorum.* Bir nevi evime geri dönmüş oluyorum. Ve şu kadarını söyleyeyim; insanın evi gibisi yok. O tartışmalar, kavgalar, stres, gerilim ve baskı… bir dakika bir dakika... bu ev, yanlış ev oldu sanki. Gerçi başka ev var mı ki?
Eeeee…. evet, şey, ııı... evet, devam edelim.
*Büyük bir güruh olan ve her şey hakkında en doğru fikirlere sahip Elalem grubuna hiç ait olamadım mesela. Elalem hep düzeltmeye çalıştı beni. Ya da her zaman onların ne diyeceklerini tahmin etmeye çalıştırıldım.
Çok Az Kişi grubu kadar gibi niş olmasa da en az o grup kadar sevdiğim bir diğer grubum ise; “Beklentilerin Hazzı” adını verdiğimiz ve her çarşamba toplanarak beklentilerimizi değerlendirip beklentilerimize ayar çektiğimiz felsefi bir grup. Grup olarak; beklentilerin kontrol altına alınmasının ve hatta mümkünse hiç beklenti yaratılmamasının eserden maksimum hazzı almamıza ve eseri doğru değerlendirmemize olanak sağlayacağına inanıyoruz. Veya kısaca; yüksek beklentilerin eserlerin yarattığı hazzı azaltacağına inanıyoruz.*
*Nasıl bir felsefe grubu bir şeye İNANIR ki? diyenleri duyuyor gibiyim. Eh bu konuyu da perşembe günleri toplandığımız “Felsefe Nedir? Kimin için Yapılır? Kimi Kandırıyoruz?” isimli grubumuzda detaylıca irdeliyoruz. (Grup ismi tartışmaya kapalıdır.)
Beklentilerin Hazzı’nın kurucu üyesi olarak Puslu Kıtalar Atlası’nın başına otururken beklentilerimi kenara koyduğum düşünülebilir tabii ki. Fakat gruba aidiyet; o gurubun etken maddesinin eksikliğinden veya fazlalığından kaynaklandığı unutulmamalıdır. (Bknz; AA) Dolayısıyla kitaba maalesef çok büyük bir beklentiyle başladım.
Ve kitabın ilk 5 sayfasına göz gezdirdikten sonra beklentilerimin büyüklüğünden dolayı oldukça endişeye kapıldım. Çünkü şöyle bir göz attığım 5 sayfada hiç diyalog bulunmuyordu ve diyalog bazlı eserlerin müdavimi olan benim için bu cehennem* demekti. Tedirgin olmuş ve “acaba kitaba alışamayacak mıyım?” korkularına kapılmıştım. Ama sonra grup konuşmalarımız aklıma geldi: “Korkunun ecele faydası yok! Önce yap sonra düşün! Sen kişisel gelişim kitaplarını savundun. Çıkart, göster. Alçak hurç! Benim kitap sevgimi kimse sorgulayamaz!!**“
*Cehennem tasarımları içerisinde bu tasarım 6. sıradadır. Uzun Süreler Kuyrukta Beklemek ise tahtında oldukça rahattır.
**Son 4 kalıp tüm toplantılarımızda en 1 kere söylenen ve en sevilen kalıplardır. Grubumuzun neredeyse tüm tartışmalarının sonu böyle biter.
Gruptan aldığım güçle sayfaları okumaya başladım ve yüksek beklenti dezavantajına sahip, diyalogları olmadığı için cehennem olduğunu düşündüğüm bu esere o gözümü korkutan ilk 5 sayfa itibarıyla aşık oldum, AŞIK oldum!*
*Böylece “İlk Görüşte Aşk” grubuna da dahil olmuş oldum.

Puslu Kıtalar Atlası’ndan önce diyalogları her zaman kitabın kaymak gibi akmasını sağlayan kayganlaştırıcı güç olarak düşünürdüm. Ne kadar yanılmışım.
İhsan Oktay Anar Puslu Kıtalar Atlası’nda diyalogları tanrısal dil kullanarak aktarıyor ve yine de kayganlaştırıcı güçten milim taviz vermiyor. Üstat tanrısal dilde diyalogları o kadar güzel özetliyor, o kadar güzel zihnimizde canlandırıyor ki; kitap boyunca yoğun kar yağışından sonra poşetlerle yokuşun başından aşağıya kendimizi salıyormuşuz gibi hissediyor, rüzgarın yüzümüzde yarattığı soğuğu heyecandan hızlanan kalp atışlarımızın yarattığı sıcaklıkla hiçe sayıyoruz.
Peki ama bu nasıl oluyor? Üstat İki karakteri konuşturmadan nasıl bize tanıtmayı başarıyor? Bir karakterden diğer karaktere geçiş akış kopartılmadan nasıl sağlanıyor?
İşte gerçek sihir tam da burada, karakter geçişlerinde yatıyor. Üstat karakter geçişlerini; olimpiyatta kainat* rekoru kırarak altın madalya kazanmış 4x100m bayrak yarışı koşucularının birbirlerine kusursuzca bayrak aktarması gibi tasarlıyor. Bir karakterin hikayesi anlatılırken o karakterin hikayesinde arka planda olan başka bir karakterin hikayesine ne ara geçtik, ne ara o karakterin hikayesi için bu derece heyecanlandık anlayamıyor adeta yeşilden maviye olan kusursuz geçişi yaşıyoruz.**
*Kai’Nad B’2olt biliyorum rekor sana ait ama dünyalılar henüz kainatın yaşam formları için hazır değil. Lütfen biraz anlayış göster. Size hazır olduğumuzda tekzip yayınlarım.
**Bu vesileyle tekrardan hatırlatmakta fayda var; Yalnızca cesurların işidir boyacılık.
Üstat karakter geçişlerindeki bu kusursuzluğu karakterlerin kariyer patikaları için de uygulanarak bizi iyice hayretler içerisinde bırakıyor. Anar, karakterleri için çizdiği kariyer yollarında elini asla korkak alıştırmıyor ve karakterlerine kariyer basamaklarını çıkartmak yerine o basamakları üreten bir usta muamelesi yaparak karakterlerini çok geniş bir meslek yelpazesinde daldan dala* atlatıyor. Ve bunu sayfalarca süren olay örgüsüyle değil, gerçekçilik olgusundan kopmadan başa gelebilecek en ilginç durumları yaratarak yalnızca 3-4 sayfada yapıyor. Örneğin el üstünde tutulan bir katibin 5 sayfa içerisinde aklımızda bir damla soru işareti kalmadan hizmetçi, berduş, köle, uzman dişçi ve bilim insanı oluşana tanıklık ediyor ve haliyle mest oluyoruz.
*Sizin de aklınıza o kaynana geldi değil mi? Maalesef artık geri dönüş yok. Sisteminizden atmanız için dinlemeniz lazım.
Ve Puslu Kıtalar Atlası‘nın kalbinde de işte tam bu yatıyor: Olayların rüzgar ile birlikte tek yumurta ikizi gibi ilerlemesi ve bir anda rüzgarın aniden yön değiştirmesiyle olayların şekilden şekle girmesi.
Kelebeğin kanat çırpması gibi ufacık olaylar, rüzgar ile olan ahengi tekrardan yakalabilmek için büyüdükçe büyüyor ve dönemin bilinmezliği ile birleşip şok edici sonuçlar doğurarak karakterlerin kaderlerini 180 derece değiştirebiliyor ve karakteri bambaşka birine dönüştürebiliyorlar. Hatta bu çırpmalar o kadar çok yaşanıyor ki, kitabı adeta Kelebek Etkisinin bir tezahürüne dönüştürüyorlar.* Ama özellikle bir olay, daha doğrusu bir cüme: “Düşünüyorum öyleyse varım” kitaptaki tüm olayların başlangıcı, sebebi, bağlayıcısı ve sonucu olmasıyla bu dönüşümün en büyük katalizörü oluyor. Ve tabii ki kitap bu sözün getirdiği zihin açıcı ve kafa yakıcı felsefi tartışmalardan** da nasbini almaktan eksik kalmıyor.
*Veya başka bir deyişle; Kelebek Etkisi deterjan reklamlarında beyaz kıyafetin üzerindeki zorlu lekelerin tamamı gibi kitabın liflerine yerleşip orayı evi ilan ederek yönetimi ele geçiriyor.
*Tıpkı “Felsefe Nedir? Kimini için Yapılır? Kimi Kandırıyoruz?” grubumuzda yaptığımız gibi. Fakat biz daha: “Düşünüyor muyuz? Hmm? …. Gerçekten mi?” sorusundan çıkamadık.
Eh daha ne olsun?
Kariyer Atlamaları, Kelebek Etkisi, Yağ gibi akıcılık, Felsefi tartışmalar… Yetmez mi?
Yetmesin!
Çünkü daha en önemli yeri söylemedik bile: İhsan Oktay Anar’ın bizlere sunduğu renkli tarihimizden hiç bahsetmedik.
Anar kalemine işlemiş zamanın dokusu ile bizleri geçmişe, Osmanlı zamanına götürüyor ve o zamanın hurafeleri, safsataları, mucizeleri, inançları ve bilinmezliği ile tarihi harmanlayarak bize bugünden bakıldığında fantastik gelen hikayeler sunuyor. Bize adına bugün İstanbul dediğimiz Şehr-i cümbüşü, Şehr-i deryayı, Şehr-i mukkadessi, o zamanki adıyla ise Kostantiniye’yi sergiliyor:
“Ulema, cühela ve ehli dubara; ehli nasum, ehli işret ve erbab-ı livata rivayet ve ilan, hikayet ve beyan etmişlerdir ki kun-ı Kainattan 7079 yıl, İsa Mesih’ten 1681 ve Hicretten dahi 1092 yıl sonra, adına Konstantiniye derler tarrakası meşhur bir kent vardı”
Konstantiniye… Taşında toprağında nece imparatorluklar barından tüm cihanın imrenerek baktığı, Ademoğlunun gördüğü en güzel şehir. Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye’nin Pâyitahtı.
Konstantinye… Külhanbeyleri, çelebileri, katipleri, yeniçerileri, simyacıları, sihirbazları, tüccarları, müslimleri ve gayrimüslimleri, meddahları, dilencileri ve demkeşleri ile dolup taşan sokaklarıyla çeşitliliğin ve renklerin başşehri.
Bu şehr-i cümbüşte yaşayan bir baba ve oğul; Uzun İhsan Efendi ve Bünyamin. Uzun İhsan Efendi bir kaşif. Ama Uzun İhsan Efendi alışkın olduğumuz kadırga tepesindeki kaşifler gibi bir kaşif değil. Çünkü o uyanık alemlerin değil, rüya alemlerinin alimi, rüya alemlerinin kaşifi. O, elkimya odasında yaptığı çeşitli simyevi iksirler ile günlerce rüyaya yatıp ruhun bedenden ayrıldığı rüya alemlerinde uyanık dünyayı keşfeden ve uyandığında yaptığı keşifleri atlasına, Puslu Kıtalar Atlası’na, aktaran birisi.
Oğul Bünyamin ise rüyalar aleminde yaşayan babasına bakmak ile yükümlü temiz ve sergüzeştçi ruhlu hüsnükabul görmüş bir delikanlı. Gönlü amcası Arap İhsan Efendi gibi macera peşinde koşmak iste de, babasından aldığı para ile, her ne kadar sürekli rüyalar aleminde yaşayan babasının parayı nereden bulduğunu bilmese de, evin günlük işlerine bakar, kimseye bulaşmadan yaşar giderdi. Tabii tüm bunlar Bünyamin’in o uğursuz parayı bulmasından çok önceydi.
Başka bir alemde minicik bir tırtıl kozasına girmekteydi. Tek isteği alemlerin sınırlarını aşıp farklı alemlerde arzı-endam etmekti. Tırtıl kozasında kelebek olduğunu gördüğü bir hülyaya daldı. Rüyalar aleminde bir çift kanat çırpmaya başladı.
Uzun İhsan Efendi rüyalar aleminde kıpırdandı. Değişiklik olmuştu, hissedebiliyordu. Ufacıktı belki ama, oradaydı işte. Uzansa tutabilecek, dikkat kesilse görebilecek gibiydi. Sonra nedendir bilinmez masasında o uğursuz cümlenin yazdığı kitabı buldu: “Düşünüyorum öyleyse varım.” Uzun İhsan Efendi bu cümle üzerine derin bir tefekküre daldı. Hatta öyle derinlere daldı ki, bu cümle tüm hayatını veyahut tüm hayatlarını değiştirmeye başladı… Tabii tüm bunlar Bünyamin’in o uğursuz parayı bulmasından çok önceydi.
Lakin tırtılın hülyası Bünyamin’in o uğursuz paraya ulaşmasındaki ilk adımdı. Bundan sonra Bünyamin’i hercümerc eden tüm olaylar; Lağımcılar loncasına girip Ordu-yu Hümayunle sefere çıkması, ehli keyiflere, kafirlere, aklı çelinmişlere ve iblis aleyhillanelere bulaşması, raptedilmesi ve sonunda o uğursuz paraya ulaşması hep o ilk adım ile ilgiliydi. Kimileri buna Kelebek Etkisi derdi, kimileri baht, kimileri Allah’ın taktiri…
Kimileri ise “Düşlüyorum öyleyse varlar.”
İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası’nın ana başlıklar üzerinden özeti az çok bu şekilde dostlarım. Umarım minicik bir hikayeleştirme* barından bu kısmı beğenmişsinizdir. Ayrıca bu kısımda kitabın dilini, üstadın kalemini, kopyalama da çalıştım. Lakin üstadın kalemini kopyalamak çok zor olduğundan ve kitabın açılış paragrafı da bu konuya net bir örnek teşkil ettiğinden bu paragrafı olduğu gibi koymak istedim. Fakat bu açılış paragrafını okuyup kitabın dilinin “ağır” veya “anlaşılmaz” olduğunu düşünenler olabilir. Zira ben biraz böyle düşünüp panik yapmıştım. Ancak endişeniz olmasın. Bu kısım kitaptaki anlamını bilemeyebileceğiniz kelimelerin en çok bir arada bulunduğu tek kısım. Kitabın devamı daha çok kitabı özetlemek için hikayeleştirmeye çalıştığım kısıma benziyor. Elbette ki harikulade bir yazarın katbekat üstün dokunuşlarıyla…
Herkese iyi okumalar dilerim.
*Kitapta bulunan olaylar ile bulunmayanlar karışık şekildedir. Bu kısmın 40IP videoları tarzında okunması tavisye edilir.

Yorum Bırakın