Bir gün her şeyden teker teker kopmaya başlayınca ne kadar insan olduğunu hissetti. Çünkü arkasında bıraktığı değerlerdi onu insan kılan. Her gökyüzüne baktığında ilk önce içinin karardığını düşünüyordu. Saf, mavi, güneşli bir gökyüzü bile artık onda bir duygu canlandırmıyordu. Yavaş yavaş tükendiğini ve tükettiğini hissetmesi çok sürmüştü oysa. Yıllar önce Montreal'de bir trafik kazasında çarptığı genç kadın sakat kaldığında kendini öldürmek istemişti. Bir insana bu denli zarar verebileceksem ben bir caniyim diye düşünmekten kendini alıkoyamadı başlarda. Sonra içindeki duygu pişmanlığa büründü. Yıllardır araba kullanmıyor, çünkü bir kere bir insana çarptı ve bunu tekrar yaparsa eskisi gibi acı çekmeyecek. Buna alışmaktan korkuyordu. İkinci trafik kazasını yapar ve birine çarparsa ilki kadar korkmayacak, endişelenmeyecek ve hatta tedirgin olmayacağını biliyordu. Onun korkusu tam da bu işte!
Hayatın akışını bozmak Meryem'in işi değildi. O monoton yaşayan, kendine bile pek bir hayrı dokunmamış, ince ve naif ruhlu, tek işi kitap okumak olan çulsuzun tekiydi. Gündüzleri huysuz bir kedi gibi yatardı. Ne zaman güneş alçalmaya başlarsa kalkar, berrak zihnini dünyanın pis işleriyle meşgul ederdi. Üniversite için Montreal'e gitmesi hariç bulunduğu kasabadan da pek çıkmazdı. Hakkında kimse kötü bir şey söylemezdi. Keza iyi şeyler söyleyen bulmak da bir o kadar zordu.
Kimsenin saf bir temizliğine inanmazdı ve bundan ötürü kimseye içten içe güvenmez, inanmazdı. İnsanların hepsinin pis birer mahluk olduklarını idrak edeli yıllar olmuştu. Annesi onu bırakıp gitmişti ve babası her fırsatta onu ezmekten hiç geri kalmazdı. Kocası onu bir fahişe gibi görür ve sadece yatakta onunla iletişim kurardı. Yatağa zorla girmesi onun için bir felaketti. Babası ölmeden vasiyet etmişti o adamla evlenmesi için. Aile törelerine, adetlere karşıydı ama yaşadığı coğrafya şartlarından dolayı mecburen evlendi. Şükrettiği tek şey vardı; o da kocasının çok sürmeden alkol yüzünden ölmesiydi. Ondan nefret etmeye bile tenezzülü yoktu. Yaşadıkları ona bir dram sahnesi gibi gelse de kendinden emin şekilde hep ayakta durmaya çalıştı.
Kocası öldüğünde kasabaya geri dönmüş, ailesinden kalan kutu gibi evde yaşamaya başlamıştı. Tek gelir kaynağı bahçesinden topladığı sebze ve meyveleri halk pazarında satmaktı. Tüm parasını kitaplara ve beslediği sokak hayvanlarına harcardı. Dünyada koşulsuz sevdiği tek şey belki de onlardı. Sadece hayvanların masumiyetine inanıyordu. İnsanlar onda bir korku yaratıyordu. Mümkün olduğunca insanlardan kaçıyordu. İnsanlara karşı bu tutumunu bir türlü bastıramıyor, ne zaman biriyle muhabbete başlasa saatlerce konuşup lakırtı ediyordu. Ne kadar kaçmak istese de insanlardan bir türlü kopamıyordu. Hayatı boyunca hep bir insanın iyiliğine inanmak istedi sadece. Çevresinde gördüğü insanların ruhlarındaki pisliği gördüğünden, tek gayesi iyi bir insan bulabilmekti. Aşık olmak istemiyordu çünkü kendinden bir hayli nefret ederken başkasına karşı iyi ve hoş duygular besleyemeyeceğine emindi. Tek istediği günlerini huzurlu geçirmek, hayvanlara ve kitaplara vakit ayırmak ve iyiliğine inandığı birisiyle hiç bıkmadan sohbet etmekti. Bu, bu kadar güç olmamalıydı.
Uzun yıllar yurtdışında kaldıktan sonra kasabasına uyum sağlaması kolay olmuştu. Belli ki oraları pek sevmemiş, doğduğu, büyüdüğü yeri özlemişti. Coğrafya olarak ne kadar severse sevsin, içindeki insanları da bir o kadar sevmiyordu aslında. İnançları, töreleri, adetleri o kadar saçma geliyordu ki! 21. yy'da hala böyle saçmalıklara inananların olması onu üzüyor ve yıpratıyordu. Zira ne kadar baş kaldırmak istese de bazen boyun eğmek durumunda kalabiliyordu.
Günlerden bir gün yine pazara yol almış giderken yoruldu ve dinlenmek için bir ağacın gölgesine oturdu. Daha yaklaşık 2 mil yürümesi gerekiyordu. Güneş doğmadan yola çıkmıştı pazarın kurulmasına yetişmek için. Dere otları, marulları, ıspanakları yemyeşil bir parlaklığa sahipti. Doğal ürünler hep böyle olurdu zaten. Ağacın altında fazla kalmadı çünkü bir an önce varması gerekiyordu pazar yerine. Kendisi bir çaresine bakardı ama sokak hayvanlarının yiyecekleri kısıtlıydı. Kalkıp yeniden yol aldı. Epey ilerilerde birkaç insan görüyordu. Tanıdık birileri sandı başlarda ama aralarındaki mesafe kapandıkça anladı başka kasabalıların olduğunu. Onlara yetişip yol sormak istedi.
-Merhaba, siz de mi pazara gidiyorsunuz?
+Evet hanımefendi buyurun, bir problem yoktur umarız.
-Hayır hayır ben.. ben çok yoruldum da bir an yanlış yola saptığımı düşündüm.
Yaşlı kadınlardan birisi Meryem'e matara uzattı.
-Teşekkür ederim yolu söylediğiniz için, daha fazlasına gerek yok.
+Kızcağızım harap olmuşsun bir yudum al dudakların birbirine yapışmışlar susuzluktan.
Meryem yaşlı kadınla daha fazla inatlaşmamak için birkaç yudum su içti ve teşekkür etti. Onlar önden Meryem arkadan yürüyorlardı pazara doğru. Bir süre sonra pazar alanı gözükmeye başladı.
Pazara geldiğinde tüm ürünlerini çok geçmeden satmış, kendine ve hayvanlarına yiyecek birşeyler almış evin yolunu tutmuştu. Yine aynı ağacın oraya yaklaşınca biraz dinleneyim diye düşündü. Tam çimenlere doğru eğilirken yerde bir kitap gözüne çarptı. Etrafa bakındı ilkin, birisi düşürmüş olabilir diye düşündü. Kimseciklerin olmadığını fark edince kitabı aldı ve biraz karıştırdı.
▂▂▂▂▂▂▂▂▂▂
Devamı çok yakında.
▂▂▂▂▂▂▂▂▂▂
Tablo: Jean François Millet | Başak Toplayan Kadınlar
İletişim:
instagram.com/oguzcankorkusuz67
oguzcankp@gmail.com
Kaleminize hayranım , sabırsızlıkla devamını bekliyorumm ...