Yönetmeninden oyuncusuna kadar dakikalarca Cannes’da alkış alan, Altın Palmiye ödülüne layık görülen, bir Nuri Bilge yapıtı "Kuru Otlar Üstüne" filmini izleme şansı bulduk.
Uzun diyaloglar, kamera oyunlarından çok görsel anlamda estetiğe doyuran kareler, durağan sekanslar, karanlık efektler, taşra, yokluk, yoksunluk. Yılgınlık, aymazlık ve umut etmenin yorgunluğu ve çok daha fazlası bir NBC yaklaşımı...
Doğuda kaybolmuş kör bir noktada bulunan kasaba ve karlar arasına saklanmış bir ilkokul. Ha bu arada zannedilenden çok daha iyi koşullarda çünkü kaloriferi bile var ki öğretmenler çocuklardan odun kömür getirmesini isteyip soba yakmak zorunda kalmıyor. Ama tabii 4 yıldır burada görev yapan ve o bölgenin insanı olmayan atanmış bir öğretmen için yine de çekilir bir ortam değil, umut etmekten bile yorulan bir adamın izlerken kendinizden parçalar bulacağınız hayat hikayesi ustalıkla ele alınmış.
Sosyal hayattan bahsedilemez; okul, ders, öğrenciler, tayin beklentisi üzerine geçen diyaloglar ve lümpen olarak itham edilmiş bir adamın etliye sütlüye karışmayan fakat içindeki yetersizlikten de rahatsız olan, istemiyor gibi görünse de bunu arayan içi ürkek dışı kabuk tutmuş bir adamın "nereye uzaksa orada mutlu olacağı sanrısıyla" geçen 197 dakika. Emin olun sıkmıyor, bir metropol sergisinden taşraya, taşradan hayatın orta yerine geçişin yansıdığı beyaz perde adeta sizi Tarkovski sinemasına götürüyor.
Yörenin çocuklarıyla kurulan diyaloglar, doğuya ait motifler, yöre ağzının iç okşayan yansıması ve çok daha fazlası var filmde.
Hayatında bulunmayan, psişik nevrozları olan, umursamaz, yılgın Samet öğretmenin, hayatından izi silinmiş her değerin ve hayata devam edebilmek adına ihtiyacı olan hayat enerjisinin fidelerini Sevim isimli öğrencisinde bulacağını düşünmesi, yeniden hayata tutunma gayesiyle öğrenciye karşı takındığı tavrın onun taciz iddiasıyla suçlanması ve her şeyden bihaber bir çocuğa çok büyük anlamlar yüklemesi Samet öğretmenin, boğulduğu suyun sığlığını bize gösteriyor; filmi seyrederken "Ulan bu daha çocuk!" demeden de alamıyorsunuz kendinizi tabi.
Varoluşsal sancının iliklerinize kadar işlendiğini, filmi seyrederken fark edeceksiniz. Haliyle bu da menfi hislerin oluşmasını kaçınılmaz kılıyor.
Hele bir de salon havasız ve günün sonunda sinemaya bir avmde gitmişseniz üstelik Nuri Bilge'nin ağır ilerleyen metrajları da yılgınlığınızı ara ara hikaye durağanlaşınca harlıyorsa, NBC'ye kısmen sövme ihtimaliniz dahi var. Fakat bu hisler filmin bir şaheser olduğu gerçeğine gölge düşürmez.
Ayrıca filmin bir sonu yok, bir anda bitiyor. Önemli olan aksiyon değil diyaloglar, karakterler, o karakterlerin açılımı. Ve bu fazlaca başarıyla verilmiş. Her karakter ayrı ayrı işlenmiş. Dışardaki hayat, kar ve soğuk, yalnızlık, yoksulluk, çocukların heyecanı, öfkesi, neşesi, korkuları, gözyaşları, müdürlerin manevraları işin süsü.
Ha bu arada ifade etmek istediğim iki önemli kanaat var.
İlki 4 yıldır tanımadığı bu kasabada sıkışıp kalmaktan mutsuzluğun tecessümünü suratına aksettirmiş olan, resim yapmayı bile bırakmış, fotoğraf makinesiyle portreler çekip öğrencilerine bunların resimlerini yaptıran. Onları severmiş gibi görünmesine karşın, aşağılayan, sert davranan, eğitmekten çok vakit geçirmekte olan, sınıfın erken büyümüş cilveli kızı ergen Sevim’e duyduğu ilgiyi gizleyemeyen, taciz iddiasıyla şikayet edilen ama kurtulan resim öğretmeni Samet'in inanılmaz performansının göz doldurduğu gerçeği! Ve Merve Dizdar'dan çok daha fazla Cannes'ta ödülü hak etmesi.
İkincisi de yönetmenin en kritik sahnede, seyirci nefesini tutmuş beklerken kahramanını birden sete sokması ve filmin orta yerinde kameraları filmin arka bahçesine yani mutfağına çevirmesi, kameranın hala kahramanı takip etmesi.
Bundaki amacı neydi Nuri Bilge'nin diye sordum kendime ve dedim ki:
O sekansdan hemen önce yoğun bir diyalog vardı, estetik ve müthiş retori kabiliyetli iki karakter tartışıyordu, film doğal akışının biraz dışına çıkmıştı, yönetmen eleştirileri susturmak istercesine izledigimiz şeyin gerçek hayat değil bir film olduğunu hatırlatmak için bize seti gosterdi ve sakin olun bu bir film dedirtti. Tabi bu bir yorum.
Hasılı kelam film kareleri şahane, hikaye vasatın biraz üstüydü. Ayrıntıları zaman zaman algınızı dumura uğratsa da bu geriye kalan şahane nüansları görmenizi engellememeli.
Ha bir de öyle söylenenin aksine yalnız gitmek yerine ya sinefillerle ya da çok sevdiğiniz biriyle gidin NBC filmlerine. Tecrübeyle sabittir, bambaşka bir tat aldım ben. Film gelirinin tamamının deprem bölgesine aktarılacağını bilerek gidin filme ve mümkünse diyaloglara iyice odaklanın sizi bir kitap okumuşçasına doyurduğunu dahi fark edeceksiniz.
"Bana öyle geliyor ki, dünyada güzel olan her şey daha insana ulaşamadan, insanın kendi ördüğü ağlara takılıp kalıyor.” alıntısını da şuraya iliştiriyorum. Yukardaki cümlemin kurulma gerekçesi olsun.
İyi seyirler...
02.10.2023 | Pazartesi | Yusuf Yetiş
Yorum Bırakın