Dizide, 1984 vari bir distopya örneği olan, erkek egemen totaliter bir toplumda geçen sıra dışı bir hikaye anlatılıyor.
The Handmaid’s Tale, Margaret Atwood’un 1985 yılında yazdığı Türkçesi Damızlık Kızın Öyküsü olan kitaptan 2017’de uyarlanan distopya-drama dizisidir. Yayınlandığı ilk yıl olan 2017 yılında tam 8 kategoride ödül alarak 69. Emmy Ödülleri’ne damga vurmuştur.
Margaret Atwood romanında kadın haklarının bugünkü halinin tersine döndüğünde çıkacak sonucu inceleyerek, distopyanın güçlü feminist yönünü göstermiştir. The Handmaid’s Tale, Amerika Birleşik Devletleri’nin parçası olan Gilead distopyasındaki totaliter toplum hayatını konu alıyor. Çevresel felaketler ve düşen doğum oranları karşısında, Gilead kadınlara devlet mülkü gibi davranan tutucu bir rejimle yönetilmektedir.
Başrol oyuncusu olarak karşımıza Elisabeth Moss, Offred olarak çıkıyor. Offred, bir komutanın evinde hizmetçi olarak çalışmaktadır. Offred dahil bütün hizmetçi kadınlar, dünyayı saran kısırlık nedeniyle komutanlara popülasyonu arttırmak için cinsel köle olmaya zorlanmıştır.
Serinin yapımcılığını üstlenen Bruce Miller ise bir ‘gerilim filmi’ olarak kadını boyunduruk altına alan bir distopya dünyasında geçen, kadını nesneleştiren seriyi şu sözlerle anlatıyor; “Bu korkunç dünyada; neredeyse tamamen Offred’in (Elisabeth Moss) bakış açısıyla anlatılan bir samimi yaşam tasviri.” Moss, yaşadığımı değişimi, içinde bulunduğu dünyayı ve katlanmak zorunda oluşunu o kadar başarılı bir şekilde bizlere yansıtıyor ki, adeta kendisine hayran bırakıyor.
Mavi-Kırmızı
The Handmaid’s Tale, açılış sahnesiyle birlikte bize karanlık ve kasvetli bir atmosferin geleceğini gösterir. Flashbackler ile geçmişe gittiğimizde bu kasvet daha çok fark edilir olmaya, renksizlik daha çok yüzümüze vurmakta aslında… Sınıfları birbirinden ayıran renkler; mavi ve kırmızı. Serinin yönetmeni Reed Morano da ışık ve rengin gücüne inanan yönetmenlerden biri olduğunu kanıtlayarak ve bizleri ‘kırmızı’ ve ‘mavi’ renklerinin en göz alıcı haliyle bizleri buluşturuyor. Hikayede kırmızı renkleri, sadece ‘handmaid’ olarak sınıflandırılan kadınlar tarafından giyilen renk olarak gördüğümüz gibi maviyi de hizmet verdikleri efendilerinin eşleri ile bütünleştiririz.
Sıradan hayatlar nasıl bir anda kendisini dahi hatırlamayacağı bir sisteme dahil olur? Nasıl bir anda tüm ‘normal’ hayatlar alt üst olur ve renkler griye bürünür? Hayretle izleyeceğimiz, sinir sistemimizi sınırlarına kadar zorlayan bir dizi olarak karşımıza çıkıyor.
June...
Offred, bu hayattan önceki normal hayatında farklı bir ismi olan Offred. Normal hayat olarak karşıladığımız zamanda, bir kızı (Hannah) ve bir eşi var. Ama artık hepsi yasak, hepsi uzaktır ona… Offred’in hatıralarıyla birlikte tanıştığımız June ve yaşadığı hayat, beyaz şapkanın ardına gizlenen ve her yaptığı gözlenen Offred’in yaşadığı dünyayla birbirine hiç benzememektedir.
Tanrısal Bakış Açısı
Otoriter – totaliter bir devlet modeli ya da benzer bir başka baskıcı sistem altında karakterize edilen distopyalar, genellikle bize geleceğe dair hikayeler sunar. Genelde; bireyselliğin olmadığı, yönetim tarafından zihnin ve geçmiş, şimdi ve geleceği kontrol altında tuttuğu bir dünyadayızdır. Gilead’deki iktidar sahipleri ideolojisini güçlendirmek adına İncil’i referans olarak kullanıyorlar. Din, iktidarın korunması için bir araç! Atwood’un yarattığı teokrasi, aslına bakılırsa köklere bağlı bir Amerikalı. Gilead, kadın düşkünü iktidar sahipleri ve cinsel baskıyla dolu… Bu distopyada seks, yalnızca çocuk yapmak için kullanılan kutsal bir eylem! (her ne kadar iktidar sahipleri tarafından gizli bir şekilde yıkılsa da…)
Atwood’un kelimeleriyle öyle etkileyici inşa edilmiş ki yazarın deyimiyle böylesine bir totaliter rejimin Amerika’da hiç gerçekleşmeyeceğini düşünenlere yönelik etkili bir cevap olmuş; “1939’da doğup 2. Dünya Savaşı sırasında bilinçlenmeye başlayınca kurulan emirlerin bir gecede kaybolabileceğini biliyordum. Değişim yıldırım kadar hızlı da olabilir. ‘Buraya bir şey olmaz’ sorusuna bağlı olamaz. Koşullar göz önüne alındığında herhangi bir yerde herhangi bir şey olabilir diyebilirim.”
Atwood’un yarattığı distopik dünya her ne kadar bir roman olsa da gerçekten fazlasıyla besleniyor. Bu gerçekliği kendi hayatlarımıza bakarak anlayabiliyor olsak da yazarın sözlerine bir daha bakıp, oluşturulan bu kurgu dünyasının esas ortaya çıkış sebebinin ne olduğunu anlamak doğru olacaktır. “Son Amerika seçimlerinden sonra korkular ve endişeler hızlıca artıyor. Temel sivil özgürlükler ve son yıllarda kazanılmış olan kadın haklarının birçoğunun nesli tükenmek üzere. Birçok grubun nefretinin arttığı bu bölücü iklimde birinin olanları yazıyor olması ya da hatırlatıyor olması önemli.”
“Alışkın olduğunuz şey bu. Bu şimdi sıradan görünmeyebilir, ancak bir süre sonra öyle olacak. Sıradan olacak.”
Kapanış şarkısını da 2. Bölümün son sahnesinde, The Breakfast Club’ın final sahnesinde elimizi havaya savurarak dinlediğimiz Simple Minds’ın Don’t You Forget About Me’yi dinleyelim.
Yorum Bırakın