Oslo Üçlemesi: Joachim Trier Tarzı Sinema Filmi Çekmek

Oslo Üçlemesi: Joachim Trier Tarzı Sinema Filmi Çekmek
  • 3
    0
    0
    0
  • İlk yönetmenlik denemesini 2000’li yıllarda çektiği kısa filmlerle gerçekleştiren Trier, 2006 yılında Toronto Film Festivali’nde prömiyeri yapılan Tekrar filmi ile adını duyurmayı başarmıştı. 2011 yılında ise izleyen herkesin kendinden bir şeyler bulduğu Oslo 31 Ağustos filmi ile 20’den fazla film festivalinde ödül alarak Norveç varoluşçu sinemasının önemli figürlerinden biri haline geldi. 2021 yılında da standardı düşürmeden yoluna devam eden Trier, Dünyanın En Kötü İnsanı ile Oslo Üçlemesi’ni tamamlayarak modern sinema tarihi için kolay sindirilemeyecek bir yönetmenlik örneği ortaya koydu. Alternatif olarak, “10 Maddede Joachim Trier Tarzı Sinema Filmi Çekmek” şeklinde de başlıklandırabileceğimiz bu yazıda, kendimizle özdeşleştirdiğimiz noktalara temas eden Joachim Trier’in odaklandığı çıkmazlardan bahsedeceğim.

    Karakterlerini, geçmişten melankolik bir şekilde kopamayan, geçmişteki hatalarının sonuçlarına katlanmaya terkedilmiş, geçmişi ile yüzleşse de buna bir son veremeyen ve bu nedenle geleceği öngörülemeyen karakterlerden seçen Trier’in yüzünün, bu anlamda sürekli geçmişe dönük olduğunu görüyoruz. Trier bu noktada, belli bir mekana ait olan insanın, unutmak ve affetmek konularında çektiği sancıları imgeler üzerinden ele alarak onları sürekli hatırlatıyor. Benzer ifadeyle Trier, mekanın yıllar geçse de hala aynı anlamı aramadaki tetikleyici özelliğini vurguluyor. Bu doğrultuda, insanların hayatlarının belli dönemlerinde deneyimlendiği duyguları sürekli olarak mekana ait imgelerle hatırlayama çalıştığını görüyoruz. Trier açısından Oslo şehrinin biricikliği bu sekanslarda değerli hale geliyor. Nitekim Trier’in Tekrar, Oslo 31 Ağustos ve Dünyanın En Kötü İnsanı filmlerini Oslo Üçlemesi olarak tanımlaması da bu noktalarda belirginleşiyor.

    Tekrar ve Oslo 31 Ağustos filmlerinde, genel hatlarıyla varoluş - özbenlik - mekan üçgeni arasında sıkışmış karakterlere odaklanan Trier, bu karakterlerin kendilerini var etmeye içkin çabasını, insan yaşamının belli bir dönemine ait olan umutları ve umutsuzlukları üzerinden hikayeleştiriyor. “Yaşamak için bir nedeni olan insanın, tüm nasıllara karşı gelebileceği” tezini filmlerinin tamamına yayan Trier, aynı zamanda sonuçları ne olursa olsun, seçimlerin insanın kendi özgür iradesiyle yaptığı seçimler olduğunu vurgulayarak insanları diğer canlılardan ayıran ‘‘karar’’ vasfını yüceltiyor. Trier burada insana özgü karar vasfının biricikliğinin sorumluluğunu bireyin kendisine verirken, bu kararın şekillenmesindeki toplumsal dinamiklerin etkisini de göz ardı etmiyor. Bahsedilen toplumsal dinamiklerin en yoğun hissedildiği noktalar, benzerliklerin birlikteliği olarak tanımlanan toplumun, farklı olanı yok sayma refleksinde ortaya çıkıyor. Özellikle Oslo 31 Ağustos’ta gördüğümüz bu refleks, farklı olanı sisteme dahil etmiyor ve bunu sürekli hale getiriyor. Bu durum karşısında insanın verdiği kararların sorumluluğu kendisine ait olsa da ve bu kararlar geri dönülmeyecek sonuçlar doğursa da, çıktıların bireyin kendi kararının bir sonucu olduğu kadar, toplum tarafından da şekillendirildiğini gösteriyor. Bu noktada benzer bir ifadeyle Trier’i farklı kılan özelliklerden biri de, bütünün dışında kalmış olanı merkeze yerleştirerek, izleyici ile arasında bir bağlılık oluşturması noktasında ortaya çıkıyor. Farklı olanın sisteme adaptasyonunun sorunlu olması, genel resime bakıldığında sistemin acımasızlığını ve farklı olanı yok sayma eğilimini gösteriyor. Trier burada, aslında farkında olmadan her gün yeniden ürettiğimiz sınırsız duvarları da olduğu gibi izleyiciye aktarıyor.

    2006 ve 2011 yılları arasına sığdırdığı Tekrar ve Oslo 31 Ağustos filmlerinin varoluş, depresyon, hırs ve sorunlu aile ilişkilerine odaklanan doğal dramalar olduğunu görüyoruz. Gerçek yaşama değinen bu filmlerde Trier, izleyiciye roman ve benzeri dokunuşları hissettirmeye ve karakterlerin öznelliğini ve iç yaşamlarını tasvir etmeye hizmet eden bir teknik ortaya koyuyor. Karakterlerini sorunlu  kişilerden seçerek düğümlenmiş duyguları ön plana çıkarıyor. Dünyanın En Kötü İnsanı’nda ise duygularla birlikte ikili ilişkileri ve kendini gerçekleştirme potansiyelini ön plana çıkaran Trier bu noktada önceki filmlere kıyasla farklılaşarak üzerine koymaya devam ediyor. Duyguların daha çok dış monologlarla ifade edildiği sekanslar, nitekim bu filmin atmosferinin önceki iki filme göre daha yumuşak olmasından kaynaklanıyor. Önceki iki filmin melankolik atmosferinin daha çok jest/mimik ve mekana ait özelliklerle ifade edilmesinin tutarlılığı, üçüncü filmdeki inişli çıkışlı atmosfer düşünüldüğünde kabul edilebilir bir şekilde daha çok ikili diyaloglarla besleniyor.

    Oslo Üçlemesi’nde belirgin olarak görüldüğü üzere Trier, edebiyattan büyük haz alıyor ve senaryoyu şekillendirmede yazmaktan sonuna kadar faydalanıyor. Tekrar filmindeki iki arkadaşın, yazdıkları kitapları yayınevlerine göndermeleri, izinde oldukları yazarı sürekli yüceltmeleri, benzer şekilde Oslo 31 Ağustos’ta Anders’in bağımlılık sürecinden önce başarılı yazılar kaleme alması ve yine yazma güdüsüyle eski hayatına geri dönebilme çabası, son olarak da Dünyanın En Kötü İnsanı’nda Aksel’in başarılı bir karikatürist olması ve Julie’nın denemeleri bunu gösteriyor. Mevcut sorunları dışa vurmak ve üstesinden gelmek konularında edebiyat nitekim en net ifade yöntemlerinden biridir. Tekrar filminde hatırlanacağı üzere Erik’in başarılı bir yazar olmasında da ikili ilişkilerde yaşadığı problemlerin onun yazma kabiliyetini olumlu yönde etkilemesiyle ilişkiliydi. Edebiyat bu anlamda Trier filmlerinde kurguyu oluşturmadaki önemli parçalardan birini oluşturuyor.

    Trier’in şiirsel stili, özgürlüğü ve açıklığı gerektiren bir süreç olarak film yapımına ilişkin kişisel algısından kaynaklanıyor. Bu bakış açısı, yönetmenin filmin tüm yapım sürecinde ona olanak tanıyan keşifler yapmasına, filmin berraklığının da bu keşiflerde ortaya çıkasına olanak sağlıyor. Trier’in bu tarzı, her film yapımcısının, bir sanat formu olarak film çekme anlayışını bir adım öteye taşıyabileceği noktasında ortaya çıkıyor. Trier izleyiciyi, filmin geleneksel anlayışının arkasındaki anlam olan “kişisel”in keşfedilmesi konusunda harekete geçiriyor. Bu durumu, “Film yapım sürecinde şansa ihtiyacımız vardır. Bu balık tutmak gibi bir şey. Belki aptal bir metafor kullanıyorum, fakat demek istediğim, bir şey meydana gelmeden önce onu bilmezsiniz” cümleleriyle ifade ediyor.

    Trier’e başarıyı getiren özelliklerinden bir diğeri de seçtiği karakterleri izleyiciyle özdeşleştirmesinde. Bu noktada hayatın içinden. İzleyen herkes kendinden bir şeyler bulabiliyor. Tekrar ve Oslo 31 Ağustos’ta daha çok hissedilen inişlerin yoğunlukta olduğu bir olay örgüsü, Dünyanın En Kötü İnsanı’nda ise kendini arayan bir kadın. Hepsi hayatın içinden ve hepsi de anlaşılabilir. Bu özellikler dikkate alındığında aslında Trier sinemayı bir rol yapma sanatı olarak değil, tamamen hayata özgü bir gerçeklikle sunuyor. 

    Joachim Trier’in Oslo Üçlemesi’nde belirgin şekilde adeta Anton Çehov’dan devraldığı realizmin bayrağını taşıdığını görüyoruz. Romantizmin karşısında konumlanarak, adeta romantizme bir tepki olarak tüm olay örgüleri, monologlar hayatın içinden ve karakterlerle bir bağ kurmaya el verir durumda. Sürekli iyiye giden bir eğriden ziyade kimi zaman inişli-çıkışlı kimi zaman da tamamen kötüye giden bir hikaye. ‘Her şey çok güzel olacak’ romantik klişelerinden uzaklaşan tamamen hayatın içinden örnekler. Bu anlamda kılı kırk yaran sahneler tamamen estetik bir kaygı taşıyor. Ne de olsa sinema ve edebiyat tamamen estetikten ibarettir. Sanatı değerli kılan özelliği estetik bir kaygı taşımasıdır. Estetik kaygı taşımayan hiçbir örnek sanatsal olamaz.

    Trier’in, bu yazının tamamı göz önünde bulundurulduğunda Nuri Bilge Ceylan ile düşünsel anlamda aynı fikirleri paylaştığını söylemek mümkün. Nuri Bilge Ceylan’ın da realizmden etkilendiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Kış Uykusu’ndaki Çehovvari diyaloglar ve hayatın içinden yaşam örnekleri ile bunu açıkça hissettiriyor. Nitekim Çehov’dan esinlendiğini son jenerikte görmüştük. Bu noktada iki isim de adeta Çehov’a selam gönderiyor. 

    Sona doğru yaklaşırken, Trier’in varoluşçu Norveç ve dünya sinemasının önemli temsilcilerinden biri haline geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Önümüzdeki yıllarda neler sunacağı planlı olmasa da, yine hayatın içinden bir şeyler olacağı kesin olsa gerek. Kişisel görüşüm, umarım sonraki projesi tadı damağımızda kalan Oslo 31 Ağustos’taki atmosfere yakın bir iş olur.

     

    Görseller aşağıdaki adreslerden alınmıştır;

    https://cineuropa.org/en/interview/334228/

    https://cineuropa.org/en/newsdetail/381632/

    https://cineuropa.org/en/newsdetail/310386/

    https://www.screendaily.com/features/joachim-trier-on-his-existential-romantic-comedy-the-worst-person-in-the-world/5161391.article

    https://www.ioncinema.com/interviews/joachim-trier-thelma

    https://www.filmlinc.org/series/joachim-trier-the-oslo-trilogy/#films

     


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.