Kişiyi zorla ikna yöntemlerinden biri olan beyin yıkama yani telkin yönteminin gerçekliği yıllardır tartışılır. Bu tarz yönlendirmeler eğer var ise etkisinin ne boyutlarda olacağı üzerine hala çokça düşünülmekte. Aslında bakarsanız, tarihi olayları bir süzgeçten geçirirsek telkinin ve beyin yıkamanın zihin kontrolüne varacak kadar ileri gittiği olaylara rastlamak mümkün.
Beyin yıkama, belirli yöntemler kullanarak kişinin ya da topluluğun zihninde birtakım değişiklikler yaratmak, ideolojik veya düşünsel bir dönüşüme ve tahribata yol açmak amacıyla yapılan propaganda içerikli bir çeşit yönlendirmedir. Kişiyi ya da topluluğu baskı altına alma, farklı amaçlar uğruna zorla ikna etme gibi nedenlerle kullanılır. Kişinin zihninde bilinçli olarak bir tahribe ve saptırmaya yol açılır ki, kişi kendi değer yargılarından ve tercihlerinden bağımsız olarak "irade kullanamadan" başka amaçlar uğruna hareket edebilsin. Manipülasyon olarak da sayabileceğimiz bu durum, kişinin zihnine öylesine sıkı sıkıya yerleşir ki, kişi bütün hayatını artık bu yeni değer yargıları veya yüce amaçlar uğruna adar. Bu yüce amaçların veya yargıların gerçekleşmemesi durumunda ise kişinin kafasında kurduğu bu hayali dünyaya giden yolun zemini sallanmış olur. Mağdurun artık bütün o "yalan" gerçekliği sarsılmış olduğu için hayatının bir önemi kalmamıştır. Bu tarz manipülasyonlar öylesine tehlikeli bir boyuta varabilir ki, mağdur hem kendi hayatına hem de başkalarının hayatına kastedecek kadar ileri gidebilir ve bunu yüce bir amaç uğruna yaptığını düşündüğü için yaptığı şeyde hiçbir yanlışlık/noksan görmez. Bu şartlandırılmış ve yönlendirilmiş insanlar, artık geri dönülmez bir yola girmişlerdir ve eskisi gibi olmaları da pek mümkün değildir.
Telkine uğrayan kişi, her ne kadar iyi niyetli biri olsa dahi, eğer ona telkinde bulunan kişinin niyeti iyi değilse (ki genelde iyi bir niyet ile yapılmaz), mağdur durumdaki insanın davranışları ve bu davranışların sonuçları hiç de iyi olmaz. Çünkü telkindeki ve beyin yıkamadaki amaç, kendi menfaati uğruna başkalarının gücünden yararlanabilme isteğinden geçer. CIA'in askerler üzerinde MK-ULTRA ya da BLUEBIRD kodlu programlar ile birtakım beyin kontrolü içeren deneyler yaptığı konuşulmakta. Beyin yıkama ve telkin hala birer şehir efsanesi gibi karşılansa da bunların somut örnekleri de mevcut.
Aslında bu tarz yöntemler oldukça eskiye dayanıyor olabilir. Örneğin Haşhaşiler isimli tarikatın kurucusu Hasan Sabbah'ın, tarikat üyelerini hem telkin hem de haşhaş denilen uyuşturucu etki veren otla kontrol altına aldığı söyleniyor. Hasan Sabbah, kalesine gelen misafirlere oldukça farklı tarzda bir gösteri şöleni sunuyordu. Sabbah, kalenin tepesinde bulunan üç müridine aşağı atlamasını emrediyordu ve hiç tereddütsüz kendini aşağıya atan müritler o dönemde oldukça dikkat çekmiş olmalıydı. Hatta intihar kavramının tarihe bu şekilde geçtiği de söylenir. Yine anlatılanlara göre, Sabbah'ın müritlere uyguladığı telkin, onların cennete gideceği yönündeydi. Aynı zamanda Sabbah'ın fedaileri olarak da yetiştirilen bu profesyonel suikastçılar, Sabbah'ın emrini duyasıya kadar dövüşmeye devam ediyor ve aynı bir makine gibi yorulmak nedir bilmiyorlardı.
1970'li yıllarda ortaya çıkan Jim Jones isimli vaiz de aynı Sabbah gibi insanları etkisi altına almış ve tarihin en büyük toplu intiharına imza atmıştı. Jim Jones, 1931 yılında dünyaya gelmişti. Bilinene göre en az kendisi kadar hastalıklı bir aileye de sahipti. Annesi onu doğurduğunda bir mesihin dünyaya geldiğini düşünüyordu. Babası ise Ku Klux Klan isimli siyahi karşıtı ırkçı bir örgüte mensuptu. Indiana'da büyümüş ve orada eğitimini almış olan Jones, 1950'li yıllarda vaizliğe başlamıştı. Vaizlik yaptığı küçük kilisenin gelirini ise evcil maymun satarak karşılıyordu. Jones'un yakın arkadaşlarından birinin anlattığına göre, Jones'un ölü hayvanlara ilgisi vardı. Maymunları öldürüp onlara cenaze törenleri düzenlemeyi seviyordu. Ancak onun bu hastalıklı fantezilerini kilise halkı elbette ki bilmiyordu. Jones, oldukça iyi de bir hatipti. Kilisesine gelen insanlara karşı nazikti. Göz boyamayı çok iyi biliyordu. Onun bu nazik davranışları sayesinde kiliseye gelen kişi sayısı zamanla oldukça artmıştı ve Jones artık evcil maymun satma gereği duymuyordu. Din içerikli konuşmalarında kilisenin bakıma ihtiyaç duyduğu mesajını veriyor ve kendisini dinlemeye gelenleri etkisi altına alarak onların bağışta bulunmasını sağlıyordu.
Jones'un etkisi artık büyüktü. Kemik bir kitleye de sahipti. Bu nedenle bu kitleyi kaybetmemek adına "Halkın Tapınağı" (People's Temple) adında bir tarikat kurdu. Önceden halka açık şekilde gerçekleşen kilise vaazları artık gizli bir şekilde gerçekleşiyor ve içeriye kemik kitle dışında kimse alınmıyordu. Jones, bu ünü ve etkiyi yalancı gösterileri sayesinde kazanmıştı. Çoğunluğu siyahilerden oluşan bu kitlenin zaaflarına yaklaşıyor ya da mesihçiliği oynuyordu. Örneğin, bir keresinde dinleyiciler arasından tekerlekli sandalyeye mahkum bir kadını seçmişti ve kadını efsunlu yöntemleri ile iyileştirdiğini iddia ederek dinleyicilerin ilgisini kazanmıştı. Sonradan ortaya çıkacaktı ki, dinleyiciler arasından seçtiği ve iyileştirdiğini iddia ettiği bu insanlar önceden anlaştığı ve çevresinde bulunan yardımcılarıydı.
Jones, daha çok ezilen ya da manipüle edilmeye açık olan insanlara hitap etmeye çalışıyordu. Bu nedenle kitlenin yaklaşık olarak %68'i siyahiydi. Yine aynı şekilde insanların duygularıyla oynuyor; onlara, siyasi partilerin birer yalandan ibaret olduğunu onlara gerçek komün yaşamı ve eşitliği getireceğini iddia ediyor ve bunları dini içerikli metinler ile de destekliyordu.
[caption id="" align="aligncenter" width="1002"] Jones vaazlarında beyaz ve siyahilerin eşitliğinden bahsediyordu. Bu nedenle müritlerin çoğunluğunu siyahiler oluşturuyordu. O, müritlerinin gözünde ilahi bir varlıktı ve ona "Baba" diye sesleniyorlardı.[/caption]
Tarikat öylesine kurulmuş değildi elbette ve hemen her tarikat veya örgüt gibi belirli amaçları vardı. İnsanların Tapınağı tarikatının amacı da şehir hayatından ve kalabalıktan uzakta yalnızca kendi aralarında tarıma dayalı komün bir yaşam kurmaktı. Bu nedenle varını yoğunu bu tarikata bağışlayanlar sayesinde Jim Jones, Guyana'da bir arazi satın aldı ve buraya "Jonestown" ismi verildi.
Ancak işler Amerika'da olduğu gibi iyi bir şekilde gitmedi. 900'den fazla kişiye ev sahipliği yapan bu arazi artık bu insanların mezarı olmaya hazırdı.
Peki bu nasıl olmuştu? İnsanları nasıl bu denli etkisi altına alabilmişti ve Jones neden böyle davranıyordu? Jones'un ölümünden sonra oğlunun anlattıklarına göre, babası hayatı boyunca amfetamin, marijuana ve LSD gibi uyuşturucu maddelerin etkisi altında yaşamıştı. Müritleri sayesinde zenginliğe de kavuşmuş olan Jones'un, Guyana'daki yaşamı ise daha fazla uyuşturucu madde altında geçiyordu. Anlayacağınız, bu insanların hiçbiri madde bağımlısı bir ruh hastasına müritlik yaptıklarını bilmiyorlardı.
[caption id="" align="aligncenter" width="913"] Kuş Bakışı "Jonestown"[/caption]
Jones, arazinin her yerine kendi telkinlerini müritlerine dinletebileceği hoparlörler yerleştirmişti. Onları bu kez vaaz yolu ile değil, her köşede karşılarına çıkan sesi sayesinde etkisi altına almaya hatta bu etkiyi artırmaya çalışıyordu. Dozunu aşan Jones, artık müritlerine toplu intihar provaları dahi yaptırmaya başlamıştı. Hıristiyanlık inancına göre, kişinin kendini öldürmesinin büyük günah olduğunu söyleyen müritlerine ise karşı çıkıyor ve toplu ölümün kutsal olduğuna dair yalanlar uydurarak karşı çıkanları susturmaya çalışıyordu. Bu arada Amerika devleti, Guyana'da kurulmuş olan kasabada herhangi bir insan hakkı ihlalinin yaşanıp yaşanmadığına dair senatör ve basın ekibi göndermek istedi. Ne de olsa 900'ün üstünde insan hala Amerika vatandaşıydı ve bu nedenle hükümet ve medya konuyla yakından ilgilenmekteydi. Ekip geldiği sıra, kasabada yaşayan müritlerden birkaçı oradan ayrılmak istediklerini ekibe bildirirler. Müritler ekipler ile beraber tam oradan ayrılacağı sırada, gitmek isteyen müritlere silahlı saldırı uygulanır ve olay yerindekiler hayatını kaybeder. Bunun üzerine kasabaya çok sayıda güvenlik gücü gelir. Aynı günün akşamı kasabaya gelen güvenlik güçleri şok edici bir manzara ile karşılaşır. Güvenlik güçleri ile beraber gelen medya ekipleri ise karşılaştıkları manzaranın fotoğraflarını çekerek bu katliamı ölümsüzleştirmiş olurlar. Kaçmak isteyen kişilerin öldürülmesi üzerine zaten akıl sağlığı bulunmayan Jones, artık her şeyin sonuna geldiğini fark etmiş ancak idealini kurduğu hayatın yerle bir olacağını görmemek ve müritlerini de kaybetmemek adına, herkesi toplu intihara ikna etmiştir. Bulunan ses kayıtlarına göre 900'den fazla kişinin ölümünden önce Jim Jones, megafonlar aracılığı ile toplu büyük bir seans düzenlemiş ve ölüm ile beraber cennete kavuşacaklarını müritlerine açıklamıştır. Ona hala inanmakta olan büyük bir çoğunluk siyanür içerek hayatına son vermiştir. Öncelikle kendi çocuklarını ardından kendilerini öldüren bu insanlar, ölmek istemeyenleri ise vurarak etkisiz hale getirmiştir. Jim Jones'un ise toplu intihar sırasında kendisini silah ile vurarak öldürdüğü ortaya çıkmıştır. Olaydan birkaç saat sonra olay yerine gelen güvenlik güçleri ve medya ise, tarihin görmüş olduğu en büyük toplu intihar ile karşılaşmıştır.
Elbette bu tarihi olayın ardından komplo teorilerinin de ardı arkası kesilmez. Kimileri Jim Jones'u, CIA'in yetiştirdiğini ve böylelikle zenginleştiğini, müritlerini ise MK-ULTRA denilen yöntem ile zihin kontrolü altına aldığını iddia etmiştir. Kimilerine göre ise bunca insanın ölümüne sebebiyet vermiş olan Jim Jones aslında intihar etmemiştir ve korkağın tekidir. Arkasında yatan sebep ya da gerçek her ne olursa olsun, Jim Jones isimli bu adam onca insanı telkin yolu ile, onların zaaflarını kullanarak etkisi altına almış ve böylesine bir kıyıma sebebiyet vermiştir. Bu olay aslında, insan aklının bazı durumlarda ne kadar zayıflayabileceği ve hayvanları insanlardan ayıran en önemli şeyin yani irade yetisinin kontrolümüzün dışında nasıl kullanılabileceğini görmek adına oldukça önemli. Elbette psikolojik açıdan da yaklaşmamız gerekirse, bütün bir hayatını kendi kurduğu yalan gerçeklik uğruna yaşayan insan, kurduğu bu yalan gerçekliğin sarsıldığını fark ettiği an yaşamına dahi son verebilir.
Downfall filminde, Hitler'in son günleri anlatılır. Hitler'in Propaganda Bakanlığını yapmış olan ve hala günümüzde kullandığı propaganda yöntemleri ile anılan Joseph Goebbels ve ailesinin sonu filmde oldukça çarpıcı bir şekilde verilmiştir. Almanya'ya nasyonal sosyalist bir düzenin gelemeyeceğini fark eden Goebbels ve karısı Magda, kurdukları düzenin sonunu görmek istemeyerek önce çocuklarının hayatlarına ardından kendi hayatlarına son vermişlerdir.
Jonestown katliamından yalnızca iki kişi kurtulabilmişti. Kurtulamayanlar ise ölmeden önce intihar mektupları yazmışlardı. Mektuplara göre bir kısmı ölmeyi yeğlemiyor ancak bir kısmı ise ölüm düşüncesinden keyif alıyordu.
Ölmeyen müritlerden birisi sağırdı, ki aslında bu oldukça önemli bir detay. Olayların gerçekleştiği sırada kulübesinde uyuyan ve megafondan gerçekleştirilen seansları/telkinleri duyamamış olan Grover Davis isimli mürit olay bitiminde uyanmış ve karşılaştığı manzaraya bir anlam veremeyerek araziden kaçmıştı.
Telkin yani bir kimsenin zaaflarından yararlanarak etki altına alma ve aslında olmayan bir şeye inandırma ya da kişinin öz güvenini kırma dediğimiz bu yöntemle filmlerde de karşılaşmışızdır aslında. Mesela, Guguk Kuşu filminde hemşire Ratched klinikte kalan hastaları akıl hastası oldukları ve iyileşemeyecekleri yönünde telkin ediyordu.
Küresel hipnoza bir örnek olarak da They Live filmini örnek verebiliriz. Filmdeki ana karakter taktığı gözlükler sayesinde insanların telkin içerikli mesajlar ile kontrol altına alındığı fark etmişti.
1944 yapımı Gaz Lambası isimli kült filmde ise, kocası tarafından manipüle edilen, deli olduğunu düşünen bir kadın anlatılır. Film, her gün sabırlı bir şekilde kişinin psikolojisini tahrip etmek amacı ile belirli yöntemler uygulanırsa kişinin oldukça kolay bir şekilde kontrole açık hale gelebileceğini gösterir.
Son olarak 2016 yapımı Trendeki Kız filminde, kocasından ayrılmış olan ve alkol sorunları ile baş eden Rachel'ın hikayesini gerçeğin tam zıttı şekilde izleriz. Filmde, Rachel alkolik olduğundan başına gelenlerin bütün sorumlusu olarak kendisini biliyordur ancak işin hiç de böyle olmadığını ve yalnızca buna inandırılmış olduğunu çok sonraları öğrenir. Trendeki Kız filmi de aynı şekilde, zaten sinirleri zayıf olan birini ne şekilde manipüle edilebileceğini göstermesi bakımından oldukça önemlidir.
Görüldüğü üzere, zihin kontrolü aslında hiç de göz ardı edilecek bir konu değildir. Doğru kişilerde, doğru yöntemler ile aslında telkin dediğimiz sözlü ikna yoluyla veya uyuşturucu madde etkisiyle kişileri kontrol altına almak aslında mümkün. Manipüle olmaya elverişli insan beyni ise bu noktada ne derece kuvvetli bilinmez ama günümüz dünyasında her birimizin ufak çaplı da olsa, medya ve kitle iletişim araçları sayesinde kontrol altına alındığımız bir gerçek.
KAYNAK: 1
Yorum Bırakın