Kapitalizm : Bir Aşk Hikayesi (2009) Belgeseli

Kapitalizm : Bir Aşk Hikayesi (2009) Belgeseli
  • 3
    0
    0
    0
  • Kapitalizm : Bir Aşk Hikayesi (2009) belgeselinde yönetmen Michael Moore, kapitalizmin Amerika’da nasıl bir tezahürü olduğunu hicivli bir şekilde işlemektedir. Belgesel, başlangıcında Antik Roma’nın üstün hukuk yasalarının ve demokrasisinin nasıl yetkilerin imparatora bağlanmasıyla birlikte darbe aldığını ve bu sürecin Roma’yı çöküşe götürüşünü aktarılıyor.  Halkla yönetim arasında bir uçurumun oluşmasını sağlayan bu yönetim şeklinin bugünkü tezahürünü bizlere kapitalizmin sunduğu görülmektedir. Amerika’nın Rüyalar Ülkesi olarak adlandırılmasının başlangıcına gidelim. Birçok insanın zengin olduğu, yüksek vergiler ödedikleri halde refah içinde yaşadıkları dönemde yollar, hastaneler, barajlar, köprüler, okullar yapıldı ve hatta aya insan gönderildi.

    Orta sınıf bir aile tek maaşla geçinebiliyor üstelik emeklilik için birikim yapılabiliyor, babanın sigortasından çocukları da faydalanarak ücretsiz sağlık hizmetlerinden faydalanıyordu. Peki nasıl? Amerika’nın rekabet üzerine kurulu dünya düzeninde böylesi bir refahın içinde yaşaması gerçekten bir Rüyalar Ülkesi olduğu için miydi?

    Elbette hayır. Amerika’nın refah içinde oluşu rakibi olan ülkelerin rekabet halinde olamayacak kadar zor durumda olmaları ve sanayilerinin çökmüş olması yüzündendi. Dolayısıyla ortada bir rekabet yokken kazanmak da oldukça kolaydı.

    Devlet yönetimindeki kontrolün borsanın tekeline geçişinde B sınıfı filmlerin aranan yüzü ve 1950’lerin meşhur şirket sözcüsü olan Ronald Reagan’ın 1981’de Amerikan başkanlığını kazanması bir milat olur. Yönetmen Moore bu süreci artık Amerika bir devlet gibi değil bir şirket gibi yönetilmeye başlandı diye ifade eder. Reagan’ın başkanlık ettiği esas şey sanayi altyapısının topyekûn yıkılışıydı. Amaç kısa vadede kar etmek ve sendikaları yok etmekti.

    Bu sürecin sonucunda milyonlarca insan işsiz kaldı, işinde kalanlar ise iki kat daha fazla çalıştırıldı. Verimliliği yüzde kırk beş arttıran bu süreçte işçi maaşları ise yalnızca yüzde bir oranında artış gösterdi. İşçi sınıfının bu süreçteki sömürüsü, kapitalizmin bireyleri Marx’ın da deyimiyle “çarkın dişlisi”ne çevirmesine çarpıcı bir örnektir. İlerleyen süreçlerde toplumun yalnızca yüzde birini oluşturan zengin Amerikalıların verdiği vergilerin yarı yarıya düşürüldüğü sırada halkın genelinin büyük ekonomik problemlerle ve şahsi iflaslarla mücadele verdiği süreci belgeselde görmekteyiz. Zenginlerin servetlerini arttırdığı süreçte halkın sahip olduklarının gittikçe azaldığı, sağlık harcamalarının yükseldiği ve antidepresan kullanımının arttığı belgeselde gösterilen bir diğer detaydır.

    Özellikle büyük şirketler pastadan en büyük payı almaya ve kapitalizmin onlara sunduğu sömürü imkanlarından da sonuna kadar faydalanmaya devam ediyorlar. Belgeselde bu konuya dair en önemli ve çarpıcı örneklerden biri, büyük bir şirket olan Wal-Mart’ın kanser nedeniyle hayatını kaybeden çalışanı adına o hayattayken yaptığı sağlık sigortası sayesinde tazminat almasıdır. Wal-Mart bunu yapan tek şirket değil, pek çok büyük şirket de aynı şekilde hayatını kaybeden çalışanları üzerinden bu şekilde tazminat alıyor. Şirketlerin bu poliçeleri “ölü köylü sigortası” olarak adlandırması bugünün işçi sınıfının dünün proleterine denk olduğu ve insanın kapital toplumdaki değerini gösterir niteliktedir. Belgeselde görüşülen isimlerden biri olan Peder Peter Dougherty’nin dediği gibi “Bu sistem propaganda dediğimiz şeyin ürünü ve aracıdır. Sistemin kurbanı olan insanları sistemi desteklemeye ve onu iyi bir şey gibi görmeye ikna etme becerisi ağzımı açık bırakıyor.” Belgeselde de gösterildiği üzere kapitalizm açıkça anti-demokratiktir. Belgeselde bahsi geçen Citibank’ın gizli raporunda da ifade edildiği gibi Amerika’da yüzde birlik zengin kesim halkın yüzde doksan beşinin toplam mal varlığından daha fazla mal varlığına sahip ve bu sistem içerisindeki Amerika artık bir plütonomi ülkesidir. En zengin yüzde birlik kesim ve halkın geri kalanı arasındaki uçurumda görüyoruz ki artık yeni aristokrasi zenginlerdir.

    Kapitalist düzenin en önemli şirketlerinden olan Citigroup’un yayınlamış olduğu bu rapora göre kapitalist sistemin esas tehlikesi zenginliğin daha adil dağıtılmasını isteyecek halklardır. Peki halkın hala bu eşitsizliğe ayaklanmamasındaki temel motivasyonları nedir dersek yanıt esasında çok basit: bir gün çok çalışarak zengin olan azınlık kesime geçeceklerine olan kesin inançları. Amerikan Rüyası’na inanan halk esasında zengin kesimin işine geliyordu çünkü çok çalışarak kazanmak diye bir şey kapitalizmde mümkün değil, esas başarı sömürüyle gerçekleşir. Halk bir iş sahibi olmak için okuyor, okumak için devletten kredi alıyor ve mezun olup iş bulduktan sonraki yirmi yıl bu krediyi ödemekle uğraşıyorlar. Dolayısıyla iş seçme ya da yaratıcı kimliklerini gerçekleştirmek esasında mümkünatı olmayan bir lüks. Üretken olması gereken kesim borçlarını ödemek zorunda olduğu için onları sömüren sisteme hizmet etmek durumunda kaldıkça kendisini köreltiyor. Fakat artan vergi yükleri, azınlığın bitmek bilmeyen tüketiminin halkın sırtından karşılanması halkın elindeki en kıymetli şeylerini alıyor ve sonunda Marx’ın söylemiyle “zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi kalmayan” halk kendisini evlerinden eden, ağır vergilerle belini büken hükümetten hesap sormaya ve direnmeye karar veriyor. Wall Street’e karşı yapılan işçi ayaklanmasının aldığı sonuç Amerikan halkı ve hatta dünya genelindeki azınlığı besleyen halk kesimi için direnişin ve birlik olmanın önemini gösteriyor. Son olarak yönetmen Moore’un da ifadesiyle belgesel sonlanıyor: “Kapitalizm bir şeytandır ve şeytanı yola getiremezsiniz. Ortadan kaldırmanız ve yerine herkesin yararına olan bir düzen getirmeniz gerekir. Bu şeyin adı da demokrasidir.”


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.