Sujenin varlığı, objeyi algılamada aktif bir rol oynar. Obje, yalnızca kendi başına var olmakla kalmaz, aynı zamanda anlamını tinden, yani ruhsal ya da düşünsel süreçlerden alır. Yapıtın ya da nesnenin kendi başına bir değişime uğramaması, onun objeksiyon yani nesneleştirme süreciyle ilgilidir. Bu süreç, tinden bağımsız olarak işler. Ancak, objektivasyon yani nesnelleştirmenin görünürlüğü, sujenin ruhsal etkilerinden de etkilenir ve bu durum kişisel varlık meselesine dönüşür. Sonuçta, bir yapıtın varlığı, reel ve tinsel boyutların birleşiminde değerlendirilmelidir.
Nicolai Hartmann'ın ön ve arka yapıları bu konunun anlaşılmasında önemli bir rol oynar. Hartmann, reel ve tinsel boyutları ayrıntılı bir şekilde ele almıştır. Yapıtın incelenmesi, bu boyutlar çerçevesinde yapılmalıdır.
Örneğin, Heidegger'in "Varlık ve Zaman" eserinde söylediği "Varlık, kendini açığa vurduğu ölçüde vardır." ifadesi, objenin varlığı ile onun anlamı arasındaki ilişkiyi açıklar. Heidegger, varlığın kendisini gösterebilmesi için bir sujenin onu algılaması gerektiğini savunur. Bu, bir nesnenin sadece fiziksel olarak orada olmasının yeterli olmadığını, aynı zamanda onun anlamını ortaya çıkarmak için bir insanın onu deneyimlemesi gerektiğini ifade eder.
Merleau-Ponty de benzer şekilde, algının varlığın ilk biçimi olduğunu belirtir. Yani, bir nesnenin anlamı, onu algılayan kişinin dünyayı nasıl gördüğüyle şekillenir. Bu da sujenin, objenin ontolojik statüsünü belirlemede nasıl önemli bir rol oynadığını gösterir.
Sanatta, bu felsefi yaklaşımlar somut örneklerle de desteklenebilir. Örneğin, Robert Smithson'ın "Spiral Jetty" adlı eseri, bir nesnenin sanat eseri olarak kabul edilmesinde sujenin rolünü açıkça gösterir. Smithson'ın bu büyük ölçekli çevresel yerleştirmesi, doğrudan izleyicinin mekana ve doğal çevreye olan katılımını gerektirir, bu da objenin reel varlığını tinsel bir bağlama taşıyarak onun anlamını değiştirmiştir.
Benzer şekilde, çağdaş sanatçı Olafur Eliasson'un çalışmaları, izleyicinin aktif katılımını gerektirir ve böylece sujenin varlığı, objenin anlamını doğrudan etkiler. Eliasson'un "The Weather Project" adlı eseri, izleyicilerin mekana girip deneyimlemesiyle, objenin tinsel boyutunu açığa çıkarır. Bu, sujenin ve objenin ontolojik olarak nasıl iç içe geçtiğinin çarpıcı bir örneğidir.
Sonuç olarak, sujenin varlığı ve objenin anlamı arasındaki ilişki, felsefi ve sanatsal bağlamlarda derin bir öneme sahiptir. Nicolai Hartmann, Heidegger, Merleau-Ponty gibi düşünürlerin perspektifleri, bu ilişkinin anlaşılmasında kilit rol oynar. Sanat eserleri de bu felsefi tartışmaları somutlaştırarak, suje ve obje arasındaki dinamikleri gözler önüne serer. Bu bağlamda, ontolojik incelemeler, yalnızca varlığın kendisini değil, aynı zamanda varlığın nasıl ve neden anlam kazandığını da aydınlatır.
Abdulmusa YÖNYOL
Yorum Bırakın