Yüzüne dolanmış çalılar ve insan artıkları, et çiğnerken kusardı.
Çocuk, babasından kalma bir anahtar, kargaşanın verdiği durgunluk ve annesine mezar olarak gelmişti dünyaya. Anlamlar, çocuğun aklında daha var olmamışken, daha bilinmemişken alnının akı buldu onu evinde.
Bilmiyordu fakat, ihtiraslı bir yoklamadayken insanların karşısında nasıl çömelebilirdi ? Nasıl oldu da Tanrının gözlerinde bir hitap olmuştu bu çocuk?
Diledi, insanlığın korkularından bir çarmıh gerilse, bu beden öperek uyandırılsa uykudan ve götürülse.
Çok fazla anı biriktirmedi gittiği yerlerde, sürünerek döndüğü evinden arta kalanları bir kenara istifler, kaçmaz, yakalanmak isterdi. Çünkü yakalanmak, bu durumun ona verdiği haz, yakalayanın marifetinden daha evvel gelirdi onun için. Bu öyle bir şey ki sanki Tanrıyla konuşur gibi, üzerine akıtılan bir beden gibi, yaşamak hissini bulduruyordu ona. Bir insanın veyahut rüyaların sana dokunabilmesi, seni bulduğu yeri öğrenebilmek için..yakalanmak gerekti. Çıplak yaralara, münzevi hatıralara, daha soyutlanmamış bir insana açıklık, en azından bir duruluk getirilmeliydi. Çünkü zaten acıyacak acınası olan, dokunulmadan geçilen günlerin hatrına da.
Konuştu, senin yapamamışlığını ve bataklıkta çırpınırcasına tutunduğun ideolojik tavra tapınamamışlığını gördüğümde, kin dolu suratına bakmak istemedim.
Anlamak, bir insanı işlemek, düşünürken öpüşmek onunla belki de kemiklerini sızlatır. Hissettiklerini anlayamaması, o yumuşak kıvamı bir soyuda tutturamaması yorgunluk veriyordu ona. Çünkü Tanrının alnında yuvarlanırken ağlamak neye denk düşerdi? Soruları sorabilmek, cevabı alabilmek için, bu sonsuz ruhun üzerinde nefes alabilmek lazım önce. Duyduğu tizlikten, cızırtılar ve ağrılardan sıyrılarak o uyuşmuşluk hissine, insanların belki bir anlığına da olsa kendini kaptırdığı özgür Tanrılar diyarına varmalıydı. Karanlık mıydı orası, yoksa apaydınlık mı? Yoğun bir yer miydi, yoksa ipince bir edası mı vardı?
Uçtu var olabilmek için, yere düşerek yükselen sancıların karnına.
İnanç, inanmak, içinden kopartılan, insanı dul bırakan yalvarıştan başka bir şey değildi onun için. Göğsünü buran bu şey onu yaktıkça, genişleyen bir halvet gibi parmak uçlarına kadar indi. Tutunamaz, tutamazdı. Aslında çoktan verilmiş bir kararın gerdeğinde buldu kendini, çözülemez düğümlerin ağrısında. Zamanla bütün kıvranışların yaslandığı yerler çürümeye başladı, bir heves gibi kaldı ardında. Şaşkındı, nefesini kesen bu his tamamen soyutlanmıştı yüzünden.
Neden bu ergin muamma bir intihar posası doldurmuştu tırnaklarına ? Bu kararsız, bu anlamsız ve öfkenin bucağında buluşan öpüşler bir doğuş getirmedi yatağına. Neden, göğsünden boynuna uzanan Tanrının ardından da...
Solgundu, yorgundu artık, huzursuz geçen bütün zaman göğsünü yakmıştı. Acının getirdiği uyuşuklukla, aklını gezginsiz bir dinginliğin içinden rüzgara bıraktı. Dönerken bu diyardan, her zaman bakir bulunan dünyanın, getirdiği bütün sezilerin, kokusunun ve kırılmamışlığının üstüne, soyunmakta olan bir ruh bıraktı.
Yorum Bırakın