Freddie Mercury'nin Külleri Aramızda: Bohemian Rhapsody

Freddie Mercury'nin Külleri Aramızda: Bohemian Rhapsody
  • 0
    0
    0
    0
  • "Bir arada olmaması gereken dört dışlanmış müzisyeniz. Salonun en arkasındaki dışlanmışlar için müzik yapıyoruz. Biz, onlara aidiz"

      Makul, kabul edilebilir bir Freddie Mercury portresi çiziyor Bohemian Rhapsody. Seyir zevki oldukça yüksek film için yapılan eleştirilerin acımasızlık eğilimi arttıkça, benim de sinemaya tekrar tekrar gitme motivasyonum arttı adeta. Elbette üç kere izlediğim bir yapımın goof olarak tabir edilen eksikliklerini, yanlışlarını daha iyi analiz edebiliyorum, nispeten objektif bakabiliyorum şimdi. Öncelikle, filmin temel olarak seçtiği noktanın ''dışlanmış insanlara ait olması'' yönünde olduğunu düşünüyorum. Dışlanmışlık motifi, sevgi dolu görünen -fakat- manipülatör, kalıpların savunucusu bir anne; alaycı, iğneleyici bir kız kardeş; otoriter aman oğlum sigortalı bir işe girsin baba figürü ile pekişiyor. Farukh’un havaalanındaki önemsiz iş hayatında sahip olduğu arkadaşları, bar topluluğunun yaklaşımı gibi ayrıntılar ile net olarak dışlanmışlık motifinin altı çiziliyor ve Freddie son derece keskin köşelerin olduğu bir anlatım içerisinde yoğuruluyor ilk sekanslar ile birlikte. Neredeyse hiçbir konu üzerinde derinlik kazanmıyor film. Frapan, sıra dışı, öncül, vizyon sahibi bir Freddie karakterinin Smile’ı sırtlayarak Queen’i yaratma sürecinde dahi seyircinin filmden kopmaması adına hız kazanma kaygısı güdülmüş. Roger ve Brian’ın grubun dağılma aşamasındayken Freddie’yi Smile’a kabul ettiği tam olarak doğru değil mesela. Freddie bir süredir onları izlemekte, grubun ayrılan basçısı üzerinden diyalog geliştirmekteydi zaten. Fakat, filmin yapımcıları arasında Roger ve Brian varken, bu gibi farklılıkların eleştirisi pek mantıklı durmuyor. Şarkıların yazıldığı tarihlerin kronolojik sıralarının senaryoda önemsenmemiş olması türünden ayrıntıların gerçek hayatla olan farklılıkları, Queen aşıklarını kızdırmış olsa da dev Hollywood endüstrisinin işleyen formülleri açısından isabetli görünüyor. Başlarda bahsettiğim dışlanmışlık hissinin işlenmesi ile konuyu bağlayacak olursam, caz müziğin doğuşunu örnek verebilirim. Caz müziğin azınlıkların isyanı konumundan (Adorno’ya göre ‘sapkın zenci enerjisi’ sınıfından) lüks salonların keyifli tonları haline evrimi,  film ile büyük ölçüde paralel sayılabilir. Kimse Queen’i kısıtlayamaz, çünkü tekdüze müzik yapmıyoruz gibi bir bakış açısına sahip grubun ucube kimliği kalabalıkların tükettiği bir hafta sonu eğlencesine, kendini tekrar eden bir dizi melodiye dönüşmüş zamanla. Yapım da bu geçişi destekler nitelikte yüzeysel bir anlatım tercih etmiş özetle. Ama haksızlık etmek de istemiyorum, Sacha Baron Cohen’in Freddie karakterini canlandırmasına kararlılıkla karşı çıkan Roger ve Brian aslında üstüne düşeni bir şekilde yapmış görünüyor. Filmin en büyük başarısı, şüphesiz ki biyografi niteliği taşıyan sahnelerin hızlı kurgulanmış sahneler ile geçiştirilmesi ve seyircinin Live Aid sahnesine kadar pürüzsüz bir ivme ile hazırlanması bence. Fotoğraflar, sıkıcı aile tarihi bilgileri, turnelerin ayrıntıları oldukça keyifli bir ton ile aktarılarak ana akışa zarar vermeden zenginlik sağlamış durumda bu haliyle. Rami Malek müthiş hazırlanmış rolüne. Freddie’nin mimikleri, kelime tonlamaları, çıkışları; umursamaz, şımarık tavırları; hepsinin temelinde yatan sanatçı ruhu daha iyi yansıtılabilir miydi bilmiyorum. Yine de canlandırması imkansıza yakın bir karakter olduğu için üzerine çalışarak o olmak oldukça zor. Sahnedeki hareketleri, kıyafetleri başarı ile gerçeği aktarmış olsa da Freddie’yi sahnede izlediğimizde yaşadığımız yaradılıştan gelen doğal tutku, enerji eksik kalıyor bir şekilde. Bahsetmek istediğim ayrıntılardan bir diğeri ise Belfastlı, katolik bir gay olan son derece itici ve fazla üzerine gidilmiş Paul karakteri. Karakterin dayatılan bir bakış açısının ürünü olduğunu düşünüyorum. "Ailem bir trafik kazasında öldü", "İnsan olma hastalığı biraz anestezi gerektiriyor" gibi söylemlerin sahibi Freddie, 4 milyon dolarlık solo albüm sözleşmesine imza atarken de sanki tamamen suçsuz olarak yansıtılıyor. Her sahnenin arkasında kovalanması gereken doğru yılan olarak Paul göze çarpıyor ve seyircinin gözünde bir düşman yaratılıyor; film bu anlamda Freddie’yi kutsuyor ve attığı her adımı kendi içerisinde yazdığı denklemlerle masumlaştırıyor. Aynı noktadan beslenerek Freddie’nin sahip olduğu solo albümlerin değersizleştirildiğini de düşünüyorum. Bahsi geçen iki albüm de oldukça başarılıdır ve Queen bu denli yoğun bir ayrılık hiç yaşamamıştır. Bu gıcık ayrıntılara ek olarak Freddie’nin mutsuzluğunun temelinde eşcinselliğini kabul etmesi ve Mary ile ayrılmasının yattığı dikkatimi çekti. Aids’in biriken günahların bedeli olarak yansıtılmış olmasını, birlikte olunan partner sayısı ile özdeşleştirilmiş olmasını doğru bulmuyorum. Önemsiz gibi görünen fakat kalıplaşmış düşünceleri destekleyen bir ayrıntının filmin hakim bakış açısı olması oldukça üzücü. Seyirci olarak Bohemian Rhapsody’nin yaratılma sürecini piyanodaki ilk notalardan çiftlik evindeki yemyeşil tepelerin hissettirdiklerine kadar konuk olmamız filmdeki en sevdiğim ayrıntı oldu. Horozun Galileo diye bağırması, Freddie’nin tutku ile şarkı söylerken içinden çıkan haykırışa şaşırarak nefes nefese kalması beni her seferinde derinden etkiledi. Rami Malek kocaman gözleri ile oldukça başarılı yansıttı tüm yaratım sahnelerini. Yapım müthiş soundtrack birikiminin hakkını en iyi şekilde vererek sinemada müzik ile iç içe bir biyografi filmi izletti, hatta yaşattı bize. Live Aid sahnesinin gerçek ile neredeyse tamamen paralel kurgulanması, konsere oldukça uzun bir zaman diliminin ayrılmış olması da oldukça keyifliydi. Burada söylemeden geçemeyeceğim tek nokta, Queen sahneye çıkana kadar para toplayamayan organizasyon ekibinin bir milyon pound’u izlediğimiz yirmi dakika içerisinde büyük bir başarı ile toplamış olmasınının oldukça komik görünmesi olabilir. Aynı şekilde, “Acaba Live Aid’de başarısız mı olacaklar” gibi bir gerilim de oldukça yapay göründü bana. Queen sahneye çıktığında asla duraklamadan, tam bir özgüven ile performans sergiliyor; tereddüte en uzak grup imajı veriyor hatta. Yakaladığım ayrıntılardan sonuncusu ise Brian’ın hep aynı gitar ile sahne almasını başarı ile yansıtmış olmaları. Gerçekten de Brian bir elektrikli gitar mucidi ve sahne aldığı ilk günden beri kendi tasarladığı gitarı ile çalıyor. Hatta sadece kendisine ait bir pena tasarımı da var ama filmde o kadar ince bir ayrıntıya yer verilmemiş. Karavanda bile yanında ayırmadığı gitarına gereken önemi hoş bir jest ile yansıtmışlar beyaz perdeye. Başlarda dediğim gibi, oldukça makul bir Freddie Mercury portresi çiziyor film. Queen de aynı orantı ekseninde şekilleniyor ve film bittiğinde kayan isimleri boğazınızda bir yumru ile izliyorsunuz. Freddie Mercury’nin yazdığı son şarkı olan ‘’Show Must Go On’’ ile seyircisine veda eden film için, yine bir şarkı ismi ile veda edecek olursak ‘’We Will -Almost- Rock You’’ diyebiliriz.

    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.