ÖLÜ BULUCU

ÖLÜ BULUCU
  • 2
    0
    0
    0
  • 1. Bölüm ÖLÜ BULUCU

    Cehennemleri bir kement gibi belime kuşanmadan çok zaman önceydi. Dilimde ıssız bir tatsızlık, boğazımda susuzluk ve beynimde uğultu vardı. Boynumdan enseme doğru dalgalanan şalımı sarınmadan çıkmadığım evden bu sefer biraz daha sıkı giyinerek çıkmıştım. Başımda siyah bir kasket bana eşlik etmekteydi. Sabahın ayazının köşe başlarında sigara içtiği sokaktan geçerken belirli belirsiz yanmasını bitirmeye yüz tutan sokak lambalarının üzerime vuruşunu hayal ettim. Kendimi bir kez daha o ünlü gangster filmlerinde gibi hissettim. Dilimin ucunda ıslanan sigaramı paltomun cebinden çıkardığım kibrit ile usulca yaktım. Derin bir nefes çektikten sonra mavi ve siyahın henüz ellerini bırakmadığı gökyüzüne doğru kaldırdım kafamı. Alnıma bir iki damla düştü. “Tanrı tükürüyor” diye gülümsedim “Biliyor ki tükürüyor.”

    Fabrikaya taşınmakta olan insanların gözlerindeki uykusuzlukları gördüm ana caddeye çıktığımda. Bazıları umutsuzca elleri ceplerinde bir şeyler anlatıyor; bazıları bir yerlere yaslanmış şekilde uykusuzluklarının yükünü taşıyordu. O sırada gördüm onu. Üzerinde kırmızı bir elbise, turuncu saçları toplu, çillerinin hemen üzerinde bir çift mavi göz… O anda koca bir ordu, üzerime koşsa dahi hiç kimse beni yerimden kıpırdatamazdı. Kalabalıklaşmaya başlayan caddedeki insanların konuşmaları, ara ara geçen taksilerin korna sesleri, arabaların vızıltısı ve her şey yavaş yavaş rengini yitirip ayaz karanlığına doğru karışmaya başlarken bu mavi siyahlığın kavurucu dokusunda bir kırmızı elbisesiyle o kalmaya başladı.

    Güleç bir yüzü vardı. Hafiften çıkık elmacık kemiklerinin altına yayılan ince dudakları karşısındaki kişiyi ilgiyle dinlediğini belli eder haldeydi. Ara ara kafasını sallıyor, bu kadar umutsuzluğun arasında dinlediği şeyin hayallerine onu ne kadar yaklaştırdığını tahmin edemeyeceğim kadar canlı görünüyordu. Yolun ortasında kalakaldığımı fark ettikten sonra usulca altındaki tabelada “Faruk’s Tailor Shop” yazan bir eski Yahudi apartmanının önüne çektim kendimi. Etrafımdaki şeytanların dillerinin yaladığı vücudumdan akan gecenin arasında bir çift far gibi duruyordu gözlerim.

    Derken bir otobüs yanaştı bu sahneye. Sert şekilde açılan kapısına sallana sallana giren insanların arasında kollarını vücudunun ortasında tutar halde bindi bu otobüse. Hareket etmesinin hiçbir şiirselliği olmadan hızlıca bastı gitti. Dudaklarımı yaladım. Boşlukların garip bir etkisi vardır vücutta. Sakin kalamazsın ama aynı zamanda da deliremezsin. Bir geniş kundak gibidir boşluk. Ellerinle itemezsin. Arkasından gitmek gibi bir isteğim de olmadı bu yüzden. Kabullendim. Yeleğimin cebinden çıkardığım saate baktım. Zamansızlıkları düşledim. Sağ bacağımı solun önünden demir aldırarak yola devam ettim.

    El ele tutuşmuş bulutlar gördüm; şehirde dolaşan aylaklar, iş adamları, politikacılar, mafya üyeleri, dilenciler, çiçek satıcıları, evlerine dönen fahişeler ve şehrin diğer insanları… Gecenin kustuğu kim varsa bu saatlerde sokaktaydı. İçimden güldüm. Bir zamanlar kaybettiğim romantikliğin yitirilişinden sonra birer böcek gibi gelmekteydi hepsi. Üstüne üstlük kabullenmiş oldukları bu böcekliğin ardından ezildikleri gibi yepyeni böcekleri doğurmaktaydı bu şehir.

    Anahtarı kapıdan içeri soktuktan sonra üç tur çevirdim. Kendime çektikten sonra açılan kapı, ardındaki zili hafifçe oynattı. “Ben geldim sevgili ölüler.” Dedim. “En sevdiğiniz ölüm bulucu.” Resimlerle, mektuplarla, gazete küpürleriyle dolu masanın önüne geçmeden önce paltomu, şalımı ve şapkamı astım. Perdeleri açıp içeriye parmaklarıyla dolmaya başlayan güneşi gördükten sonra ucuz bir ıslık yerleştirdim dudaklarıma. Su ısıtıcısının fokurdamasına feda ettiğim sessizlikten sonra inceden dokunmaya başladım kağıtlara. Bir bakalım. Ölü, Ölü, Ölü, Hastanede, Ölü, Ölü… Diri olan hiç kimsenin olmadığını fark ettim kağıtların arasında. İlk ölüye ait dosyayı aldım. Kapakta bir yazı. “Suzan AÇELYA”

    35 Yaşında. Orta kesim saçları, dolgun yanakları var. Gözleri soluk bakıyor. Tek çocuğu varmış. Annesi ofise geldiğinde “Aklında biraz gidiklik vardı. Bazen kendi kendine sayıklar halde bulurdum. Ortadan kaybolduğu gün markete kadar çıkmış. Evden pek ayrılmazdı. Çocuğa bir şeyler hazırlamak için çıkmıştır.” Dedi. “Zaten o vakitten beridir de bulamadık oğlum. Kaç kapı gezdim bir bilsen. Gül gibi kızım yok oldu gitti.”

    Böyle anlarda rasyonel olmayı becermek gibi bir yeteneği gömlek cebimde taşıyorum. Herkesin kafayı yediği anlarda sakin kalıp herkesin sakin olduğu anlarda avuçlarımın terlemesiyle karşı karşıyayım. Bir keresinde arabayla yolda ters döndüğümüzde inip sakince tebessüm etmeye başlamıştım. Babam aklımı yitirdiğimi sanmıştı. Halbuki bir şey hissetmiyordum. Yani, bazen böyledir. Hissetmezsin. Ancak bazen de herkesin sakin olduğu anlarda mideme bir bıçak saplanır ve çıkaramam onu. Bu bıçak boşluğumda döner, durur…

    Bir kupa filtre koyduktan sonra dudaklarıma sigarayı yerleştirip sayfaları çevirmeye devam ettim. Görgü tanıklarının ifadeleri, en son görüldüğü yer olan 3. Cadde üzerindeki fırıncının sorgusu, polis kayıtları dahil birçok şey… 8 sene önce kaybolmuş olan birisinin nasıl bulunacağını odada bulunan bütün şeytanlara usulca soruyorum. Kimseden adamakıllı ses çıkmıyor. Mina ise “Belki en son görüldüğü yere gidersen bir şeyler bulabilirsin.” Diyor. Onu dinliyorum. Paltomu ofiste bırakıp caddeye geçiyorum.

    Taş bir köprünün ucunda uzanan dükkanlarla dolu bir cadde burası. Renk renk dükkanların önünden geçerken bana çarpmakla çarpmamak arasında dolaşan insanları eleyerek ilerliyorum. Fırıncının önüne geldikten sonra karşı kaldırımdaki banka geçip oturuyorum. Bir sigara yakıp izlemeye başlıyorum. Çoğu orta yaşlı ve memur kesiminden oluşan bir cadde burası. İzbe sokaklarını ararım böyle yerlerin. Mutlaka bu cafcaflı halin arasında kaybolup giden bir karanlık vardır. Varlık, zıttıyla vardır. Beyaz çoksa siyahı mutlaka bulunur.


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.