Mardin

Mardin
  • 1
    0
    0
    1
  • Mardinli olduğumu öğrendikleri ilk andan itibaren “Gelsek de bizi gezdirsen!” derken gözleri parlayan arkadaşlarımın sonunda Mardin’e gelmesiyle ben de onlarla birlikte kültürlerin iç içe geçtiği, tarihi dokusuyla hayranlık uyandıra memleketimi bir kez daha deneyimleme fırsatını elde etmiş oldum. Mevsimlerden yaz, kavurucu ağustos ayına denk gelmiş olmamız üzücüydü ama bir daha bu masalsı kenti hep beraber gezme şansını ne zaman elde ederdik bilemiyorduk. Onları havaalanında karşıladım, arabamıza bindik ve Eski Mardin’in yolunu tuttuk.

    “Eski Mardin”, çünkü yüzyıllar öncesinde Mardin Kalesi’nin etrafına kurulmuş olan bu bölgenin daha sonradan sit alanı ilan edilmesi ile birlikte herhangi bir yapılaşmaya izin verilmediğinden dolayı yeni binalar “Yenişehir” olarak adlandırılan farklı bir bölgeye yapılmaya başlanmış. Bizim istikametimiz de tarihe ve birçok farklı kültüre açılan kapı olan Eski Mardin idi elbette. Biraz öncesinde aşağısından baktığımız Mardin Kalesi’ne doğru virajlı yollarda ilerlerken tarih ve kültür yolculuğumuzun başladığını hisseden arkadaşlarımın heyecanını paylaşabiliyordum. İlk işimiz Kasımiye ve Zinciriye Medreselerini gezmek oldu; Ulu Cami, Kırklar Kilisesi ve Mardin Müzesi ile de devam ettik. Arkadaşlarım; cami, kilise, medrese, ev fark etmeksizin her yapının inşasında rol oynayan ve bizlere adeta geçmişten bir şeyler anlatmaya çalışan Mardin’in özel taşına olan hayranlıklarını dile getirmeden edemediler. İslam, Hristiyanlık, Yezidilik gibi farklı dinî inançların ve çok farklı kültürlerin yansımalarının hissedildiği her bir yapı bana her gezişimde asırlar öncesinden farklı bir masal anlatıyor; buralarda yaşamış olan insanların sevinçlerini, hüzünlerini, acılarını, heyecanlarını benimle paylaşıyordu. 

    Akabinde Mardin’in meşhur dar sokaklarını keşfe koyulduk. Birbirine “abbara” denilen geçitlerle bağlanan, labirenti andıran bu sokaklar bizlere tarihin ve kültürlerin farklı katmanlarını gözlemleme olanağı sunmasının yanı sıra her birinin Mezopotamya Ovası’nın büyülü manzarasına inişli çıkışlı yollarla bir şekilde ulaşmasıyla, hayatlarımızda hedefimize giden yollarda her yokuşun ardından bir inişin geleceğinin hatırlatmasını yapıyordu belki de. “Mezopotamya Ovası mı?” dediğinizi duyar gibiyim. Çoğunuzun ilk olarak tarih kitaplarında “Dicle ve Fırat Nehir’leri arasında kalan bölge” olarak tanıdığı, daha sonra verimli topraklara ve uygun iklim koşullarına sahip olmasından ötürü çok eski zamanlardan beri birçok kavmin yerleşim yeri olduğunu öğrendiği Mezopotamya ile ben ise çok küçük yaşlarda tanıştım. Bünyesinde birçok dine ve kültüre mensup insanı barındırmasıyla, geçmişte birçok medeniyete ev sahipliği yaparak kazandığı “Medeniyetler Beşiği” unvanını bugün de sonuna kadar hak ettiğine birebir tanıklık ettim. Dört bir yanı bozkır ve kayalık olan Mardin’de, uçsuz bucaksız görünümüyle masmavi gökyüzünü kucaklayarak deniz olmadan yaşayamayanların derdine bir nevi derman olmaya çalışan bu ovayı karşımıza alıp çayımızı yudumlamayı da ihmal etmedik tabii ki.

    Roma İmparatorluğu'nun doğu sınırını Sasaniler'e karşı korumak amacıyla inşa ettiği Dara Antik Kenti'ne uğramadan edemedik. Yüzyıllar öncesinden bugünlere miras kalan saray, çarşı, tophane, su sarnıçları ve zindan kalıntıları şüphesiz herkesin içinde geçmişe büyük bir merak uyandırıyordur. Kentte bir de ufak bir kilise var: Güneşe tapanlardan sonra Hristiyanlığa geçenlerin de aynı yerde ibadet etmiş olduğunu benim de yeni öğrendiğim. Bu mistik antik şehirden ayrılırken henüz kazılmamış alanların gün ışığına çıkartılması ile Dara'nın gerçek boyutlarına ve hak ettiği ilgiye en yakın zamanda kavuşmasını diledik.

    Tüm bu güzelliklerin ardından memleketim Midyat’a doğru yola koyulduk. Ellerinin boş dönmesini istemediğim arkadaşlarımla çarşıda bir gezintiye çıktık. Benzersiz el işçiliğiyle özenle hazırlanan “telkâri”lerin satıldığı gümüşçülere, Süryani şarapçılarına ve badem şekerinden menengiçe, pestilden cevizli sucuğa ne isterseniz bulabileceğiniz ünlü kuru yemişçilere uğradık. Kahve molası için girdiğimiz mekânda dibek kahvesi mi, yoksa mırra mı kararsızlığının ardından kahvelerimizi keyifle yudumladık. Midyat Konuk Evi, Tarihi Gelüşke Hanı ve Mor Gabriel Manastırı’na olan ziyaretlerimiz ile de gezimizin sonuna yavaş yavaş yaklaştık.

    Arkadaşlarımı misafir etmenin mutluluğuna ek olarak kendi memleketimi bir kez daha deneyimlenin verdiği sevinci de yaşamış oldum bu gezi sayesinde. Onları ve burayı gelip görme şansını elde etmiş pek çok insanı en çok etkileyen şey ise şüphesiz minare ve çan kulesini aynı karede görebilmek; birden fazla dili aynı anda duyabilmek olmuştur. Ayrıştırılmamıza, bölünmemize çalışılan bugünlerde en çok ihtiyacımız olan “hoşgörü”yü kuşaktan kuşağa aktararak bugün de fazlasıyla gözler önüne seren bu şehirde inanılan din fark etmeksizin Ramazan Bayramı’nda şekerler birlikte toplanıp Paskalya Bayramı’nda yumurtalar birlikte pişiriliyor; sahip olunan etnik köken fark etmeksizin herkes en azından birkaç kelime Süryanice, Arapça, Kürtçe konuşabiliyor. Sizlerin de güneşin kalpleri ısıtmak için doğduğu, ışığının insanları kendisi gibi olmayanı kucaklayabilme erdemi ile aydınlattığı Mardin’i en yakın zamanda gelip görebilmeniz dileğiyle…


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.