İntihar ölümün girizgahı, can acıtıcı ve can alan bir kelime. ‘Ölmek bir sanattır her şey gibi.’ diyor şair. Fakat bir yardım el uzanabilse o anda, sanki filmin gerisinde tüm kurgu ve senaryo bir anda değişecek ve farklı gelecek, sanki umutsuzluğun ve ümitsizliğin yaşama yaydığı kesif sisi dağılacak; o kurtarıcı el doğru zamanda yetişse sanki hayat bir sefer daha ve bu sefer daha doğru bir biçimde rayına girecek.
Ölümün o soğuk kıskacına girip de gelenleri defalarca görmüşüzdür. Şaşkındı pek çoğu, nasıl olup da canına kıymaya kalkıştığını idrak etmekte zorlananlar cabası. Ruhun zifiri karanlığında sesler duyulmaz, gürültü patlamaz, ışıklar daha bir girift olur ve tünelin ucundaki son solgun ışık da ölüm olarak görünür. Türkiye’de intihar eylemlerinin dönem dönem meslek gruplarında yoğunlaştığına şahit olabiliyoruz. Sözgelimi, polis intiharları gazetelerde kendisine sürekli yer buluyor. Üzerimize çektiğimiz üniformaların bizi daha korunaklı bir konuma koymasını ve hayatın belalarından uzaklaştırmasını bekleriz çünkü üniforma uzun ve keskin dişlerini bedenimize geçirmek için pek iştahlanan hayata karşı bir zırh olmalı, bizi korumalı diye düşünmekten geri duramıyoruz. Oysa bu ülkede, giyilen resmi elbiseler pek geçirgen, hayat ise aksine pek meşakkatli, keskin dişli ve acımasızdır. Şehrin yeni yenilmişlerinin resmi kıyafetliler arasından çıkmasına şaşmamalı. Yan yollara sapmayı beceremeyen, bir payanda bulup da bozuk düzenden nemalanmayan, bir ömrü açlık sınırında yaşamaya mahkûm edilmiş üniformalılar; büyük ve karmaşık şehrin mağlup çocuklarıdır artık, evet ta kendileridir hatta. Onları yol kenarlarında, mahalle aralarında görebiliyoruz artık. Gencecik çocuklar, lise bahçesinden kaçıp da polislik oynamaya gelmişçesine genç yüzler görüyoruz ve cabası. Uzaktan müşahede edip iz sürdüğümüzde annelerinin biricik çocuklarını görüyoruz; sıcak tarhana çorbası kokan çocuklar, Anadolu tüten toy oğlanlar. Bir üniforma ve silahla şehrin hengamesine katılmanın mümkün olmadığını anlamaları gençlik dönemini kim bilir nasıl incitiyordur. Geçiş bileti için çok para ve iktidarın lazım geldiğini anlamak ve bunun da namuslu bir memur hayatıyla başarılamaz bir düş olduğunu görmek, geç anlaşılan bir hakikattir… gözden uzak mahallelerin mağlupları boş bulunduğunda şehrin hayalarına tekmeyi indirmesine de alışkındır çünkü metropoller bu konuda pek mahirdir. Öfkesini yutmak zorunda olan hatta kan kusup kızılcık şerbeti içtim demekle işinde devam ve terfi edebilen üniformalılar ise bütün bir hayata biriktirdikleri öfkeyi bazen işte böyle namussuz bir kurşunla boşaltıverirler. Ruhun da bir ağrısı vardır. Ruhun ağrısı kırları düşleyip de kentin egzoz kokularını içine çekmek sarayları düşleyip de iki göz bir gecekonduda idame-i hayat eylemek ve sonunda düş görmez olup kötürümleşmektir. Hayatın hayali yendiği çoğu sefer hayalin hayatı beslemeye takatinin yetmediği her yer, bir rüya görmenin eve ekmek ve tuz götürmek telaşı tarafından püskürtüldüğü her an… Ölmenin sanatı, bir ipek böceği gibi içinde ince ince yuvasını örer. İntihar, düşlerini ve düş kurma kabiliyetini kaybetmiş adamların hayata attıkları bir son sessiz ama keskin çentik, "Ben buradaydım!" çığlığının avazı çıkana kadar susuşu. "Ben buradaydım ve işte ölü gövdemle dünyaya mahcup bir iz bırakıyorum. Hayal kırıklığının deli dalgalarıyla dövülmüş ruhum, bir kefaret olarak cansız bedenimi sahile bırakıyor." İfadelerinin hayata atıldığı son kerte.
Hayal kırıklığı nasıl can acıtır! Kurduğumuz hayaller gerçekler tarafından çoğu kez tuzla buz edilir. Fakat bu hayal kurmaktan vazgeçmek demek olmamalıdır. Çoğu kez hayal kırıklıkları, kurulamamış ve gerçeklerden uzak kurulmuş hayallerin imkanına inanıştan dolayı ortaya çıkar. Kırılmış hayallerinizin sebebi ya ümit, beklenti ve ülkülerinizin yeterince gerçekçi olmamasından; dünyayı, insanları ve kendinizi olduğu gibi kabullenmekte zorluk çekmenizden ya da belki dünyanın zalimliğinden ve sizi olduğunuz gibi istememesinden kaynaklanır. Kimileyin, ruhun ancak bedenin acısıyla huzur bulacağını öngören keşişler gibi, bedenin ızdırabı ile yücelmeyi dileriz. Onlarca genç erkek ve kadın bedenlerinde bu ızdırabın tezahürü olarak sigara söndürür, kendilerini jiletle doğrar, bedenin acısını varlığın belirsizliğine karşı bir panzehir olarak kullanır. Çünkü varlığın belirsizliği insanda kaygı ve endişe yaratır. Şu veya bu meslekten olalım fark etmez, varlığımızı hissetmek, kendimizi görünür kılmak isteriz. Çünkü buna değer olduğumuz bilincindeyiz. Aynı fizyolojik özelliklerle bezenmişlerin imkanının bize muhal olması, takatsizliğin yanında yaşayabilme hırsı da verir. Hatta deli kurşunun şakakları delmesindeki sebepte bu hırsın artık kişinin kendini de yakma kertesine ulaşmasındandır.
Bunun yanı sıra kimi mağluplar da o tiksinilesi kadın programlarında acılarını ve ayıplarını göstererek ispat-ı vücut ederler. Bir reyting malzemesi olarak manevi mülksüzlerin ayıplarıdır bunlar. Mülksüzler, kaybedecek tek bir manevi şeyi olmayanlar kategorisine inkılap ettiklerinde şehri velveleye verip rahatlayabilirler, onlara uğramayan huzur rayihasını başkalarına da fazla görürler. Mesela Sirkeci Meydanı’nda kaotik bir gösteri de bir yağız delikanlı özenle ekilmiş laleleri hınçla koparabilir ya da ağaçlara asılarak kendi hayatından esirgenmiş olan özeni bu çiçek ve ağaçlardan çıkarabilir ziyandır ki kıskanabilir. Ama üniforma giyiyorsanız yaramazlık yapamazsınız. Üniforma giyiyorsanız birbirinin yerine geçen bedenler olarak görülürsünüz, hazır kıta bir zorunluluk ve icbari bir emre itaat. Görünmeyen şey, ruhunuz ve ona musallat olan o dinmek bilmez ağrıdır, isyan sesi yalnızca içe aksolur ve sesin gürültüsü yalnızca içrek bir ızdıraba neden olur. Havada titreşen bir kurşun vızıltısından önce, O ruhları görmemiz gerek. Bir el uzansın ve ümitsizliğin hayata yaydığı sis dağılsın, o kurtarıcı el doğru zamanda belirsin ve hayat bir sefer daha ama bu kez çok doğru doğru bir biçimde yaşansın ve tutsun insan olması sebebiyle düşmeye ve tutunduğu ilk eli Rab belleyecek kadar çaresizin elinden.
Yusuf YETİŞ - 30.07.2022
Good 💫