Geçen yazımda benliğimin kendi değerimi başarılarıma, becerilerime göre ölçmek olduğundan bahsetmiştim. Şimdi ise son 1 haftadır yarısından fazlasını okuduğum Sırça Fanus adlı kitaptan da yola çıkarak yine kendimden parçalar taşıyacak bir yazı yazacağım. Kitaptaki karakter, Esther Greenwood çok imkanı olmayan bir ailede büyümüş fakat ona rağmen prestijli üniversitelerden burs almayı başarmış Edebiyat okuyan 21 yaşında bir genç kız. Bu kitabın başlarında karakterin New York'a bir dergi işi için gittiğini ve oranın metropol halinden etkilenip diğer eğitimli, 4-5 dil bilen, nitelikli insanlarla kendini karşılaştırdığını ve yavaş yavaş kimlik karmaşasına girdiğini görüyoruz. Evine geri döndüğündeyse ağır bir depresyon yaşamaya başlaması da cabası. Esther steno mu öğrensem, garson mu olsam, Almanca bilmem lazım yandan da bir dil öğrenmem lazım, şöyle yapmam lazım o dersi almam lazım derken kendini kaybediyor. Kısacası Esther aynı çoğu 21. yüzyıl insanı gibi, her şey olmak isterken hiçbir şey oluyor. Hepimiz tüm bu 7 saniyelik reelslerden dolayı da sabırsız insanlara dönüştük. Artık kimse internet sayesinde sıkılmıyor, hayatın yavaşlamasına izin vermiyor. Artık bir şeyi yapmak önemli değil, bitirmek önemli. Bir dönem bu bende öyle bir hal almıştı ki artık kitap okurken resmen anksiyete krizlerine giriyor, nefes alamamaktan kitaba odaklanamıyordum. Çünkü aslında kelimeleri okurken zamanla eşdeğer bir hızda gitmeye çalışıyor, kitabı bitireyim de o birkaç saniyelik başarı mutluluğunu yaşayayım diye okumaya çalışıyordum. Toplu taşımalarda artık kimse dışarıyı izleyeyim, şöyle bir etrafıma bulunduğum yerin, o vaktin tadını çıkarayım demiyor. Ya da diyelim ki bir iş yapmaya başladım, o işi yaparken kafamda o işten sonra ne yapacağım dönmeye başlıyor ve önümdeki o işe odaklanamıyorum. Yatakta telefonuma bakarken dişlerimi fırçalamayı, dişlerimi fırçalarken uyumayı düşünüyorum. Kitap okurken keman kursuna başlamayı, dersteyken dışarda gezmeyi düşünüyorum. Sonra bunların farkına varıp hayatı yaşamayı ne kadar zorlaştırdığını düşünüyorum. Artık sosyal medya sebebiyle hepimizde baş gösteren FOMO yani "Fear of Missing Out" Türkçe olaraksa "Bir şeyleri kaçırma korkusu" hepimizi ele geçirmiş durumda. Aslında temelde tüm bu irili ufaklı hayatta bulunduğumuz yerden tatmin olamama duygumuz bu sosyal medyanın renkli dünyasının yarattığı korkudan geliyor diye düşünüyorum. Tüm bunlarda Parlak Nesne Sendromuna dönüşüyor. Bu saniyeleri, yavaş yavaşsa yılları yaşamanıza düşman bir sendrom. Böylece yaptığımız işin kalitesi düşüyor ve sadece bitirmiş oluyoruz. Hatta bazen başlanılmıyor bile. Kafamızdaki tüm bu karmaşık ne yapsam düşünceleri eyleme geçmemizde büyük bir engele sebebiyet veriyor. Aslında bu kaçırma korkusu bize asıl kaçırmayı yaşatıyor ne gülünçtür ki. Çözüm olaraksa, farkındalık çok önemli. Sosyal medyayı azaltmak ya da karşınıza çıkan içerikleri filtrelemek de olabilir. Sosyal medyanızı daha az sizi tüketen ve hayatınızı daha az sorgulatan bir hale getirmek de olabilir. Ne de olsa günün sonunda karşılaştırmanın hiçbir anlamı yok çünkü herkesin hikayesi bambaşka ve özgün. İstediğim şeylerin olmamasının henüz zamanı gelmediğinden dolayı olduğunu ve her gün adım adım hayallerime ilerlediğimi biliyorum. Sonuçta ne demiş Albert Camus “Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter.” kısacası sisifos mutlu hayal edilmeli.
Yorum Bırakın