Korkuyla Beslenen Bir İktidarın Gölgesinde Aşk Mümkün Mü?: The Handmaid's Tale 2. Sezon 12. Bölüm İncelemesi

Korkuyla Beslenen Bir İktidarın Gölgesinde Aşk Mümkün Mü?: The Handmaid's Tale 2. Sezon 12. Bölüm İncelemesi
  • 0
    0
    0
    0
  • "Sevgi sabırlıdır, sevgi şefkatlidir. Sevgi kıskanmaz, övünmez. Sevgi kaba davranmaz, kendi çıkarını aramaz."

    Korintliler, Yeni Ahit

    Bir korku imparatorluğunda sevginin yeri nedir? Kanla sulanmış, nefretle yükselmiş bir ülkede her yer gölgeyken, her şeye rağmen tomurcuklanan sevgiler boy verebilir mi? Karanlığa inat o eski Latin deyişindeki gibi "aşk her şeyi yener" mi? The Handmaid's Tale finale bir adım kala bizi insan ruhunun derinliklerine yola çıkarıyor. Meseleye makro boyutlardan değil daha içten yaklaşmayı tercih ediyor ve hedefine kadim bir özü, sevgiyi yerleştiriyor. Sevgiyi ve eksikliğini anlatırken bugüne dek el değmemiş bir karakteri üzerinden sezonun en duygusal öykülerinden birini seyircisine sunuyor: Eden'ın kısa ve bir o kadar da trajik yaşam öyküsü. Sezonun başlarında rahatsız ediciliğin zirvelerinde bir bölümle Gilead'ın çocuk gelinleri meselesine şahit olduğumuz dakikalarda tanıştığımız Eden'ı o gün bugündür ikinci plan bir karakter olarak izleyebilmiştik. Yazarların onun için yarattığı hikaye daima eksik, daima derinliksiz kaldı. Önümüzde küçük yaşta Gilead'ın çarklarında eritilmiş zavallı bir zihin vardı. Korkutucu bir kabullenmişliğe yaslanmış minik bir beden. Belki de bu yüzden ona daima bir arka plan hikayesi istedik. Gencecik bir insanın bu korkunç dünyada bu kadar uyum içinde yaşayabilme yetisi bizleri rahatsız edip durdu. Kapkaranlık bir odada gülümseyerek renkleri sevdiğini söyleyen, evinin hanımına hayran hayran bakan, zorla evlendirildiği ve sevgi görmediği Nick'e olanca özeniyle yemekler hazırlamak için didinip duran gencecik bir insan. Gilead'ın kabusuna uyanmış bir gençliğin tüyler ürperten kabullenmişliğinin bir temsili olarak izleyip durduk Eden'ı. Daima neden böyle davrandığına bir cevap aramamız da bundandı. Kabul etmek, inanmak istemiyorduk. "Öylesine" bir yaşamın var olabileceği gerçeğine. Korkunun kalp atışı olduğu topraklarda at gözlüklerini bile delip geçebilen kadim özün sahneye çıkışı ise bundan birkaç bölüm öncesinde idi. Eden, Waterford evinin yeni Göz'ü Isaac'e ilk görüşte âşık oluvermişti işte. Çocuk gelin, ona dayatılan hayatın işleyişine karşı sağladığı uyumu kalbinde yaratamayacağını o anda anlayıvermişti. Nick'in June'a olan sevgisini hissedip ona "Beni hiç mi sevmedin?" diye yalvarırken distopyada bir minik bir çatlak açılıvermişti. Korku ve nefret hayatın her alanına hükmetse de bir yere giremiyordu. İçe, insanın en içine. Kadim öze. Sevgiye. Aşka. Dizginlenemeyen tek duygu, korku ve nefrete rağmen filizlenebiliyordu işte. Peki filizler diktatörlerin çizmelerine dayanabilir mi? Boy atmak için kaçıp saklanmak gerekiyordu, fedakarlıklar yapmak, boyun eğmek, gizlenmek, susmak. İşte tam da bu noktada Eden, June'un öğüdünü dinleyerek ilk defa gençliğine yakışır bir şekilde fevri hareket etmeyi tercih ediyordu. İlk aşkıyla her şeye rağmen yeni bir hayat kurabilmek için onu bağlayan tüm zincirleri kırıp kalbini özgür kılmak istiyordu. Ancak ne yazık ki diktatörlüğün parlak çizmeleri dört bir yanı kol gezerken nefes alamayacağı gerçeğini göremiyordu. Alamadı da. Totaliter rejimin kanlı elleri sevgiyi kökünden sökmeden rahat edemedi. Ve biz bir havuzun başında kalakaldık. Ellerimiz ağzımızda, bir ölüm seremonisini izledik. Gencecik iki aşığın, karar verme yetileri ellerinden alınmış zavallı iki ruhun, alabildikleri tek kararla birlikte solmaya mahkum edilişini izledik. Zincirler ve gülleler. Havuzun dibini boylayan iki bedenle birlikte Gilead'da sevginin boğulmaya mahkum kaderini de izledik. Çünkü korku, baskı ve nefret kol gezerken insanı insan yapan hiçbir şeye yer olamazdı. Bir kez daha anladık, gözlerimizde yaşlarla. Eden ağladı, Isaac ağladı, havuz biraz daha yükseldi. Yeni âşıkları yutmayı bekleyen kesif bir umutsuzluk denizi dalgalandı, duruldu. The Handmaid's Tale, Eden'ın trajik sonu esnasında bize kalın harflerle bir gerçeği daha gösterdi. O gerçek bu korkunç seremoniyi izleyen June'un bakışlarındaydı, o gerçek ölüme yürürken bile "umudunu" kaybetmeyen Eden'ın gözyaşlarındaydı. Eden'ın sözlerindeydi o gerçek, o biblikal alıntıda: "Aşk kaba davranmaz." O gerçek sözde din üzerine kurulduğunu iddia eden vahşi bir rejimin anayasa olarak kabul ettiği kutsal kitabına bile gerekirse ters düşmekten çekinmeyeceğinin göstergesiydi. June'un bakışlarındaki umutsuzluk ve hayal kırıklığı da bundandı. Gencecik bir kadının beynini yıkayarak getirildiği noktanın anlamsızlığıydı mesele. İktidarın, patriyarkanın tek kutsal kitabı "güç"tü çünkü. Aksini savunmak palavradan başka bir şey değildi. On ikinci bölümün bu unutulmaz hikâye akışı elbette seyirciye geri kalan akışları bir miktar unutturdu. Ancak sezon finaline bir bölüm kalmışken mutlaka değinmemiz gereken noktalar var. İlk olarak June cephesine bakacak olursak -ki dolayısıyla Waterford'lar ve Nick de kapsama alanına giriyor- minik bir atlamayla durağan bir evreye girdiğimizi görüyoruz. Fazlasıyla gerilimli bir doğum sürecinin ardından cevaplanmamış sorular bırakarak rutine dönüp bu bölüme başlıyoruz. Senaryo şimdilik Nick'in kimlerce kaçırılıp ne şartlarda geri dönebildiğini ve June'un geri dönüşünün hemen sonrasını göstermemeyi tercih ediyor. Onun yerine odağını geride bırakmaya geri saydığımız sezonun yıldız karakteri Serena'ya yöneltmeyi tercih ediyor. June'un emzirmesine izin vermemesi, bitmek bilmeyen nefreti, bebekle kuramadığı bağı, huzursuzluğu ve daimi gelgitleriyle Serena yer yer nefret büyüten yer yer acınası bir portre sunmaya devam ediyor. June, Elisabeth Moss'un muhteşem oyunculuğunda gün geçtikçe ikonikleşmeye devam ederken patriyarkaya hapsolmanın berbat hissini iliklerimize kadar hissetmeye devam ediyoruz. Bir diğer hikaye ise Emily tarafında devam ediyor. Başından sorun eksik olmayan Emily'nin yeni gönderildiği evin sıradışı durumu belki de gelecek sezona kalan ve bizleri hayallerimizin de ötesinde şaşırtacak bir hikâyenin başlangıcı oluyor. Son tahlilde, finale bir kala her dem olduğu gibi kırık kalbimiz ve koparılan kanatlarımızla umudu arayıp duruyoruz. Gileadlar da yıkılır mı bir gün diye. Gün gelir de sevgi her şeyi yener mi diye. Yeniden görüşünceye dek, Tanrı meyvenizi kutsasın! ***Önceki bölümlerin ayrıntılı incelemelerine ulaşmak için buraya tıklamanız yeterli!***

    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.