"Hem sonuçta aşk bayağı şeyler üzerine kurulur, değil mi?"
Kendi deyişiyle kimsenin kolayca ve içi rahat bir şekilde seyredemeyeceği filmler yapan Michael Haneke'nin yönetmen koltuğunda oturduğu, Cannes Film Festivali'nde En İyi Kadın Oyuncu ve En İyi Erkek Oyuncu gibi ödüllere layık görülen La Pianiste, Avusturyalı Nobel ödüllü feminist yazar Elfriede Jelinek'in Piyano Öğretmeni adlı romanından Haneke tarafından senaryoya dökülmüş. Filmin görüntü yönetmenliğini Haneke ile birçok filmde (Benny's Video, 71 Fragments of a Chronology of Chance, The White Ribbon) iş birliği yapan Christian Berger yapmış. Bu yazıda Viyana Konservatuvarı'nda profesör olan piyanist Erika Kohut'un (Isabelle Huppert) yaşadığı bunalımları ve Walter Klemmer (Benoit Magimel) ile yolunun kesişmesini konu alan La Pianiste'i inceleyeceğiz.
Filmi anlayabilmek, Erika'nın karakter tahlilini yapabilmek ve tezatlıkları görebilmek adına belki de üzerinde en çok durmamız gereken husus annesiyle olan çarpık ilişkisi. Orta yaş grubunda yetişkin bir birey olsa da, anne otoritesinin altında korunmaya muhtaç bir çocuk gibi ezilen ve mahremiyeti hiçe sayılan Erika, filmin ilk ve son sahnelerinde gördüğümüz hapishaneyi andıran görkemli kapıların arasında tutsak durumda. Yetenekli ve başarılı bir piyanist olmasına rağmen, annesinin onu asla takdir etmeyişi ile kendini kanıtlamak için önüne çıkan engelleri acımasız yollara Anna'nın (Anna Sigalevitch) ellerini kesmesine sebep olması) başvurarak kaldıracak kadar da kıskanç. Ayrı odaları olduğu hâlde hâlâ aynı yatakta yatan anne-kız, birbirlerine şiddet uygulamayı normalleştirmiş ve yaşamlarının bir parçası haline gelen bu durumun absürtlüğünü Erika, Walter ile tanışana kadar hiç sorgulamamış.
Babası hakkında aklını yitirerek ölmesi haricinde bir detaya yer verilmeyen filmde, kontrol manyağı bir anne figürünün Erika'nın duyguları yanlış yorumlamasına neden olduğunu görmemek imkansız. Sokakta yahut konservatuvarda güçlü, kararlı ve neredeyse ketum bir portre sergileyen profesör, aslında sevginin koşulunun ve ifade ediliş biçiminin itaat, aşağılanma ve fiziksel şiddet olduğunu düşünen ve cinselliğe yabancılığı film boyunca vurgulanan (erkek egemen porno filmler izleyişi, sevişen bir çift gördüğünde verdiği tepkiler) bir mazoşist.
Erika evden çıktıktan sonra, toplum içinde birebir annesinin davranışlarını sergiliyor; öğrencilerine daima aşağılayıcı ve çabalarını görmezden gelen bir tutumla yaklaşıyor. Katıldığı özel bir resitalde tanıştığı ve filmin son çeyreğine kadar kendisine hayranlığını dile getirecek olan Walter Klemmer de bu üstenci tavırdan payını alıyor fakat Erika'nın peşini bırakmıyor. Solgun griler ve toprak tonları ile en az Erika'nın gündelik yaşantısı kadar durgun ve kasvetli bir renk yelpazesi kullanan Haneke, ikilinin ilk kez yakınlaştığı tuvalet sahnesinden sonra turuncu ve kırmızı gibi daha canlı, tutkulu ve özgür renkler kullanmaya başlıyor.
Bunun yanında seyirciyi edilgen rolünden koparmamak için film boyunca aynı kamera tekniklerini kullanıyor ve karakterleri çoğunlukla açık bir kapının arkasından, klavye üzerinden ya da yakın planda izliyoruz. Isabelle Huppert, dakikalar süren bu yakın çekimlerde o kadar başarılı bir oyunculuk sergilemiş ki suratındaki monoton ifade neredeyse filmi izlemeyi imkansız kılacak kadar rahatsız ediyor. Ancak bunun yanında seyircinin gözüne sokar gibi sıkça tekrar eden anlamsız diyaloglar, anne karakterini canlandıran Annie Girardot'un muallakta bırakan performansı ve suni sahneler bu başarıya gölge düşüyor.
Filmin temposunun yükseldiği bu noktada artık aşklarının açığa çıkması ile bir çekincesi kalmayan Erika, Walter'e cinsel arzularını ve mazoşist eğilimlerini itiraf ettiği bir mektup yazıyor. Walter ile her yakınlaşmasında onu kontrol ettiğini ve baskınlığını açıkça görebiliyorken mektupla birlikte aslında domine edilmek ve kendi iç dünyasında yarattığı rolleri değiştirmek istediği gün yüzüne çıkıyor. Mektuptan önce heyecanlı ve aşık bir adam olarak izlediğimiz Walter, yaşadığı şokun etkisiyle tam tersi istikamette, duygusuz ve acımasız bir karaktere dönüşüyor. Özgürlüğe kavuşmak için bir çıkış anahtarı bulduğunu düşünen Erika, yanıldığını iç burkan bir deneyim yaşayarak fark ediyor.
Odaktaki hikayenin yanında Haneke, yan karakterler ile sanatın ve sanatların kraliçesi olarak adlandırdığı müziğin ve camiasının acımasızlığının, hırslarıyla çocuklarını köleleştiren ve değersizleştiren ailelerin üzerinde duruyor. Özellikle ellerinin kesilmesiyle piyanoyu bırakmak zorunda kalan Anna'nın annesinin (Susanne Lothar), ağlayarak zaten güzel bir kız değildi gibi bir ifade kullanması durumun ciddiyetini gözler önüne seriyor.
La Pianiste, sinemada müziğin kusurları kapatmak adına kullanıldığını düşünen ve olanı olduğu gibi yansıtmak adına müzik kullanmaktan çekinen Haneke'nin istisnalarından biri oluşuyla (Uyarlandığı romanın içinde de geçen Bach, Beethoven, Chopin ve özellikle Schubert eserlerini sıkça duyuyor ve lezzetli müzikal diyaloglara, tartışmalara şahit oluyoruz), başarılı karakter çözümlemeleri ve oyunculuklarıyla izlemeye değer bir film!




Yorum Bırakın