New York doğumlu olan sanatçı çocukluk yıllarında zeki olmasına karşın akademik hayatında başarılı olamamıştır. 12 yaşına bastığında babası Jack Kubrick tarafından Pasedena, Kalifornia'da yaşayan dayısının yanına gönderilmiştir. Burada bir yıl kaldıktan sonra Bronx'a döndüğünde okuldaki başarısı artmıştır. Ailesi bir hobi kazanması amacıyla onu satranç kursuna göndermişlerdir. Kısa zamanda satranç hayatının önemli bir parçası olmuş ve büyük başarılar elde etmesini sağlamıştır. Gelecek yıllar da filmlerinde satranç temasını sık sık kullanacaktır. Babası ona ilk fotoğraf makinesini 13. yaş gününde armağan etmiştir. Kubrick fotoğrafçılık ile bu sayede tanışmış ve New York'da birçok fotoğraf çekmiştir. İlk fotoğrafı "Look" adlı bir dergi de yayımlanmıştır. Bu olaydan sonra da fotoğrafçılık kariyeri hızla devam etmiştir. New York'da bir fotoğrafçının yanına stajer olarak girmiş kısa bir süre çalıştıktan sonra fotoğraflarının yayımlandığı "Look" dergisinden iş teklifi almıştır. Look dergisinde çalışırken arkadaşı Alexander Singer ile ilk film projesini hazırlamıştır. 1950 yılında Day of the Fight'ın çekimlerine başlamıştır. Çekimler devam ederken birçok kısa filme de imza atmıştır. Çektiği kısa filmlerden bir tanesi çocukluğunda tanıştığı ve sevdiği satrançla ilgiliydi ancak Central Park'da süren çekimler zorluklar nedeniyle tamamlanamamıştır. Bundan sonra Kalifornia'da bir süre beraber yaşamış olduğu dayısıyla Fear The Desire (1953) adlı kısa filmi çekmiştir. Killer's Kiss (1955) ve The Killing (1956) bu dönemde çekmiş olduğu ilk uzun metraj filmleri olmuştur. Bu filmler ile Hollywood'da tanınmış ve ardından ilk önemli filmi Path's of Glory (1957) adlı filmi yönetmiştir. İdealistik filmler çekebilmek amacıyla İngiltere'ye gitmiş ve burada Lolita (1962) adlı filmi çekmiştir. Bu filmden sonra konusu karamizah olan ilk ve tek filmi Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb (1964) adlı filmi yönetmiştir. Bu onun için büyük bir risktir çünkü filmin konusu olan nükleer bomba komedi unsuru olmaktan çok uzaktı. 1968 yılında Artur C. Clarke'nin ünlü eseri olan 2001: A Space Odyssey sinemaya uyarlamıştır. Bu film ile bilim-kurgu sinemasının yollarını açmıştır. Ardından A Clockwork Orange, Barry Lyndon adlı filmleri gelmiştir. Bu filmlerinden sonra korku filmlerinin popüler olmasıyla Stephan King'in ünlü romanı The Shining (1980) sinemaya uyarlamıştır. Bu filmde kullanmış olduğu ayna tekniği ile korku sinemasına değişik bir boyut katarak filmin bir kült olmasını sağlamıştır. 7 yıl uzun bir aradan sonra 1987' de Full Metal Jacket ile sinemaya geri dönüş yapmıştır. 

Stanley Kubrick sinemasına bakıldığı zaman; Mükemmeliyete takıntılı bir sinema dahisi diyebiliriz. Filmlerinde kullanmış olduğu teknikler, sembolizmi kullanımı, filmlerindeki gerilim teması, Kubrick'i Kubrick yapan ve sinema tarihinde adının kazınmasını sağlayan özelliklerindendir. Çocukluğunda hobi kazandığı satranç, hayatının bir parçası olmuş ve filmlerinde kullanacağı bir temaya dönüşmüştür. Kubrick deyince iki temel yöntemden bahsedebiliriz: titiz detaylarla yaratılan görsel bir realizm ve yaratılan dünyanın gerçeklik dışı hallerini vurgulamak için kullanılan geniş açılı çekimler. A Clockwork Orange filminin ikinci sahnesinde Alex ve çetesinin tüneldeki Ayyaşı gördükleri ve ona doğru ilerledikleri planlar, bunun en etkin örneklerinden biridir. Kubrick'in karakterlerin bakış açısından çekimleri sıkça kullanması, bu yolla karakterlerin seyirciyle konuşurcasına, doğrudan kameraya bakarak konuşması filmin biçimini doğrudan etkilemektedir. Seyirciyi dürten küçük yabancılaştırma anları karakterle özdeşleşip hikayeye kapılmamızı engellemektedir. Yönetmenin kadrajını oluştururken titizlikle kurmuş olduğu dengeli kompozisyonlar ve zaman zaman karşımıza çıkan hipnotik simetri de Kubrick'in her filmine bırakmış olduğu bir imza gibidir.