Ataerkil Bir Dünyada Kadın Olmak Üzerine Kabuslar: The Handmaid's Tale 2. Sezon 8. Bölüm İncelemesi

Ataerkil Bir Dünyada Kadın Olmak Üzerine Kabuslar: The Handmaid's Tale 2. Sezon 8. Bölüm İncelemesi
  • 0
    0
    0
    0
  • "-Tanrı meyveni kutsasın. -Güç seninle olsun!" The Handmaid's Tale 2. sezonun 8. bölümü "Woman's Work"da bizlere Janine'in ağzından efsanevi bir sinematik replikle hatırlatma yaparak başlıyor. Teokratik kabus Gilead, zamanında bir yerlerinde Star Wars'ın sevildiği bir dünyanın çok da uzak olmayan geleceği. Bir yerlerinde Friends'in izlendiği, bir başka köşesinde ise Commodores'tan Easy'nin dinlendiği bir dünya. Gilead'ı iliklerine kadar korkutucu kılan bu işte. Anlatılan dünyanın içinde olmamızın verdiği tüyler ürpertici his. Tüyler ürpertici olan bir başka şey ise her şeyin ne kadar da farklı olabileceğinin idrak edildiği o kırılgan an. Geçtiğimiz bölüm Komutan Waterford'un ağır yaralanması sonuçlanan patlamanın ardından işleri yeniden düzene koymak için ipleri eline alan Serena, kendisine yardım etmesi için Offred'den destek almayı seçmesiyle bir kez daha seyirciyi şaşırtmıştı. Bu bölümün açılışında Serena ve Offred'i keyifli bir şekilde çalışırken izlemenin verdiği o rahatsız edici gariplik de o kırılgan anlardan birine ev sahipliği yapıyor. June başka bir hayatta iş arkadaşı olabileceklerinin hayalini kurarken Serena beklenmedik ekstremist(!) hareketi ile "örgü örmekten nefret ettiğini" açıklıyor. Ve distopyanın içinde bir yarık açılıyor adeta. Bizi sınırsız ikilemleriyle çıkmaza sokan Serena'nın bu "kız kardeşlik" hamlesi, birlikte yaptıkları çalışmaların teşekkürü olarak Offred'e çok sevdiği müzik kutusuyla birlikte beyaz bir gül armağan etmesi ile hiç olmadığı kadar samimileşmeye başlıyor. Bu kaygan umuda güvenmek elbette bir The Handmaid's Tale izleyicisinin düşeceği bir tuzak değil. Distopyanın arka bahçesindeki bu retro özgürlük rüzgarı iyileşen Komutan Waterford'un eve dönmesi ile yerini katı bir hayal kırıklığına terk ediyor. Herkes rutin boğuculuklarına geri dönerken Offred'i ise sonuçları belirsiz bir hikâyenin başlangıcı bekliyor. Koloniler'den geri dönen Janine'in aylardır yüzünü bile görmediği bebeğinin, alıkonulduğu aile yanında hastalandığını öğreniyor ve June'un bu anın öncesi ve sonrasında yaşadığı kırılma noktalarına odaklanıyoruz. Bu nokta belki de bölümün temel dinamiklerinden birini oluşturuyor: June'un içsel etik çatışması. Reformcu olmak ya da devrimci olmak arasındaki o belirsiz çizgi. Bölümün bel kemiği June'un kendini tanımlamakta zorlanmasından başka bir şey değil esasında. June, o eski June günlerinden koparılıp Offred yapılışı ve kısa süren özgürlük dönemimin ardından yaşadığı travmatik kişilik dayatmalarının ardından Gilead'in içine işlemesine izin veriyor ve olmaktan korktuğu yerde buluyor kendini. Devrimci bir annenin yetiştirdiği bir kadının esaret altındaki o delişmen ışıltısını kaybederken kendini Gilead'ın kurucularından Serena'yla sadece kendi varlığını sürdürmek adına işbirliği yaparken buluyor. Doğru bildiğinden ziyade hayatta kalmayı tercih ederken kendini ihanet içinde hissediyor. Senaryo da bölüm boyu otokrasinin önünde diz çöken bir June'la yüzleştirip duruyor ve sınır tanımaz diktatörlüklerde çabalamak üzerine derin derin düşündürüyor. Tekrardan Janine'nin bebeğinin hastalanması meselesine dönecek olursak da bizi bölümün diğer iki çarpıcı akış düzlemi karşılıyor. Bunlardan ilki Gilead'da bir bebeğin hayatını kurtarmanın getirileri oluyor. Bu çok zor soru aslında acımasızca davranan bir argümanla bizi epeyce sarsıyor: Gilead gibi bir kabus dünyasına bir çocuk, üstelik de bir kız çocuğu, kazandırmak iyilikten çok kötülük müdür? Bir yandan yaşayacak kız çocuğunun karanlık hayatının korkunç bedeli, bir yandan Gilead'a bir çocuk daha kazandırarak distopyanın temellerine can suyu vermenin yakıcı tedirginliği duruyor. İkinci akış düzleminde ise üzerinde daha ayrıntılı sorgulama yapılması gereken bir konu ve bu konuyu özetleyen çarpıcı bir söz bekliyor bizi: "Erkekler, kadınlar kendilerine gülecek diye; kadınlar ise erkekler kendini öldürecek diye korkarlar." Dizinin bu soruyu soracak noktaya gelmesi aslında halihazırda oluşmuş Serena-Offred dayanışmasından başlıyor. Janine'in hasta bebeğini kurtarmak adına tek yürek olan bu iki kadın kurallara karşı gelmekten asla geri durmayarak belirsizliğe koşarken hem birbirlerine hem çevrelerindekilere huzur sağlıyorlar. Bir anneyi kızına, bir doktoru yıllardır eline almadığı stetoskopuna, bir Damızlık'ı kendine güvenine, bir Eş'i özgür düşünme vazgeçilemez güzelliğine kavuşturan bu anlar toksik erkekliğin kırılgan egosunda bir anda boğuluveriyor. Sezonun en rahatsızlık verici anlarından birini izliyoruz bizler de, Komutan Waterford "bir işler çeviren" eşine dini referanslarla süslediği bir kırbaçlama seansı "armağan ederken" vurduğu her darbede Offred'in de ruhunu parçalıyor. Kendi yarattığı dünyanın içinde hapsolmanın korkunçluğunu olabilecek en çarpıcı şekilde hisseden Serena yetmezmiş gibi, ondan alabildiğine nefret eden Offred'in yardım teklifi ve yine Offred'in kaçınılmaz sona boyun eğişini izlerken izleyicinin de ruhunda parçalanmadık bir nokta kalmıyor. Sezon, ilk bölümlerinin ardından bir miktar azalttığı ivmesini yeniden kazanırken "Woman's Work" seyircisini üzerinde çok uzun zaman düşüneceği sorularla baş başa bırakıyor. Muhteşem oyunculuklarla desteklediği sağlam karakter örgülerini her sekans daha da derinleştiririrken son tahlilde sizi betonların arasında her şeye rağmen baş vermiş bir papatyanın boynunun kırılmasının verdiği o tarif edilmez umutsuzluğu damarlarınıza zerk etmekten geri durmuyor. Çünkü günün sonunda boynu kırılan kadından başkası değil. Patriyarka bir, kadınlar sıfır. Yeniden görüşünceye dek, Tanrı meyvenizi kutsasın! ***Önceki bölümlerin ayrıntılı incelemelerine ulaşmak için buraya tıklamanız yeterli!***

    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.