14 Ekim 2005
Güne başlar başlamaz, önce içeriye bir umutla başlayan yeni günün sanki habercisiymiş gibi içeriye ışık huzmeleri geçiren perdeleri iyice kapatmayı seçti. Gün ışığı gözlerini yakıyordu. Tekrar bir güne başlamış olmanın verdiği ruhsal acı bir yana, bir de fiziksel bir acıya katlanacak dirayeti kalmadığının farkındaydı. Aslında şairane bir ruha sahipti. Kuşlar, çiçekler, deniz ve toprak kokusu bile onda müthiş hissetme duyularını canlandırıyordu oysa. Ama artık ne kuş cıvıltılarına, ne çiçek kokusuna tahammülü yoktu. Perdelerini dahi kapattığı odasından mecbur kalmadıkça çıkmıyor, evden dışarıya hususi ihtiyaçlarını karşılamak haricinde adım dahi atmıyordu. Attığı zamanlarda ise dikkat ettiği şeyler dünyanın güzellikleri ve nimetleri yerine sahte insan ilişkileri, yalan tebessümler, ikiyüzlü insanlar ve bunun gibi şeylerdi. Diğer insanlara tahammülü geçmiş, ruhunu hapseden bedenini bile aynada görmek onu huzursuz hissettiriyordu.
Perdesini kapattıktan sonra oda içinde biraz boş boş durduktan sonra giyinip dışarı çıkmaya karar verdi. Sigara paketinin dibi gözüküyordu. Odasının duvarları sigara kokusundan olsa gerek, ağır bir kokuyla sarılmıştı. Çıkıp biraz ciğerlerine temiz hava doldurmak, belki de ona iyi gelecekti diye düşündü. Giyindi, merdivenlerden aşağıya inerken kendini telkin ediyor, olabildiğince az insanla denk gelip, kimseyle konuşmadan, mümkünse göz teması bile kurmadan odasına, ait olduğu yere, insanlardan uzağa kaçmak istiyordu.
Sonbahar gelmişti. Yaprak hışırtıları eşliğinde yürüyüşleri bir hızlı bir yavaş ilerliyor, gözleri sürekli etrafta olan biteni inceliyor, gün içinde olabildiğince az gördüğü dünyayı çok hızlı bir şekilde inceliyordu. Gördükleri her zaman onda aynı hisleri yaşatıyordu.
Samimiyetsiz gülümsemelerle birbirine eşlik eden sahte insan ilişkileri ve birbirlerinin menfaatleri doğrultusunda kurulmuş dostluklar ve aşklar.
İşlerini hallettikten sonra evine hızlıca geri döndü. Odasına girdi. Biraz olduğu yere uzandı ve kafasını boşaltmaya çalıştı. Yıllarca yapmaya çalıştığı tek şey buydu lakin hiçbir zaman başaramadı. Bir an olsun zihnini temizleyemedi ve hiçbir şeyi kafasından boşaltamadı. Ona bu acı ızdırabı yaşatan da, kaçamadığı acıların bu kadar baskın olmasının sebebi de buydu.
Sanki bir yaraya tuz basarcasına kalbinde hep bir sızı vardı. İyi olduğuna inandığı anlarda bile canı yanıyordu. Oksijen sanki onu zehirleyen, yavaş yavaş öldüren bir zehirmiş gibi sürekli ona aynı acıyı veriyordu. Bir alzaymır hastası gibiydi ama hatırladığı şeyler sadece acılarıydı ve bunlardan kaçamıyordu. Dünyada yerinin olmadığına inandırılmıştı. Hem kendi zihni, hem de çevresindeki insanlar olsa gerek; toprakla bütünleştiğinde kimsenin onu hatırlamayacağına bile emindi oysa.
Sürekli bir acıyı içinde taşıyor, her şey ona aynı acıyı hissettiriyor, hiçbir şey o acıyı dindiremiyordu. Bir kol kırığı, bir diş ağrısı gibi bir sancı hep içinde oturmuş onu rahatsız ediyordu. Gülümsediği zamanlar sadece bu ayını tiyatral bir şekilde sakladığı anlardı. Uzun zamandır mutlu hissetmek bir yana dursun; acısız bile hissetmemişti. Sancıları her geçen gün artıyor, içindeki acı geçtikçe büyüyor, bir tek toprak altında kalan sevdikleriyle konuşmayı tercih ediyordu. Kimsenin onu anlamayacağını kabullenmiş, sadece ruhunu teslim etmiş insanlarla aynı durumda olduğuna inanıyordu belki de. İnançları kırılmış, yeterince hissizleşmiş şekilde yaşamaya alışmış olmasa da, bir şekilde adapte olmuştu.
Hayallerini unutmuş, istediği şeylerin adını koyamamış, yarıda kalmışlık hissiyle kendini dünyaya hapsetmişti. Eşsiz bir ruha sahip olduğuna inanıyordu evvelde. Sanata düşkünlüğü, onda perde kadar hassas bir ruh yaratmıştı. Şimdiyse o hassasiyetin sertliği içinde kavruluyordu kalbi.
Rutin işlerini halleti ve bir süredir görüşmediği arkadaşlarıyla görüşmeye karar verdi. Evden çıkmak için güneşin batmasını beklercesine davranıyordu her zaman. Arkadaşıyla buluştu, içecek bir şeyler alıp deniz kenarında bir yerde oturdular. Sohbet esnasında arkadaşı hep günlük dertlerini anlatıyor, sorunlarından bahsediyordu ama onun kafası orada değildi. Anlattığı şeyler ona çok sıradan geliyor, kulak asmıyordu pek fazla. O da pek dertlerini, sorunlarını paylaşma taraftarı değildi. Bu yüzden genelde çevresi tarafından zaten gamsız olduğu düşünülürdü.
Ertesi sabah, çok yoğun bir iş planı vardı ve bu durum onu çok rahatsız ediyordu. Tüm gün insanların içine karışmak zorunda olacak ve onlarla sürekli iletişim kurmak zorunda kalacaktı. Bu bile onu gerginleştiriyor, zihnini yoruyordu.
15 Ekim 2005
Sabahın doğmasına yakın saatlerde uyandı. Aldığı ilaçlardan dolayı sürekli vücudunda kaşıntılar oluyordu ve halüsinasyonlar görüyordu. Uyku sorunu her geçen gün artıyordu. Ya çok uyuyor, ya hiç uyuyamıyordu. Bu gece de o gecelerden birisiydi. Saat 5 civarıydı, kalktı, sakinleştiricisinden içti ve soğuk bir duş almak için banyoya gitti. Suyu açtığında kaynar suya bile tepki veremediğini hissetti. Sudan çıkan buharlara bile aldanış etmeden yıkandı ve hızlıca çıktı. Balkona gitti, bir kahve eşliğinde sabahı beklemeye karar vermişti oysa, ama daha kahvesini yarılamadan oturduğu sandalyede tekrar uyuyakalmıştı. Sık sık bu şekilde dalıyor, ruhunun yorgunluğu fiziksel belirtiler gösteriyordu. Bunun farkındaydı, aldırış etmiyordu. Saat 6 buçuğu biraz geçmiş, oturdukları muhit işlek bir yer olduğu için çoktan hareketlilik başlamıştı. Tekrar su kaynattı ve bir kahve daha yaptı kendine. İlaçlarını alması gereken saat geçmiş, henüz hala almamıştı. Sürekli ilaçlardan şikayet ediyor, ilaçların onu bu hale soktuğuna inanıyordu. Ama yine de yıllardır içiyordu. İçeriye doğru ilerledi, giyinirken göz ucuyla yine ilaçlarına baktı, mutsuz ve isteksiz bir şekilde yine ilaçlarını içti. Birkaç saat sonra kendini yine tamamen boş bir bedene sıkışmış, huzursuz bir ruh olarak hissetmeye başlayacağını bile bile, günün iyi geçeceğine dair kendini telkin ediyordu. Hazırlandı, eşyalarını aldı, apar topar bir şekilde çıktı evden. Apartmanda bir sakinleştirici daha aldı. Buna çok sık sarılıyordu. Yetmedikçe daha fazla içiyor, içtikçe daha iyi hissettiği için her sefer biraz daha fazla istiyordu.
İş servisi gelmişti. Servise bindi, iş yerindekilerle selamlaştı, en arkalardan bir koltuğa oturdu. Ellerine baktı. Titreyeme başlamıştı yine. Kafasını dağıtacak şeyler yapması gerekiyordu çünkü ne kadar odaklanırsa o kadar titriyor gibi hissediyordu. Kulaklığını taktı ve “Here Comes The Rain Again” şarkısını açtı, kafasını cama yasladı ve aldığı sakinleştiricinin kana karışmasından aldığı zevkle birlikte gözleri daldı.
Yorum Bırakın