Benim için sinema, insan duygularını harekete geçiren, düşüncelerimizi derinlemesine sorgulamamıza sebep olan ve bazen de ruhumuzun en karanlık köşelerine ışık tutan güçlü bir sanat formu. Karanlık sinema salonlarından, evimin rahat köşesine kadar, filmler benim için bir kaçış, bir öğrenme deneyimi, hatta zaman zaman bir terapi seansı.
Ancak, bazı filmler vardır ki, onlar sadece insan hikayelerini anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda izleyicilerini hafızalarına kazınan rahatsız edici bir yolculuğa çıkarıyor. Bu yapıtlar, genellikle toplumsal tabuları, insan psikolojisinin en karanlık yönlerini veya tarihin unutulmaması gereken acımasız anlarını perdeye taşıyor. Kimi zaman, bu acımasız hikayeler beni öylesine derinden etkiliyor ki, onunla ikinci bir kez yüzleşmek düşüncesinden bile rahatsız oluyorum.
İşte bu yazıda çok beğendiğim ama bir kez daha izlemeye cüret edemediğim filmleri listeledim. Listeye korku filmlerini almadım. Daha çok izleyiciyi ahlaki, psikolojik ve estetik sınırların ötesine taşıyan deneyimler sunan; iz bırakan, düşündüren, bir kez izlemenin bile cesaret istediği, unutamadığım filmleri listeleyeceğim. Bu liste, sinemanın bizi nasıl zorladığına, dönüştürdüğüne ve hatta bazen nasıl sınadığına dair kişisel bir yolculuk olacak.
10. Winter Light (1962)
Ingmar Bergman'ın "İnanç Üçlemesi"nin belki de en ürpertici girişi olan Winter Light (Kış Işığı), bir papazın inanç krizi ve bunun getirdiği içsel çatışmaları merkezine alıyor. İspanya'da görev yaptığı sırada iç savaş sırasında tanık olduğu zulmü ve vahşetin gerçekliği ile Tanrı’yı sevme fikrini bağdaştırmaya çalışan papazın vardığı yer ifrat oluyor. Bergman'ın karakteristik derin psikolojik tahlilleri ve karanlık, soğuk İsveç manzaraları eşliğinde ilerleyen hikâye, izleyiciyi adeta bir ruh muhasebesine davet ediyor. Bergman filmlerinin birçoğunda olduğu gibi, derin bir melankoli filmin başından sonuna kadar izleyiciyi etkisi altına alıyor. Bergman, izleyiciyi sadece bir hikâyeyle değil, aynı zamanda seyircinin kendi iç dünyasında yüzleşmesi gereken sorularla baş başa bırakırken, inançsızlık, yalnızlık, umutsuzluk gibi duyguları adeta seyircinin üzerine boca ediyor. Filmin üzerinde düşünülmesi ve sindirilmesi gereken yoğun atmosferi onu tekrar izlemeyi benim için imkansız hale getiriyor.
9. Funny Games (1989)
The Seventh Continent, The Piano Teacher ve Caché'... Avusturyalı yönetmeni Michael Haneke'nin neredeyse her filmi bu listeye girebilir. Ancak Funny Games’in (Ölümcül Oyunlar) yeri ayrı. İzleyicilerin ruhunun derinlerine inme konusunda eşsiz bir yeteneğe sahip olan Haneke, “Funny Games”de şiddet konusundaki felsefi tezlerini cezalandırıcı bir estetikle destekliyor. Sıradan bir burjuva ailenin, iki genç adam tarafından psikolojik ve fiziksel işkencelere maruz bırakıldığı korkunç bir hikayeyi konu alan film, şiddeti yalnızca hikayenin bir aracı olarak kullanmak yerine, şiddetin izleyiciler üzerindeki etkisini ve medyada şiddetin normalleştirilmesine yönelik eleştiriyi merkezine alıyor. Haneke'nin direkt kamera ile doğrudan izleyiciye seslenmesi ve bir uzaktan kumanda aracılığıyla dördüncü duvarı yıkması, filmi daha da irkiltici ve unutulmaz kılarken, izleyiciler için tekrar tekrar maruz kalmanın zor olduğu bir deneyim yaşatıyor. "Funny Games", sinema dilini ve izleyici beklentilerini ustaca manipüle ederek, onu benim için bir kez izlenip sonra uzun bir süre boyunca hatırlanmak istenmeyen bir deneyim haline getiriyor.
8. Waltz With Bashir (2008)
“Beşir'le Vals”, Ari Folman'ın yönetmenliğini yaptığı bir animasyon filmi. Belgesel, savaş ve psikolojik dramayı bir arada barındıran sürükleyici ve unutulmaz bir otobiyografik film. 1982 Lübnan Savaşı sırasında yaşananları ve özellikle Sabra ve Şatila katliamının travmalarını konu alıyor. Kendi geçmişiyle yüzleşmeye çalışan bir adamın gözünden, savaşın insan ruhu üzerindeki yıkıcı etkilerini hem görsel hem de duygusal olarak yoğun bir şekilde yaşatıyor. Filmdeki gerçeküstü animasyon tarzı, savaşın karmaşık ve travmatik doğasını daha derinden hissetmeme neden oldu. Film baştan sona karanlık, son derece kişisel ve savaşın yol açabileceği fiziksel ve zihinsel hasarı tasvir etme konusunda acımasız, zorlu ve duygusal açıdan yorucu bir deneyim. Bana göre şimdiye kadar yapılmış en korkunç savaş filmlerinden biri ve bir kere daha seyredeceğimi sanmıyorum.
7. Leaving Las Vegas (1996)
Mike Figgis'in yazıp yönettiği "Leaving Las Vegas" (Las Vegas’tan Kaçış), Nicolas Cage'in alkol bağımlısı bir Hollywood senaristi olan Ben Sanderson'ı canlandırdığı ve Elisabeth Shue'nin hayat kadını Sera'yı oynadığı, derin ve etkileyici bir dram filmi. Film, Cage'in karakterinin alkolizminin en karanlık derinliklerine doğru yolculuğunu ve Shue'nin karakteriyle olan karmaşık ilişkisini merkezine alıyor. "Leaving Las Vegas", izleyicilere acımasız bir gerçekçilikle, insan ruhunun karanlık yanlarını ve bağımlılığın yıkıcı etkilerini sunuyor. Cage'in Oscar kazanan performansı, hem çaresizliğin hem de özgürleşmenin sınırlarını zorlaması beni oldukça rahatsız etti. Filmin grafik doğası, açıkça sergilenen yıkım ve karakterlerin içsel acıları, izleyicilere duygusal bir ağırlık yüklüyor. Karakterinin içsel çöküşünü ve Sera ile olan ilişkisinin trajedisini hafızalara öyle bir kazıyor ki, bu kişisel trajedinin ağırlığını tekrar tekrar deneyimlemek pek çok izleyici için olduğu gibi benim için de zor.
6. Come and See (1985)
Pek çok film, bir savaş öyküsünü anlatmak için bir çocuğun bakış açısını kullanır; bu, masumiyet kaybını anlatmanın ve şiddetin sonuçlarını tasvir etmenin kolaycı bir yoludur. Ancak seyrettiğim hiçbir film, bu bakış açısını, Elem Klimov'un 1943'te bir çocuğun Belarus köyünü Nazilere karşı savunma mücadelesinin anlatan '”Come and See” (Gel ve Gör) filmi kadar etkili bir şekilde yansıtmadı. Film, II. Dünya Savaşı sırasında Nazi işgali altındaki Belarus'ta yaşananları Aleksei Kravchenko adlı bir çocuğun gözünden anlatıyor. Film, tarihin en karanlık dönemlerinden birini, savaşın insan ruhu üzerindeki yıkıcı etkisini izleyiciye anlatırken, bir çocuğun hayatta kalma mücadelesi sırasında tanık olduğu çeşitli dehşet ve zulümleri acımasız bir gerçekçilik ile yansıtıyor. Savaşın fiziksel yıkım ve ölüm kadar psikolojik etkisi de vurgulayan filmde, kesintisiz bir kabusu andıran olay örgüsü devam ederken çocuğun giderek daha yaşlı göründüğünü dehşet içinde fark ediyorsunuz. Rahatsız edici, travmatik sahneler içeren ve izleyicide derin duygusal izler bırakan filmi tekrar seyretmek cesaret işi.
5.. An Elephant Sitting Still (2018)
Hu Bo'nun 2017'nin sonlarında trajik bir şekilde hayatına son vermesinin ardından vizyona giren tek filmi, hayatta kalma mücadelesi veren dört kişinin bir gününü ve hayatlarının nasıl kesişip iç içe geçtiğini gösteren dört saatlik bir ‘depresyon başyapıtı’. “An Elephant Sitting Still' (Öylece Oturan Bir Fil) insan ruhunun karanlık yönlerini ve modern hayatın getirdiği yabancılaşmayı derinlemesine ele alan bir film. Ağır tempolu anlatımı, izleyiciyi adeta karakterlerin umutsuzluğu ve çaresizliği içinde karanlık bir yolculuğa çıkarıyor. Doğal oyunculuk ve harika kamera hareketleri filmi bir başyapıta dönüştürse de, filmin yönetmeninin arkasındaki hikayeyi bilmek ve filmin yaşattığı yoğun duygusal bunalımı bir kez özümsemek, çoğu kişi için olduğu gibi benim için de tek seferlik bir deneyim.
4. Oldboy (2003)
Park Chan-wook'un yönettiği,"Oldboy" (İhtiyar Delikanlı), intikam ve trajedinin karanlık sarmallarını derinlemesine işleyen bir Güney Kore sinema şaheseri. İzleyiciyi hem hikayesi hem de görsel şiddetiyle derinden etkileyen film, bir adamın (Oh Dae-su) sebepsiz yere 15 yıl boyunca hapsedilmesi ve serbest bırakıldıktan sonraki intikam arayışını anlatıyor. Film ilerledikçe şiddet, işkence dolu sahneler ve yıkıcı bir sırrın açığa çıkmasıyla izleyiciye hissettirdiği psikolojik yükün dozunu artırıyor. Bu yıkıcı sır, izleyicilerin filmi bir kezden fazla izlemekte zorlanmasının ana nedenini oluşturuyor. Çünkü bu gerçek, karakterler arasındaki ilişkilerin doğasını sarsıcı bir şekilde değiştiriyor. Park Chan-wook'un usta işi yönetimi ile film, görsel ve duygusal olarak benzersiz bir deneyim. Ancak "Oldboy"un rahatsız edici twisti bu deneyimi tekrar yaşamamı engelliyor.
3. Irreversible (2002)
"Irreversible" (Dönüş Yok), Gaspar Noé'nin yönetmenliğini üstlendiği ve zamanın doğrusal olmayan bir akış içinde tersine işlediği rahatsız edici bir sinema deneyimi. Film daha ilk sahnesinde, Jo Prestia'nın Monica Bellucci'yi ıssız, kirli, kırmızıya boyalı son derece sembolik bir yeraltı tünelinde, bıçak zoruyla tecavüz ettiği dokuz dakikalık tek çekimlik sekans ile açılıyor. Bellucci'nin boğuk çığlıkları ve boş gözleri ile saatlerce sürecek gibi görünen korkunç, insanlık dışı, ham bir deneyim. Film bu noktadan itibaren, zamanın geriye doğru akışıyla, sonuçların nedenlerinden önce geldiği bir dünyada, trajedinin kaçınılmazlığını ve insan hayatının kırılganlığını vurguluyor. Noé'nin benzersiz anlatım tarzı ve filmin görsel-işitsel yoğunluğu, "Irreversible"i sinematografik bir başyapıt haline getiriyor. Bununla birlikte içerdiği şiddet dolu sahneleri ve pesimist kaderciliği bu başyapıtı tekrar izlemeyi benim için neredeyse imkansız bir hale getiriyor.
2. Requiem for a Dream (2000)
"Requiem for a Dream" (Bir Rüya için Ağıt), Darren Aronofsky'nin Hubert Selby'nin romanından acımasızca uyarladığı ve uyuşturucu bağımlılığının yıkıcı etkilerini gözler önüne seren çarpıcı bir film. Bağımlılığın New York'ta yaşayan dört kişinin hayatını nasıl ele geçirdiğini ve mahvettiğini gözü kara ayrıntılarla anlatıyor. Aranofsky madde bağımlılığının birçok biçimini (eroin, esrar, kafein, reçeteli haplar) öyle içten, nefes kesici bir güçle anlatıyor ki, yürek burkan derecede kırılgan karakterleriyle birlikte cehennemin derinliklerine doğru gözünü kırpmadan ilerliyor. Filmdeki karakterlerin umutları ve hayalleri, uyuşturucu bağımlılığının acımasız gerçekliği karşısında paramparça olurken, izleyiciye tekrar deneyimlemek istemeyeceği bir duygusal yük ile başbaşa bırakıyor. Bu özellikleri, filmin sanatsal başarısının bir göstergesi olmakla birlikte, onu bir kezden fazla izlemeyi zor bir deneyim haline getiriyor.
1. Salo O Le 120 Giornate Di Sodoma (1975)
İzlemesi oldukça zor olduğu bilinen meşakkatli filmler söz konusu olduğunda, belki de hiçbiri Pier Paolo Pasolini'nin son filmi Salò, Or The 120 Days Of Sodom'dan (Salo ya da Sodom’un 120 Günü) daha kötü bir şöhrete sahip değildir. Değil ikinci defa, bir kere bile sonuna kadar izlemenin oldukça zorlayıcı olduğu bir filmle karşı karşıyayız. Marquis de Sade'ın 1785 tarihli aynı adlı eserinden uyarlanan film, İtalya'da faşist döneminin son günlerinde geçiyor ve mutlak iktidarın elinde insanlık dışı zulüm ve cinsel sapkınlığın sınırlarını zorlayan bir grup aristokratın hikayesini anlatıyor. Pasolini siyasetten dine ve ötesine kadar insan toplumunun çeşitli yönlerine eleştirdiği filminde; işkence, cinsel saldırı ve aşağılanma sahnelerini, öncesinde ve sonrasında pek az yönetmenin cesaret edebileceği şekilde tasvir ediyor. Öyle ki filmin sık sık “şimdiye kadar yapılmış en hastalıklı film” olarak anılması şaşırtıcı değil. İzleyicileri ahlaki ve fiziksel sınırlarını zorlayacak şekilde tasarlanan "Salo", sinematografik bir başyapıt olarak kabul edilse de, aşırı grafik şiddet içeriği nedeniyle bir kezden fazla izlemenin oldukça zor olduğu filmler arasında bana göre bir numarada.
Yorum Bırakın