TEŞKİLAT
Yine her zamanki gibi bir önceki günü tekrarlıyordu. Yaptığı şey genellikle ona pek bir tat vermezdi, çünkü kendisini tekrarlamaktan hiç hoşlanmazdı. Dalmış gibi görünüyor olsa bile, aslında bedeni yaptığı işi ezbere biliyor, işe odaklanmak yerine, zaten vücudun doğal bir refleksi haline gelmiş olan elini bırakıverse kendi kendine yapması gereken işi yapar hale gelmişti. Bu da yerinde duramayan Diyar’a, monotonluktan kaçıp soluklandığı konforlu alanı olan düşler kurmasına fırsat yaratmış oluyordu. Daldığı derin düşler her zaman farklıydı.
Her zaman faydalı çıkarımlara kapı aralamıyor olsa da, ondan vazgeçemiyordu. Diyar’ın keyif aldığı yaratıcı fikirlerin ilk filizlendiği yeriydi, dalıp gittiği düşler diyarı.
Aslında, daldığı düşlerden hangi oranda yaratıcı fikirler filizlendiğini istatistiki veriye de dönüştürebilirdi, ama o buna karşı henüz profesyonel bir yaklaşım geliştirmemişti. İleride mutlaka kendi kendine, ben hayal gücümden ne oranda faydalanıyorum? sorusunu soracaktı. Cevap ise sorulacak muhtemel sorunun hemen arkasında gizlenmiş, öylece sorunun sahibini bekliyordu. Aslında bu hep böyle olagelmişti.
Soruların akabinde bir şekilde cevapların ortaya çıkması uzun sürmezdi. Aslında maharet, soruyu soracak yetkinliğe ulaşmaktı. Soru sorma, sorgulama kapasitesi belli bir eşiğin üstüne çıkanın aradığı şey, cevaplardan çok sormak, sorgulamak olurdu.
Çünkü gayet iyi bilinirdi ki: Cevaplara ulaşmak, sorulan soruyu üretmekten çok daha kolaydı. En zoru ise hiç sorgulamamış olana dair sorular üretmekti.
Fakat burada merak edilenin de ayakları yere basan bir gerçekliğe oturması şartı vardı. Yoksa sürrealist yaklaşımlar pek muteber olmaya biliyordu. Diyar’ın duygu dünyası şimdilik rastlantısal bir takım sebep sonuç ilişkilerinden yola çıkarak düşlere dalıyor ve yine rastlantısal olarak birtakım sonuçlara ulaşabiliyordu.
Bazen yarım kalan düşlerini orada öylece bırakıp dönüyordu. Zihin dünyası dağınık bir oda gibiydi. Dışarıdan bakılınca aranılan hiçbir şeyin bulunmayacağı kanaati uyandıran, toparlanmaya kesin kez ihtiyacı olan bir dağınıklık türü.
Diyar o kadar çok alışkındı ki buna, elini attığı her şeyi anında bulabildiği bir dağınıklık türüydü onun için. Şimdilik onu rahatsız etmiyordu; yakın veya uzak bir gelecekte sistemsiz düşler dünyasının farkına varması, onu hemen bir düzene sokması demekti. Ama şimdilik Bir düzene ihtiyacın yok mu? sorusunun izdüşümünde yan gelip yatmış Diyar’ın onu kulağından tutup kaldırmasını bekliyordu.
Telefonun ilk çalan zili Diyar’ı dalmış olduğu düşler dünyasından çıkartmaya yetmemişti. Eli cebinde çalan telefonun ancak ikinci zilinin sonunda gidebildi. Arayanın kim olduğuna baktığında üçüncü zil çalıyordu. Ve nezaket kuralları gereği telefon açılmazsa bu çalan son zil demekti. Tabii bu da Diyar’a göreydi.
Hiçbir zaman hiç kimsenin telefonunu üç kereden fazla çaldırmamıştı. Rasyonel olmasa bile bu yaklaşımı herkesten bekliyordu. Bu nezaket konusunda o kadar hassastı ki, onu arayan birinin kişilik analizini çalan telefonun süresinden bile çözebilecek bir yetkinliğe ulaşmıştı.
Eğer cevap verilmeyen telefon ısrar ile üçten fazla çalmaya devam ederse ve arayan kişi ölüm kalım ile ilgili bir şey söylemeyecek ise Diyar o kişiyi yontulmamış kalaslar sınıfına dahil ederdi.
Müsait olunmaması durumunda daha sonra aramayanları da yontulmamış kalas sınıfına sokardı. Eğer bir zorunluluğu yok ise onlarla görüşmeyi kesmekten imtina etmezdi.
Gelen çağrıya cevap verdiğinde telefonun üçüncü zili sonuna kadar çalmıştı. Nezaket kuralları gereği, rehberinde kayıtlı olmayan kimseye gıyabında olsa bile kabalık yapmak istemezdi.
Müsait olduğu halde gelen çağrıya cevap vermemeyi büyük bir kabalık olarak görüyordu.
Diyar Alo der demez demin ki düşünceli ruh halinden eser kalmamıştı. Düşünceli çehresi bir anda değişti. Yüzü gülmeye başladı. Pozitif ses tonu sanki kişisel gelişim seminerinden fırlayıp gelmişti.
Arayan Anadolu'nun nüfusu yoğun olduğu halde yeterince sanayileşmemiş bir ilinden olan Belengaz'dı.
Diyar 40 yaşını geçmişti. Aslında kendisinden küçüklerle pek muhatap olduğu söylenemezdi. Ben kendimden küçüklerle muhatap olmayacağım gibi bir stratejisi olmamasına karşın, genelde kendi yaşının altındakilerle bir şeyler paylaştığı pek görülmezdi. Bu kendi kendine oluşmuş bir şeydi. Diyar'ın ilgi alanları öteden beri kendi akranlarının biraz önündeydi. 20'li yaşlarda ideolojilere ve dünyanın politik meselelerine kafa yorunca, doğal olarak kendi akranlarından ayrışmıştı. Bir de bu ilgi alanları süreklilik kazanınca, 40'lı yaşlarda iken arkadaş çevresi 50 ve üstü yaş aralığındaydı.
Bazen, Benden bu kadar büyük insanlarla olan arkadaşlığım normal mi? diye sormuyor da değildi. Ama bu sorgu, eriştiği seviyenin altında kendi akranı veya daha küçük yaştaki birisiyle biraz vakit geçirene kadar sürebiliyordu. Onların sığlığı onu bir anda onlardan buz gibi soğutarak kendilerinden uzaklaştırmak ile sonuçlanıyordu.
Diyar’ın asıl handikapı ise ilgi duyduğu kadınların yaş aralığıydı. Hep genç ve fit bir partner hayali kurmuş olmasına rağmen, kendisinden küçük olanların ilgi alanı onu hiç cezbetmiyordu. Bu da onlara mesafeli kalması ile sonuçlanıyordu. Eğilimleri, ideal partner olarak düşlediği kadın ile arasına aşılması zor, yüksekçe duvarlar örmüştü.
Realite ise, Diyar’ın kendisinden büyük olan kadınlardan hoşlanmasıydı. Ve Diyar’ın bundan hoşnut olduğu söylenemezdi. Zira idealize ettiği kadınlar ya evliydi veya bir evlilik geçirmişlerdi.
Evli bir kadın ile duygusal yakınlık yaşamak, Diyar için düşünce boyutunda bile gerçekleşme ihtimali olmayan bir ahlaksızlıktı. Bu konuda çok hassastı; daha önce evlilik geçirmiş bir kadın ile duygusal yakınlaşma ise ona çokta cazip gelmiyordu.
Çünkü flört etmekten hiç hoşlanmazdı. Kafasındaki ideal kadın-erkek ilişki modeli, kısa süre sonra evlilik ile sonuçlanan şeklindeydi.
Diyar, daha önce evlilik deneyimi yaşamış birini -kadın veya erkek olsun- hep kusurlu bulmuştu. Şöyle ki, eğer boşanmayla sonuçlanan evliliğin sorumlu tarafı ise, zaten onu değerlendirmeye gerek bile yoktu. Bu, uzak durulması gereken kusurlu biri olmak için yeterli bir sebepti. Ve Diyar'ın bakış açısına göre asla bir araya gelmeyeceği bir tipoloji demekti.
İkinci ihtimal ise boşanmayla sonuçlanan evliliğin mağdur tarafı olunmasıydı. Bu tipolojiden de pek haz etmiyordu. Zira problemli birisiyle evlilik gibi ciddi bir kararda yanılan birisi, çiğliğini ilk evliliğinde olduğu gibi Diyar ile de sürdürebilirdi. Duygulara çok önem atfeden ve fazla duygusal olan Diyar’ı hırpalayarak biten bir ilişki olması yüksek ihtimaldi.
Diyar, sadece ama sadece bir kadınla ilelebet yaşama hayalleri kurmuştu hep. Kurduğu hayallerden fersah fersah uzak olduğunun farkında olmasına rağmen, yine aynı düşleri kurmaktan, tek bir kadını idealize etmekten vazgeçmiyordu.
Hayallere olan uzaklığı kim bilebilirdi? Belki yarın, belki yarından da yakın bir zamanda, karşısına özlemini çektiği, sonsuza dek birlikte olmak istediği kadın, hiç beklenmedik bir biçimde çıkabilirdi.
Diyar’ın kurduğu hayalin gerçekleşme ihtimali kendisine direkt sorulacak olsa, biraz afallardı. Çünkü bu konuyu daha önce hiç kimseyle konuşmamıştı. Bunu mahremi olarak kabul ediyordu ve mahremin üstünde konuşulmadığı gibi, üstünde pek düşünülmeyen, kişinin çoğu kere kendisinden bile gizlediği özeli olduğunun henüz farkında değildi.
Her kişisel mahrem gibi, tartışmaya hiç açılmamış, konuşulmamış bir tabu muamelesi gören her şeyde olduğu gibi, bu mesele hakkında toy olduğu halde, konuya kesin biçimde hakim olduğunu sanıyordu. Bu sanrı, birisi Diyar’a bu mahremiyle ilgili ilk soruları sorana kadar devam edecekti.
Lütfedip cevap verdiği kişi, Diyar 20 yaşındayken doğmuş olan Belengaz'dı. Daha önce de şimdi olduğu gibi onu muhatap alıp telefonda uzun sayılabilecek kadar konuşmuştu. Daha doğrusu, çiğ yeteneği olduğunu bildiği bu delikanlının potansiyelini fark etmesi için analizler yapmıştı.
Kendince analizleri çok değerliydi. Diyar onları herkesle paylaşmazdı. Ama Belengaz anlatılanlardan ne kadarını anlamıştı? İşte bu bilinmez gezinin arkasında saklanmıştı. İleride sadece zamanı gelince, anlatılanlardan neler anladığı ortaya çıkacaktı.
Diyar Belengaz ile, daha önce Anadolu'ya yapmış olduğu seyahatlerin birinde tanışmıştı. Daha doğrusu görmüş, bir iki kere de kısaca konuşmuştu. Kendisinden küçüklerle pek muhattap olmayan Diyar’ın, Belengaz ile ciddiyetten feragat etmeden uzunca konuşup kendisine denk kabul etmesi vefadan ileri geliyordu.
Diyar varoluşsal sancıları tuttuğunda, eğer imkânı elverirse seyahate çıkmayı yeğlerdi. Zamanı ve finansal durumu seyahate çıkmaya el vermezse, işten döner dönmez eve gelip kapanırdı. Evden dışarıya bir zorunluluk yoksa hiç çıkmazdı.
Öyle ki hafta sonu iki gün boyunca evde hiç konuşmadan öylece derin düşüncelere dalarak geçirdiği çok olmuştu. Kolay değildi, kafasının içindeki düşünceleri taşıması ağırlığı altında eziliyordu. Bu da içine kapanması ve konuşmaya isteksiz olması ile sonuçlanıyordu.
Bir yönüyle uçları yaşıyordu. Bir zaman sonra yaşadığı gerilimin sarkacı durması gereken yerin daha ilerisine taşıyordu onu. Bu sefer de diğer uca savruluyordu. Konuşmaya uygun ortam veya birini bulamazsa bu sefer biriken gerilim onu hareket etmeye sevk ederdi. Yerinde duramaz, amaçsızca oradan oraya volta atardı adeta. Diyar’ın ortalama bir insanın standardını tutturması, yaşadığı varoluşsal sancılar nedeniyle uzak bir hedef bile değildi.
Diyar yaşadığı varoluşsal sancıları tuttuğunda Anadolu'ya yaptığı seyahatlerin birinde, dünyadan elini eteğini çekmiş, kıt kanaat halinden memnun yaşayan Cido diye bilinen bilgiyle kesişmişti yolları.
Cido, Diyar’ın yaşadığı varoluşsal sancıları hiçbir açıklama yapmamış olmasına rağmen anlamış ve onu teskin etmişti.
Diyar’ın yaptığı seyahatler genelde aradığı sonucu ona vermemişti. Şimdiye kadar bütün Trakya'yı neredeyse köy köy gezmiş olmasına rağmen hep eli boş dönmüştü İstanbul'a. Umduğunu her seferinde başka bir seyahate bırakarak.
Varoluşsal sancılarım tuttu yine,
Yükselmek isteyen ruhumun prangalı ayakları,
Izdırabın büyüklüğü yaktı yüreğimi,
Teselli eder beni bir tek başı dumanlı yüksek dağlar.
Trakya'da aşina olmadığı yer kalmayınca rotayı Anadolu'ya çevirmişti. Yaptığı seyahatlerin birinde hiç ummadığı bir yer ve zamanda karşısına bu garip görünümlü pejmürde Cido çıkmıştı.
Üstelik çıkmakla kalmamış yarasına bile dokunmuştu. Dışarıdan bakıldığında alelade biriydi işte.
Ama bir anda, Diyar’ın ona dikkat kesilmesine sebep olmuştu. Şimdiye kadar Diyar çok defa ifade etmiş olmasına rağmen yaşadığı varoluşsal sancıları anlayan olmamıştı. Fakat bu garip görünümlü ihtiyar, Diyar ile ilk defa karşılaşmış olmasına rağmen sanki Diyar’ın bile çoğu kere duyup görmekte zorlandığı içindeki rahatsız edici fısıltıları duyup görmüştü. Bu da Diyar’ın kendisini bir gökdelenden sırt üstü aşağıya bırakır gibi Cido’ya bırakmasıyla sonuçlanmıştı.
Cido’ya neredeyse hiç soru sormamıştı. Konuşmak istemesine rağmen, alelade birisiyle saatlerce konuşabileceği şeyler bulabilir iken Cido ile konuşacak bir şey bulamamıştı. Susmuştu sadece, Cido’dan kendisiyle ilgili farkında olmadığı bir şeyler duymak umuduyla. Günü ikinci yarısını beraber geçirmiş, gecede ona misafir olmuştu.
Hiçbir alışverişin yapılmadığı bir mekandı içinde bulundukları yer.
Akşam olmasıyla birlikte, gün içinde Cido’ya hürmette kusur etmeyen gelip gidenler dağılmış, içeride sadece Cido ile Diyar kalmıştı.
Gece ile suskunluk senkronize uzadıkça uzamıştı. Cido, bir kaç kez dökme tütünle sigara sarıp Diyar’a uzatarak beraber içmişlerdi.
Diyar, sigara tiryakisi olmamasına karşın, sunulan sigarayı kabul ederek, usta bir içici gibi ciğerine çekmişti dumanı. Yaşadığı varoluşsal sancıları dumanla dışarıya atmak istercesine.
Ağzından verdiği sigara dumanı, gözlerinin önünde bir sis perdesine dönüşüyordu. Diyar’ın çok ağır dertler taşıdığı o kadar belliydi ki, bilge biri, Diyar’ın sadece sigara içişine bakarak, içinde kıvrandığı, bir yolunu bulup içinden çıkamadığı dertlerinin olduğunu anlayabilirdi.
Diyar, zaman geçtikçe ruhsal rahatlama yaşamaya devam ediyordu. Nasıl olduğunu bilmiyor olsa da, bu ihtiyar ona çok iyi gelmişti.
İçeride sessizlik demleniyordu, ocağın üstündeki çay ile birlikte. Neredeyse sıradan cümleler dışında hiçbir şey konuşmadan, iki sefer çay demleyip, yedi sekiz bardaklık çaydanlıktaki çayı bitirmişlerdi. Çayın yanında, bölgenin geleneksel çöreklerinden atıştırmayı ihmal etmeden.
İşte o gecenin ilerleyen saatlerinde, Belengaz ansızın çıka gelmişti. Mekanda sessizlik içinde oturan iki kişiyken, üç kişi oluvermişlerdi. Sessizlik ise uzayarak sürmeye devam ediyordu. Kısa bir süre sonra, Cido, içinde bulundukları mekanın üst katı olan evine gitmek üzere ayaklandı. Diyar’a gece yatacağı divanı ve üstünü örtmesi için battaniyeleri gösterip gitti. Onunla birlikte Belengaz'da terk etti mekanı. Daha bugünün ilk yarısına kadar hiç tanımadığı birinin mekanında geceleyecekti. Diyar Anadolu'nun misafirperverliğine hiç yabancı olmamasına karşın, öylece mekanı ona terk ederek gitmelerini biraz garipsedi. Şimdi içeriden ne isterse yapabilirdi. Hatta burayı soymaya kalksa bile onu bundan alıkoyacak hiçbir şey yoktu. Elbette öyle bir şeye kalkışmazdı ama Cido’nun bundan nasıl emin olduğunu da merak etmemiş değildi.
Ertesi gün Cido olmamasına karşın mekana giren çıkan eksik olmamıştı. Değişik değişik eğilimleri ve eğitim düzeyinde olan insanlar ara ara girip gitmişlerdi. Kimseyi tanımıyor olmasından ileri gelen bir sıkılma baş göstermişti Diyar’da.
Gelenler çay içip içeride keyifli sohbetler ediyordu fakat Diyar onlara dahil olmak için istekli değildi.
Uzunca bir süre gelip giden insanların vücut dillerinden ve yüz mimiklerinden yola çıkarak nasıl bir yaşam sürdüklerini anlamaya çalıştı. Tahminlerinin isabet oranını asla bilemeyeceğinin farkındaydı. Ama yapacak başka bir şey olmayınca kendisini böyle meşgul ederek zaman geçiriyordu. En fazla gelenler Diyar’a hal hatır soruyordu. Diyar da hep aynı kısa cevapları vermişti.
Sonra birden aklına bir fikir geldi. Az önce gelmiş olan Belengaz'a dönerek, Ben müzeyi gezmeye gideceğim, bu gece tavsiye edebileceğin bir otel var mı? diye sordu. Kısa bir suskunluk oldu. Belengaz, bu gece burada kalmak istememesinin nedenini merak etmişti. Ama Diyar’a bunu sormaktan da imtina etmişti.
Sorduğu soruya hemen karşılık alamayan Diyar, Müzeden sonra şehri biraz gezeceğim, geç dönerim. O yüzden gelip burada kimseyi rahatsız etmek istemiyorum. Bu sebeple otel sordum.
Abi bu konuda pek bir şey bildiğimi söyleyemem ama senin için sorayım, deyip telefonunu eline aldı.
Diyar müzede gezerken, milattan önceki dönemlere ait kadın takıları çok ilgisini çekti. İnsanlık tarihi kadar eski olmalıydı sanat. Çok estetik altın takılar sergileniyordu müzede.
Altına bu derece estetik biçim verenlerin sanata hakim olmaları muhakkaktı. Binlerce yıl önce tasarlanan takıların estetiği bir sanat galerisinde çalışan Diyar’ı çok etkilemişti.
Başka birisi için alelade sayılabilecek olan şeyler, konunun uzmanı olanların her zaman daha fazla ilgisini çekmiş ve etkilemişti. Öteden beri bu hep böyle olagelmişti.
Diyar o kadar çok incelemişti ki müzede sergilenen tarihi eserleri, müzenin kapanma zamanının geldiğini ancak bir görevli gelip Kapatıyoruz! deyince fark etti.
Bütün öğleden sonrasını müzenin içinde geçirmişti. Onu kendi haline bıraksalar orda sıkılmadan kalmaya devam ederdi.
Ama müzenin kapanma saati de gelmişti ve içerideki eserlere pek ilgili görünmeyen personel birazdan çıkıp gidecekti.
Her tarafı kameralarla donatılmış müzede hiçbir şey yapmadan bir günü daha akşam etmiş olmalıydı.
Müze o kadar sakindi ki içeriden çıt çıkmamıştı. Bir bölümden ötekine geçerken kendi adımlarının yankılarını duyabilmişti Diyar.
Diyar, tarihi eserleri incelerken, müze çalışanlarının onu kameralardan izleyerek, Ne gıcık herif içeriye girdi, çıkmak bilmedi! diye kendi aralarında çekiştirdiğinden o kadar emindi ki.
En son kapıdan çıkarken, onunla birlikte arkasından yürüyerek dış kapıya kadar eşlik eden personele doğru geriye döndüğünde, personelin küçümseyici bakışlarıyla karşılaştı.
Diyar, müzede bir daha görünmek istemediğini anlar anlamaz, içini bir öfke dalgası kapladı. Bir an için, o küçümseyici bakışların sahibi olana haddini bildirmek için, içinde karşı konulması güç bir isteğe kapılsa da kendini tutarak bundan vazgeçti. Zaten teskin olmak için geldiği şehirde, hadsiz birine uyarak tadını hepten kaçırmak istemiyordu. Kendisine dış kapının eşiğinde küçümseyerek bakmaya devam eden personeli, sağlamış olduğunu düşündüğü üstünlük ile baş başa bırakarak sırtını dönüp gitti.
Şehirde biraz gezindikten sonra işten çıkıp eve gitme telaşında olan insanları izledi, bir banka ilişerek.
Acaba bu kaçıncı eve dönüşüdür her birinin ve daha kaç kez dönebilecek lerdi? diye düşündü. Farkedilmeyen kendini tekrarlamanın yeni bir akşamıydı. Telaşlı telaşlı toplu taşıma araçlarına yetişmeye çalışan insanlar sanki bir şeylerden de kaçıyorlardı. Yarın sabah yine bugünün tekrarı olacaktı ve akşamı da yine aynı.
Zaman akmasa insan sebat edemez usanırdı hayattan. Akıp gidince de insanın ömründen eksilterek gidiyordu.
Diyar’ın bir yere yetişme telaşı yoktu. Ama zaman onun ömründen bir günü daha alıp gitmişti. Yavaş yavaş kararmaya başlamış olan gün ile birlikte acıktığını fark etti. Şehri gezerken gözüne ilişen kebapçıya doğru yürüdü.
İçeride müşteri yoktu. Acaba yemek yiyebilir miyim? diye endişe de etmedi değil. Ne de olsa burası bir Anadolu şehriydi ve İstanbul’a hiç benzemezdi. Sosyo ekonomik gelişimi insanların dışarıda akşam yemeği yiyebilecekleri kadar gelişmemişti. Issızlaşmaya başlamıştı sokaklar. Kimi kapanmış kimi de kapatmak için toparlanan esnaftan bunu anlamak hiç de zor değildi.
Gelen komiye sipariş verdiğine sevinir olmuştu. Kendisinden başka kimsenin olmadığı restoranda, yemeğini olabildiğince hızlı biçimde yiyerek bir an önce gitme eğilimindeydi. Yavaş yavaş mekanı toparlayan genç personelin ızdırabı olmak istemiyordu. Yemeği bitirir bitirmez hesabı istedi.
Esnaflık gereği, Çay içer misiniz?
Sorusuna yemekten sonra çay içmeyi asla ihmal etmiyor olmasına rağmen teşekkür ederek geri çevirdi.
Issızlaşan sokaklarda tek başına yürüdü. Sahi şimdi nereye gidiyordu? Bir de konaklayacağı oteli bulması gerekiyordu. Belengaz onu aramamıştı. Eli telefona gitti. Belengaz'ı arayıp aramamakta tereddüt yaşamış olsa bile aramaya karar verdi.
Belengaz, biraz mahcup bir ses tonuyla telefonu açar açmaz şehir merkezindeki bir pansiyonun ismini vererek onu aramayı unuttuğunu söyledi.
Diyar, harita uygulamasından pansiyonun konumuna baktı. 10 dakikalık yürüme mesafesindeydi. Aydınlatma direklerinin altından geçerken bir kısalan bir uzayan gölgesini seyrede seyrede pansiyona kadar yürüdü. Pansiyona dışarıdan bakınca bir konaktan çevrilme olduğu hemen anlaşılıyordu.
Beyaz kireç taşlarından yapılmış pansiyona renkli ışıklandırmalar, bir masaldan fırlamış havası katmıştı. Belengaz otel yerine pansiyonun adresini verince, Diyar biraz garipsemişti. Ama içeriye bile girmeden konaklayacağı pansiyondan memnun kalacağından emindi.
İki katlı şirin binanın kapısında içeri girdiğinde, lobide de dışarıdaki gibi duvarlara vuran rengarenk ışıklandırmalarla karşılaştı. Sanki şehre dışarıdan gelecek sanat erbabının konaklaması için tasarlanmıştı pansiyon.
Diyar’ın beklentisi karşılık bulmakla kalmamış, şaşkınlık bile yaşıyordu. Bu kadarını hiç beklemiyordu. Daha lobide olmasına rağmen müthiş bir gece geçireceğinden emindi.
Resepsiyonda Diyar’ı karşılayan güler yüzlü yöre şivesiyle konuşan genç, Diyar ismini duyunca, yerinin ayrılmış olduğu karşılığını verdi.
Kim ayırtmıştı ki yerini? Belengaz ona rezervasyon ile ilgili hiçbir şey söylememişti oysa. Alt tarafı tavsiye edilecek bir yer sormuştu.
Benim adıma rezervasyonu kim yaptı? diye sordu. Alacağı cevabın sabırsızlığını yaşayarak.
Cido dedi resepsiyonist.
Bu nasıl bir ilgiydi! Daha dün tanışmıştı bu zat ile ve hemen akşamında ise gece yatıya kalarak misafir olmuştu ona. Üstelik mekanı ona bırakarak gitmişti.
Belengaz Cido’yu arayarak bilgi vermiş olmalıydı, oda pansiyondan yerini ayırtmıştı. Üstelik pansiyonun bahçeye bakan en güzel odası ona ayrılmıştı.
Saygın bir zatın misafiri olarak odaya çıkıp pencereden aşağıya baktığında bir utanma geldi Diyar’a, bu hürmeti görmesini gerektirecek bir şey de yapmamıştı oysa.
Şimdi gördüğü muamele bu zatın karşılıksız cömertliğinden başka bir şey değildi. Gördüğü ilgiye layık olamayacağı korkusu altında ezildiğini hissetti. Derin bir nefes alarak kendini yatağın üstüne bıraktı.
Bacakları yorgunluktan S.O.S veriyordu. Ayakları yarım numara büyümüş olmalıydı. Uzun süre ayakta kalınca biraz şişmişlerdi. Ayaklarını fena sıkmış olan ayakkabıyı ayağından sıyırınca biraz rahatladı.
Duşta üstündeki bütün yorgunluğu bırakarak, yatağa yöneldi. Uzanıp gözlerini yumduktan kısa bir süre sonra, büyük bir iç huzurla uykuya daldı.
Ertesi gün uyandığında vakit öğlen olmak üzereydi. Bir an önce Cido’yu görmek için yanına gitmek istiyordu. Fakat onu mekanda bulabilecek miydi? Tam bir gün olmuştu ondan ayrılalı.
Diyar'ın varoluşsal sancıları, Cido ile vakit geçirdiği andan itibaren, azalmaya başlamıştı. Çok uzun zamandır uykuya dün geceki gibi rahat dalmamıştı. Kendini her zamankinden daha hafif hissediyordu. Aslında şimdiye kadar hiç bu denli hafiflememişti. Sanki birden bire 20 kilo vermiş gibiydi. Adım atması kolaylaşmış ayakları ise yere özgüvenle daha sağlam basar olmuştu.
Halbuki bu seyahatinden de hiç umutlu değildi. Daha önceki seyahatlerimin bir benzeri olur diye düşünüyor olmasına rağmen, yaşadığı varoluşsal sancılar onu pek umudu olmamasına rağmen bu seyahate çıkarmıştı.
Mekana vardığında birkaç genç ile birlikte oturuyor buldu, Cido’yu. Başı önüne düştü Diyar’ın. Konakladığı pansiyon ondan ücret almamıştı. Menfaatlerin ön planda olduğu bir dünyada hiçbir menfaati dokunmadığı bu ihtiyara bir gece misafir olmuştu. Rahatsızlık vermemek için gittiği pansiyonda da oda ücretini o daha pansiyona gitmeden Cido tarafından ödenmişti.
Diyar ise bunu ancak pansiyonda hesabı ödemek istediğinde öğrenebilmişti. Üstelik ona konaklamaya devam edip etmeyeceği bile sorulmuştu. Ne yani, kalmaya devam ederse Cido konaklama ücretini ödemeye devam mı edecekti? Şaşılacak şeydi doğrusu.
Cido, Diyar’ı gülümseyerek karşılayıp ismiyle hitap ederek yanına oturması için yer gösterip buyur etti. Elindeki dökme tütünden sarmış olduğu sigarayı uzatarak yeni bir tane sarmaya başladı. Bu ihtiyara çok mahcup olmuştu. Verdiği sadece bir selamdı ama iki gündür türlü lütuflarla karşılık görüyordu.
Mekanda bulunan birkaç kişi dünün aksine kendi aralarında konuşma eğiliminde değillerdi. Herkes anlaşmışcasına suskunluğa bürünmüştü.
Çok açıktı ki buranın alfası, gerekmedikçe konuşmuyor olmasına rağmen Cido idi.
Öyle anlaşılıyordu ki, buradaki herkes bir şekilde ve defalarca Cido’nun değişiklik lütuflarına mazhar olmuştu. İçerideki insanlar saygın bir atalarının huzurundaymış gibi oturuşları bile edep ve mahcubiyet yüklüydü. Gereksiz yere hiç kimse hiçbir şey konuşmuyordu.
Gerekli bir şeyler bulmak ise Diyar’a güç olduğu gibi, diğerleri için de geçerli olmalıydı. İçerideki tek desibel, hiç eksik olmayan çayın ardarda içilmesi nedeniyle şekeri karıştırırken bardakta çıkardığı tıngırtılardı.
Ara ara Cido’ya kısa ve derinlikten bir hayli uzak sorular sorularak, içerideki sessizlik deliniyordu. Cido’dan alınan kısa cevaplar ile birlikte ortam tekrar sessizliğe gömülüyordu.
İçerisi duvarlar boyunca sedirler ile çevriliydi. Sedirlerin önünde ise ortalamanın biraz üstünde büyüklüğe sahip ama masa kadar da büyük olmayan sehpalar vardı.
İçerdekiler yere serili olan halıların desenlerini inceliyordu. Kim bilir kaçıncı 1000 kez. Kimi ise ahşap sehpanın üstündeki desenleri.
Diyar Cido ile sıkılana kadar oturmaya istekli olsa da, ilginç biçimde hiç sıkılmıyordu. Hani bıraksalar burada sigara tiryakisi olana kadar sarma sigara ile çay içerek hiç konuşmadan kalmaya devam edebilirdi. Ama hayatın bir de gerçekleri vardı. İstanbul'a hayatını kazanmak için geri dönmeliydi.
Kendinden emin bir ses tonuyla Cido’ya hitap ederek,
Müsaade ederseniz artık benim İstanbul'a dönme vaktim geldi.
diyerek ayaklandı.
Müsaade senin.
diye karşılık verirken Cido oturduğu yerden ayağa kalktı. O ayağa kalkar kalkmaz içerideki herkes anlaşmışcasına hep birlikte ayağa kalktı.
Bu kısa seremoni Diyar’a çok ilginç gelmişti. Anlaşılan burada yazılı olmayan kurallar vardı. Hiçbir müdahaleye gerek kalmadan herkes tam yerinde ve zamanında onlara uyma konusunda çok istekliydi. Yoksa bu gösterişten uzak iddiasız yerde böyle bir sinerjinin yakalanması pek olası değildi.
İSTANBUL
İç huzurun verdiği keyifle başlamıştı yeni güne Diyar. Yaptığı iyiliğin karşılığını peşin almış gibiydi. Belengaz evinde sadece iki gündür kalıyordu. Şimdiden etki buysa, Belengaz'ın alacağı eğitimden sonra işgücüne katılıp ileride bir yerlere gelmesini görmek tarifi zor duygulara yol açacağını anlamak, Diyar’ın şimdiki ruh haline bakıp anlaşılabilirdi. Şimdi uzattığı elin, şu an yetenekleri ortaya çıkmamış ham, işgücüne katılım sağlamaktan bir hayli uzak olan bu delikanlının olgunlaşarak çok iyi işlere imza attığını görür gibiydi. Yakalanacak başarının hangi dalga boyunda olacağını kestiremiyordu. Çünkü Diyar, yazılım ve siber güvenlik gibi konulara çok uzaktı. Bu konularda anlatılanı boş bakışlarla dinlediği olmuştu. Bir ara kendisini zorlayarak detayları incelemeye kalksa da, siber güvenlik ve yazılım konularına dönmemek üzere onlara sırtını dönmüştü.
Bazı çok büyük başarıların küçücük gibi gözüken yardımlara bağlı olduğunu gayet iyi bilecek kadar entelektüel birisiydi Diyar. Bazı şeylerin çarpan etkisi olurdu. Diyar’ın uzattığı el, Belengaz için çarpan etkisinden başka bir şey değildi.
Diyar, Hayallerin İzdüşümü Resim sergisinde sergilenip alıcı bulamayan bir tabloyu, Edirne'de yaşayan eserin sahibi olan sanatçıya götürecekti.
Bütün işi sadece tabloyu teslim etmekti. Sanatçıya mail atmış, saat 11:30-12:00 gibi buluşmak üzere anlaşmışlardı.
Çok enteresan bir sanatçıydı bu ressam. Sanat camiası İstanbul'da yaşarken o tutup Edirne'ye taşınmıştı. Onun yaşam alanını her gün biraz daha daraltan araçların hüküm sürdüğü tiranlık olan Nişantaşı'ndan Edirne'ye kaçıp gitmeyi uygun bulmuştu.
Aldığı kararda yaşının da etkisi vardı. Gençliğinde çok sevdiği Nişantaşı'na katlanmak ona zor gelmeye başlamıştı. Çok sevdiği o bohem hayatın artık eski cazibesi yoktu. Gençlik dinamizmini yitirince, Nişantaşı ona kuru gürültü ve bir otomobil bile park edecek yerin bulunmadığı bir labirente dönüşmüştü.
RESSAM
Yaşı 60'ın üstü bir yerlerde, yüz hatları yaşını ele vermeye elverişli değil. Ekşi asık bir surat, tiyatro afişinden fırlamış gibi. Mutsuz bir hayatı yaşamak ve mutsuz etmek için yazılmış bir rolü gönüllü üstlenmiş gibi. Ve bunun hakkını da verdiği yadsınamaz.
Bu rolü ne zaman üstlendiği ise tam bir muamma. Bir psikiyatristin çözebileceği türden bir problem. Dışarıdan bir gözlem ile anlaşılmaktan çok uzakta, derinlerde bir yerlerde. Belki de daha çocukluğuna dayanan sorunlar bütününün yüklediği negatifin sorgulanmadan bu yaşa kadar taşınmış olmasına dayanıyor.
Belki sevgiye aç. Hiç onaylanmamış olmaktan ileri gelen bir şey. Babası tarafından onaylanmamış, annesi tarafından sevilmemiş olmanın hıncını, ekşi ve somurtkan yüzü ile gülümseyen herkesten çıkartmanın endişesi içinde.
Gülmeyi başaramıyorsa bunu herkesin hakkı olmaktan çıkarmaya çalışan sevgi zalimliğini üstlenmiş gibi.
Bunu altmışlı yıllarına kadar taşımış olmasına rağmen, bunun öyle devam ederek hayatının hiçbir gerçeğine toslamadan devam etmesi pek olası gözükmüyor.
Acı eşiği yüksek olduğu için onu ayıktıracak kime toslarsa ona büyük bir acı çektirmesi en kolay tahmin edilen şey.
Saçları dağınık, bonus kafaya yakın bir dış görünüşlü, bir metre yetmiş santimetre boylarında birisi.
Kendini bir şey sanan, kaba bir tonlama ile iletişim kuran ses tonu. Ayrıcalıklı olmanın avantajını sonuna kadar kullanmış, ilkesiz. Negatifi büyük bir yekün tutan bir kişilik.
Çalışma adabı hassas sayılır, ama sorunlu bir hastalık. Kendi çalışma arkadaşını yormaktan imtina etmeyen, içgüdüye sahip. Çünkü düşünme fiilinden uzakta, ilkel güdüler ile hareket eden faşizan bir iç dünyaya sahip.
Kullandığı dil çoğu kere suçlayıcı, iğneleyici. Halbuki kendi davranış kalıplarının çok azı ile karşılık görmesi, büyük sorunların patlak vermesine yetecek cinsten. Ama suyun aktığı yönün üst tarafında ve yaptığı küstahlığın yanına kar kalacağından emin. Zaten bu eminlik söz konusu olmasa, bu kadar küstah olmayı göze alabilecek cesurluktan oldukça uzak bir kişilik. Tek taraflı davranma biçimi her hareketine yansıyan birisi. Çalışırken o telefonla konuşabilir ve başkasını bekletebilir, fakat başkasının böyle bir hakkı yoktur.
Boşboğazlık yaparak kadınların bulunduğu bir ortamda bile argo ve küfürlü rahatlıkla konuşabilir iken, başkası onun yanında örtülü argo sayılabilecek bir cümle kullanması durumunda, kaba bir dil ile ulu orta onu yermekten çekinmeyen, eşitlikten uzak bir ilkel.
Kim bilir belki de zor bir anne, belki de zor bir babaya sahip olmaktan ileri gelen yüklenmiş olduğu negatifi, bütün çocukluk ve gençliği boyunca süregelmiş ta bu yaşlara kadar taşımaktan rahatsız olmamış.
Taşıdığı negatifi bir başkasına da ustaca yükleme kabiliyeti kazanmış, bunu yapmaktan keyif alacak kadar vahim bir durumun içinde dünya evine girerek, ekonomik olarak kendisine bağlı olmasından kaynaklanan bir takım dezavantajlara sahip bir kadının hayatını çekilmez bir hale sokarak mahvetmiş birisi.
Hayatına giren kadını kendisinin zehirlendiği gibi zehirleyerek, kendisiyle birlikte yaşamaya takat getiremeyecek hale sokarak mahvederek terk etmiş.
Yürümeyen evliliğin sorunlu tarafı ise kadındır, o mağdurdur ve kendisine toz kondurmamıştır. Zaten yaşadığı hiçbir olumsuzluk da ondan kaynaklanmamıştır. Her zaman bir biçimde en haklı olmayı başarmıştır ki bunun için hiçbir çaba sarf etmemiştir.
Bu da şöyle bir sonuca çıkmaktadır: Seçilmiş olmak. Düşünerek seçilmiş olduğunu sonucuna varmasa bile bilinçaltı onu buraya kadar getirmiştir. Sahip olduğu imtiyazlar yüklenmiş olduğu huyların hiçbirinden vazgeçmeyerek devam edilmesine olanak sağlamış. Böylelikle iş hayatında, kendisinin farkına varmasını sağlayacak geri dönüşlerden de mahrum kalmıştır.
İçinde bulunduğu siyasi organizasyondan beslenmesi, kişiliğinde büyük pay sahibi. İnsanlardan değişmesini sağlayacak geri dönüşler almasına da engel olmuş. Devlet kuşu kimin başına konmuştur bilinmez, ama devlet kargası bu şahsın başına yuva kurmuştur. Zaten kafası ile saçları bunun için oldukça elverişlidir.
İSTANBUL
Diyar, Belengaz'ın kapısına hafifçe vurdu. Hiç tepki almayınca bir kez daha vurdu.
Uykudan yeni uyanmış olan Belengaz, şişmiş gözleriyle odanın kapısını açarak "Hemen hazırlanıyorum abi" deyip, bir dakika içinde giyinmiş, mutfakta kahvaltı yapmaya başlamış olan Diyar’a katılmıştı.
Belengaz'a bir önceki gün İstanbul'u gezdirmiş olan Diyar, şimdi de onu Edirne'ye götürecekti.
Otomobilin sağ kapısının önünde Diyar’ı bekledi Belengaz. Nedendir bilinmez, otomobile Diyar’dan önce binmek istememişti.
Biner binmez emniyet kemerini bağladı. Sonra yapacak bir şey bulamayınca, öylece durup susmanın baskısından kurtulmak için eli telefona gitti.
Navigasyona Edirne yazarak kaç kilometre olduğuna baktı. En geç iki buçuk saat sonra Edirne'de olurlardı. Daha önce hiç gitmediği şehre ait görsellere göz gezdirdi. Neye bakması gerektiğini bilmiyor olsa da.
İki buçuk saat sonra şehrin biraz dışında, bir film platosunu andıran sanayi tesisinin önünde durup hiçbir şey demeden otomobilden indi. Bagajdan sarılı olan tabloyu alıp, sanayi tesisinin girişinde kendisini bekleyen asık suratlı bir adama verdi. Belengaz'ın ne konuştuklarını duyamıyor olması, işi daha da ilginç hale sokmuştu. Hiç bu kadar asık bir surat görmemişti. Dikkat kesilip, Diyar’ın bu ressam denilen adamla neler konuştuğunu tahmin etmeye çalışması sonuç vermedi. Çok büyük bir merakım girdabında kıvranıyor olmasına karşın, nasıl bir tepki ile karşılaşacağını bilmediği için otomobilde kalıp izleyici olmakla yetindi.
Adam Diyar’ın verdiği tabloyu hiç üşenmeden, deforme olmasına karşın sarılı olduğu pufu açarak kontrol etmeye başladı. Uzun uzun tablonun yüzeyinin her tarafına bakarak kontrol etti. Anlaşılan bu ikili arasındaki güven sıfırdı.
Şuan izlemekle yetindiği, konuşulan hiçbir şeyi duymadığı taraflardan hiçbiri olmak istemezdi. Ressama eseri teslim eden Diyar, yüzünde nötr bir ifadeyle otomobile gelip bindi.
İşte işimiz bitti. Şimdi şehri gezme zamanı.
Diyar daha önce gezmiş olsa da, Belengaz için etnografya müzesine oradan da tarihi yapılarını gezdirdi. Bir süre sonra yüzü solmuştu Belengaz'ın, acıkmış olmasına rağmen bunu söyleyememişti.
Tava ciğeriyle ünlü bir restoranın yolunu tuttu Diyar, daha önce şehre her gittiğinde uğradığı mekana.
Belengaz'ın fikrini bile sormaya gerek duymadan restorantın otoparkında durup, "Şimdi sıra ciğer yemekte" diyerek kapıdan içeri girdi.
Bir buçuk porsiyon ciğeri afiyetle yedikten sonra çay içerken,
Ee şimdi neler yapacaksın? Nerede şu siber güvenlik eğitimi alacağın yer?
Belengaz, "Kadıköy abi, ama araştırıyorum. Buraya daha yakın bir yer bulursam onları tercih edeceğim." dedi.
Anladım. Peki fiyat belli mi? Kadıköy'deki yer ne kadar ücret istedi eğitime karşılık olarak?
Dört asgari ücret istediler.
Çok para. Kısacık bir eğitim için bu meblağı istiyor olmaları beni şaşırttı doğrusu.
Geleceğin işlerinden birisi olacak, o yüzden rağbet var abi. Zaten param da yok.
Nasıl yani?
Evde bizimkilere söyledim parayı çok bulup vermediler. Ben de o zaman kendim çalışır kazanırım dedim. Part-time iş bulacağım veya gece çalışıp gündüz eğitime gideceğim. Biraz yorucu olacak ama başka çarem yok.
Diyar’ın kafasında sokak lambası büyüklüğünde bir ampul yandı. O kadar ki bedeni aydınlanma karşısında şeffaflaşmış bile olabilirdi. Telefonda Belengaz ile konuştukları geldi aklına. Daha birkaç gün önce konuşmuşlardı ve Diyar aradan çok uzun zaman geçse bile önemsiz şeyler hariç hiçbir şeyi unutmazdı. Yüzyılın eğitim modeli uzaktan eğitim olmaya başlamışken, Belengaz'ın online eğitim için "uzaktan olmuyor, İstanbul'a gelmem lazım" demesi kendisine atılmış bir yem miydi?
Ve Diyar yemi yutup oltaya takılmıştı. Amiyane tabirle kandırılmıştı. Kendisini bir aptal gibi hissetti. İçinde zapt edilmesi güç bir öfke kabardı ama öfkesi Belengaz'a değil, kendisineydi. "Nasıl olur da çoluk çocuğu muhatap alırım?" diye kendine öfkelendi.
Şiddetin insanın kendisine yönelmesini iliklerine kadar yaşıyordu. Edirne'de keyifli bir gün geçirdiği kendisinin yarısı yaşındaki bir delikanlı tarafından iyi niyeti suistimal edilmişti.
Diyar’ın içine düştüğü girdabın farkında değildi Belengaz. Onu ileride söyleyeceği şeyler için işleyip hazırladığını düşünüyordu. Oysa bir anda Diyar’ın gözünde kararmıştı ve bunun daha ilk hafta bile dolmadan olmuş olması hayatı Diyar için bir hayli zorlaşması demekti. Hem söz verip bir taahhütte bulunmuştu, hem de aynı kişi tarafından iyi niyeti suistimal edilip kandırılmıştı.
Şimdi verdiği sözün gereğini yapsa, daha alacağı eğitim için ödemesi gereken meblağı çalışıp kazanacak olan kendisini kandırma cüretinde bulunan Belengaz'a katlanmak demekti. Şimdiye kadar sonucu ne olursa olsun, Diyar verdiği sözleri devamlı tutmuştu.
Öte yandan iyi niyetini suistimal eden Belengaz'ın yüzüne her şeyi vurup aptal yerine konmaktan hiç hoşlanmadığını söyleyip onu geri gönderirse, verdiği sözü tutmamış olacaktı.
Her iki seçenekte birbirinden kötüydü.
Diyar’ın zihninde dönen cevabını arayan sorulardan habersiz çay içmeye devam ediyordu Belengaz, az önce ayıbının yüzüne vurulup evden gönderilmenin eşiğinden döndüğünün farkında değildi.
Diyar sağdan biçti, soldan biçti ama bir türlü yediği yemeği sindiren midesinin aksine kendisine yapılanı sindiremedi. Azgın bir boğa gibi oturmuştu içine onu sindirmek pek olası değildi. Hele ki satır aralarını bile çok iyi okuma becerisine sahip iken, Belengaz'ın niyetini anlamamış gibi yaparak kendini aptal yerine koyacak olması izzeti nefsine dokunuyordu.
Sonra her şeye rağmen tepkisiz kalmaya karar verdi. Cido ile karşılaştığı zamanki perişanlığı geldi aklına. Tam bir faciaydı ruh hali. O sıralar varoluşsal sancıları tutmuş onu İstanbul'dan Anadolu'nun ücra bir köşesine kadar atmıştı. Diyar çok iyi biliyordu ki Cido’ya hiçbir zaman karşılık veremeyecekti. Belengaz'a katlanmayı Cido’ya bir biçimde karşılık vermek olarak kabul ederek susmayı seçti.
Sabıkalı iş adamı, cezaevinden çıkınca sudan çıkmış balığa dönmüştü. Edirne, eskiye göre iki kat büyümüş olmasına rağmen ona dar geliyordu.
Özgürlüğün ilk haftasında şehrin her şeyini tüketmişti. Şehrin bir haftada tükenmiş olması, sabıkalı iş adamının yalnızlığından ileri geliyordu. Bir çözüm üretmek zorunda olduğu gerçeği, gün gibi ortadaydı.
Bir hafta daha hiçbir şeye katlanmak istemiyordu. Atıl durumdaki tesise gidip tek başına, koskoca üç katlı malikanede kalmak, cezaevinde kalmaktan beterdi. Cezaevinde, hiç olmazsa konuştuğu zaman onu dinleyen mahkumlar vardı. Malikanede bundan bile mahrumdu.
Eski bağlantılarını düşündü. Onlarla kontak kurarak, atıl durumdaki tesisi ayağa kaldırarak, faal hale getirmeyi hayal etti. Ama buna kendisini bile inandıramadı. Paha biçilemeyen entegre tesisi, koskocaman bir hurda yığınına dönüşmüştü.
Tesisin içindeki makineler, anca hurdaya verilince değerlendirilebilecek hale gelmişti. Üstelik tesisteki her şeyi hurdaya verecek olsa, tesisin sökümü en iyi ihtimalle bir yılı alırdı. Tesisin makinelerini hurdaya çıkarma fikri, sabıkalı iş adamının tüylerini diken diken etmeye yetmişti. İtibarını sıfıra indirmek olurdu, aklına gelen şeyi yapmaya kalkması.
Çıkmayan bedenden ümit kesilmez diyerek, hiçbir şey yapmadan öylece kalmasına karar verdi. Kim bilir belki de tesisi işlevsel hale getirmenin başka bir yolu bulunabilirdi.
İlla da eskisi gibi olmak zorunda değildi. Üstelik bu makinelerin işe yaradığı başka sektörlerde mutlaka olmalıydı.
İlk defa tesis ile ilgili bir şeyler bilmediğine üzüldü. Eğer tesisin işleyişi hakkında biraz bilgi sahibi olmuş olsaydı, mevcut haliyle tesisi tekrar faal hale getirmenin yollarını arayıp bulması zor olmayacaktı. Ama yoktu işte, koca fabrika hakkında su katılmamış bir cahildi.
Bir gün, sadece bir gün çevresindeki kadın ve şaklabanlardan başını kaldırıp entegre tesisi üstünkörü bile gezmemişti. Fabrikanın işleyişi hakkında hiçbir fikri yoktu. Hep egosunu okşayan toplantıdan toplantıya, davetten davete, bir kutlamadan başka bir kutlamaya gezip durmuştu.
Bir de sanat galerilerini aşındırmıştı. Şimdi ne yapacağını bilmediği yığınla tablonun sahibiydi. Bunlar ne işime yarıyor diye düşünürken, birden kafasında bir ampul yandı. Sanat eserleri eskidikçe değerlenirdi, sanayi tesisinin aksine.
Bu tablolarla bir şeyler yapabilir miyim diyerek, bir anda ayaklanıp İstanbul'a gitmeye karar verdi. Bir sanat galerisinde tanıdık birileriyle karşılaşılır diyerek, İstanbul'un elit semtlerinden defalarca sergilere katılım sağlayıp, her seferinde para akıtmayı ihmal etmediği yerlere gitti ayakları.
Ama İstanbul o kadar değişmişti ki, tanımak mümkün değildi. Sanki eski halini koruyan sadece semt isimleriydi. Devasa gökdelenler, lüks arabalar, kalabalık caddeler, yabancı uyruklu değişik ırklardan insanlar, her şey çok farklıydı.
Nişantaşı'nda gözüne bir sanat galerisi takıldı. Çok emin olmamakla birlikte, o galerinin isminden yola çıkarak daha önce bu sanat galerisine bağlı çalışan birkaç sanatçıdan tablo aldığını anımsadı. Fakat kaç taneydi, ne kadar para ödemişti? Tabii ki de bunu bilmesine imkân yoktu. Bırak bilmeyi, yaklaşık bir tahmin yürütmek bile sabıkalı iş adamı için çok zordu.
Çoğu kere hangi esere kaç para verdiğini bilmezdi. Yanında onunla sürekli dolaşan asistanı her şeyi hallederdi. O sergi salonlarında gördüğü eseri "alın" talimatı vermişti sadece. Bir tabloyu fiyatını bile sormadan "alın" talimatı vermeye o kadar çok büyük anlamlar yüklemişti ki, manipüle edilerek ona değerli değersiz yığınla şeyin fahiş fiyattan satıldığını anlamasını imkansız hale getirmişti.
İçi boş bir yüceltilme şekliydi yaşadığı şey. Ama sabıkalı iş adamı o zamanlar bunu anlamaktan çok uzaktaydı. Hele ki satın aldığı tabloların sanatçılarıyla resepsiyonlarda bir araya gelerek iki kadeh içki tüketmesi, sahip olduğu sanat fetişizminin yelkenlerini doldurmaktan başka bir şeye yaramıyordu.
Sabıkalı iş adamı, sanat galerisinin önünde vitrinden yansıyan kendi silüetini izledi. İçeri girip sırtını dönüp gitmek arasında bocalayıp duruyordu.
Onu oraya kadar sürükleyen açmazlar ile içeri girdiğinde buralara her geldiğinde yaptığı şeyi yapamayacak olması arasında sıkışmış kalmış, adım atamaz hale gelmişti. Fiziki olarak onu sınırlayan hiçbir şey olmamasına karşın.
Galeriden içeri girince ne yapıp soracağını bile bilmiyordu. Daha önce bir sanat galerisine hiç tek başına gitmemişti. Aldığı davetlerin büyük bir bölümüne teşrif ediyordu. Yanında asistanı ile birlikte her zaman birkaç kişiyle giderdi. Ve gider gitmez serginin küratörü tarafından karşılanırdı. Sanat galerisinde geçirdiği zaman boyunca hep ilgi odağı oydu.
Uzun uzun baktı. Neredeyse görünmeyecek kadar temiz silinmiş cama yansıyan siluetine. Bir an çekip gitmek geldiği içinden, ama ayaklarına hükmedemiyordu.
Bir an önce harekete geçmek zorunda olduğunun farkındaydı. Ya burdan gitmeli veya içeri girmeliydi. Sanat galerisinin önünde geçen her an biraz daha yalnız ve değersiz hissetmesi ile sonuçlanıyordu. Öylece durmaya devam ederse bulunduğu yerden özgüveni yerle bir olmuş, camda yansıyan belli belirsiz siluetinden daha silik bir kişilikle ayrılıp gideceği kesindi.
Ürkek adımlarla, hiç alışık olmadığı şekilde, galeriden içeri girdi. Bir utanma sardı bütün benliğini. Kapının eşiğinden içeri adım atar atmaz. Sanki sabıkalı olduğu alnında yazılmış gibiydi. Onu gören herkesin sabıkalı olduğunu anladığını sanmasından ileri geliyordu, onu sarıp kuşatmış olan utanma duygusu. Utancından kızardığını hissediyordu. Daha önce hiç utanmadığı kadar utanmıştı. Pek alışık olmadığı bu utanma duygusu, duygu skalasına çok belirgin biçimde eklenmişti.
Soyut olarak başka şeyler oluyordu. Şimdilik nereye evrileceği bilinmese ve sabıkalı iş adamı yaşadığı duyguları doğru okuma becerisinden yoksun olsa bile.
Sıska olan adımlarını hükmü altına almaya çalışır gibi yere sağlam basmaya çalışması sonuç vermedi. Sıska ve ürkek adamlarla sanat galerisinin içinde ilerleyip duvarda asılı bir tablonun önünde durdu.
Tek başına tabloya baktı, baktı ama soyut çalışmadan hiçbir şey anlamadı. Zaten öteden beri de anlamıyordu. Her zaman o tabloya bakarken ne anlatılmak istendiğini anlatan eserin ya sahibi olurdu ya da organizasyonun küratörü.
Onlar olmayınca hiçbir çıkarımda bulunamayacağı tablonun dile gelmesi durumunda onu kınayacağına dair kanaati tamdı.
Kendini alakasız bir yerde çırılçıplak soyunmuş gibi hissetti. İçine düştüğü duygu dünyasından çıkmak için kaçan kişiliğini hisseder duruma gelmişti.
Daha önce kulağına çalınmış olan "kimlik bölünmesi" dedikleri şey bu olsa gerek diye düşünerek kafasını soktuğu duygu dünyasından geri çekti.
Sabıkalı iş adamı, iç dünyası ile meşgulken, iki metre kadar yanına gelmiş olan, saçı başı dağınık, yaşına göre bir hayli ilginç giyinen sadece saçı ve giyimine bakılacak olursa ressam olduğu belli olan adama baktı.
Sabıkalı iş adamının kendisine baktığını gören ve sanki bir reaksiyon göstermek için öyle bir şey bekleyen adam, hemen karşılık vererek sabıkalı iş adamına yöneldi. Bakışları kesişen ikili, konuşmadan mimiklerle selamlaştı.
Mimikle de olsa yapılan selamlaşma, bir ıssızlıkta düştüğü kuyuya yukarıdan salınan bir ip gibi geldi sabıkalı iş adamına.
Kendisini, üstünde deve dikenleri dahil hiçbir çöl bitkisinin bile yeşermediği bir coğrafyaya benzetmeye başlamışken ve üstelik bir çığlık atsa hiçbir yerde yankılanmayacakken, uzaklardan gelen sıcak bir dostun gülümseyen yüzü gibi geldi sabıkalı iş adamına, mimiklerle de selamlaştığı asık suratlı, memnuniyetsiz olduğu her halinden belli olan kişi.
Biraz ürkek ve çekingen, nasıl bir tepki ile karşılaşacağını kestiremese de, asık suratlı bu adamla konuşmaya karar verdi.
Duvarda asılı tabloya, çok kırılgan ve her an ortadan kaybolup gidecekmiş gibi, asık suratının tam aksine bir vücut diliyle bakıyordu.
Mutlaka ama mutlaka benim göremediğim ayrıntıları inceliyor olmalı,” diye düşündü sabıkalı iş adamı. “Yoksa bir tabloya bu kadar uzun süre bakılamazdı.
Önünde durduğu tabloya dönerek, asık suratlının yaptığını denemeye çalıştı ama olmuyordu işte. Asık suratın neye baktığını, hangi ayrıntıları gördüğünü bilmiyor olsa da, çok farklı şeyler gördükleri kesindi.
Asık surat ile iletişim kurmaya karar vermiş olsa da, sabıkalı iş adamı, asık suratlının bitmek bilmeyen tablo incelemesini beklerken sıkılmaya başlamıştı. Hani birisi ‘Hadi’ dese her şeyden vazgeçip gerisin geri çıkıp gidecekti.
Adamın asık suratı pek iç açıcı değildi. Anlamaya çalıştığı her neyse bölmek, sabıkalı iş adamının zaten olmayan keyfini büsbütün kaçırabilirdi.
Boğazını temizleyip yutkundu. Şimdiye kadar pervasız olagelmiş, lap diye söylemek istediğini hep söylemişti.
“Resme bayağı ilgilisiniz,” cümlesi ağzından daha çok bir homurtu şeklinde çıkmıştı sabıkalı iş adamının.
Yaşadığı gerilimin, ses tellerine etkisi anlaşılmaz biçimde bir homurtuyla sonuçlandı.
Zaten baktığı tablodaki ayrıntıları inceleyen asık suratlı, anlaşılmaz homurtudan hiçbir şey anlamadı.
“Bana bir şey mi dediniz?” diye sordu ciddiyet giyinmiş bir ses tonuyla.
İkinci kez “Resme bayağı ilgilisiniz” demeden önce, ses tellerine hükmetmeye çalışır gibi boğazını temizleyip yutkunmayı ihmal etmedi. Asık suratlı ressamın sert bakışları altında, neyi nerede arayacağını bilmediği için sanat galerisine rastgele girmiş bir ahmak muamelesi görmek istemiyordu.
Kendisini tanıtma ve övmeye doyamamış, her fırsatta aynı şeylerle bir değere binmeyi ihmal etmeyen suratsız ressama, kendini övme fırsatı vermiş oldu. Farkında olmadan çok zor sorduğu soruyla sabıkalı iş adamı.
İstediğine zahmetsizce ulaşmanın rahatlığı yayıldı. Asık suratlı ressamın yüzüne, deminki keskin hatlar yerini yatay eğrisi olan hatlara bıraktı. Hani kendinden ödün verse gülümsemesi bile muhtemeldi. Ama ona şahit olan çok fazla tanıdığı bile yokken, ressam bunu hiç tanımadığı bu adama gösterecek değildi ya, esirgedi tabii ki.
Bu soyut çalışmanın sahibi benim çok eski arkadaşımdır. Onun öteden beri içinde bir sonuca ulaştıramadığı sancılarını gayet iyi bilirim. Onları bu çalışmaya ne oranda yansıtabilmiş onu inceliyordum.
Ressamın ses tonu kendinden emin ve gurur yüklüydü. Sadece bir kişiyle konuşuyor olmasına rağmen, kalabalık bir topluluğa hitap ediyormuş gibi bir vücut dili takınmıştı. Belki de sanat ile ilgili her şeyi aynı tonlama ile konuşma eğilimini otomatiğe bağlamıştı ve her seferinde aynı ses tonu, aynı tonlama tekrarına düşüyordu. Ama bunun sabıkalı iş adamını irite edici bir tarafı yoktu. Bilakis ressamın yaklaşımı hoşuna bile gitmiş, üstündeki çekingenlikten eser kalmamıştı.
Ayrıca ben de ressamım. Sizde mi sanatla uğraşıyorsunuz?
Hayır, şimdiye kadar genelde sanat eserleri satın aldım. Sanat ile alakam satın alma ile sınırlı.
Aldığı cevap ressamın çok ilgisini çekti. Hemen bir fayda beklentisine girdi. Şimdiye kadar vücut diliyle kurduğu cümleler arasında çelişkiler olan adamı daha önce tanımadığına hayıflandı.
Peki, hangi sektörde faaliyet gösteriyorsunuz?
Sanayiciyim ben, Efendim. Aslında eski sanayici demek daha doğru olur.
Ara mı verdiniz? Neden eski?
Cezaevine girmek zorunda kaldım.
Cezaevi mi? diye tekrar sorunca, daha önce bildiği bir şeyi hatırlamaya çalışır gibi dikkat kesildi ressam. Ve beklenmedik bir çeviklikle parmaklarını şıklatarak, "Sizin aleyhinize olan davalar basına yansımıştı ama çok değişmişsiniz. Sizi sergi salonlarında daha önce görmüştüm."
Fayda umma tahmini doğru çıkmış olan ressamın asık köşeli suratından eser kalmamıştı. Yüzü, çocuğunu kucağına basan bir anne göğsü kadar yumuşadı. Sabıkalı iş adamına candan bir dost gibi davranmaya başladı.
Cezaevinden yeni çıkmış, eski de olsa bir sanayiciden kaz beklentisine girdi. Ve ondan tavuk esirgemedi.
Şöyle buyrun, size bir kadeh içki ikram etsem olur mu?
Gayet tabii, memnun olurum." derken, galerinin yönetim ofisine doğru yan yana yürüyorlardı. Elinde tuttuğu kadehin dibi göründüğünde, ressam sabıkalı iş adamına ait her şeyi öğrenmiş ve ticari bir anlaşma bile yapmışlardı. Sabıkalı iş adamının ne yapacağını bilmediği bir oda dolusu tablolarını, bağlantılarını kullanarak nakite dönüştürecekti. Her tablo bedelinin yarısı karşılığında. Kısa bir süre sonra. Yolda konuşmaya devam etmek üzere ressamın otomobiline binip Edirne'ye doğru yola çıktılar.
10 yıldır bir odanın içinde kimsenin ellemediği tabloların ne durumda olduğunu merak etmiş, onları görmek istemişti ressam. Sabıkalı iş adamının ise onun için nakit değeri olmayan tabloları bir değere dönüştürecek birisiyle yakınlık kurup anlaşmış olması keyiflenmesi için yeterli sebepti. Şimdi ona "Başka ne istiyorsun?" diye arzusu sorulsa hiçbir şey diyecek kadar içinde coşkun bir heyecan vardı.
Ressam neredeyse sanat camiası arasındaki kliklerin iş yapış biçimlerini bile anlatmıştı sabıkalı işadamına Edirne'deki sanayi tesisine vardıklarında.
Güvenlik kapıyı açarken ressam İstanbul'dan onu buraya kadar getiren şeyin daha küçük olduğunu anlamıştı. Pekala burayı da çok büyük bir paraya satabilirdi veya bir konut projesinde değerlendirebilirdi. İlk inşa edildiğinde şehre hayli uzak olan atıl fabrika hem ana yola bitişikti hem de şehre hayli yaklaşmıştı. Şehrin sınırları fabrikanın bulunduğu yere kadar beş altı yılda gelirdi.
Hiç ummadığı bir anda ressamın küçücük oltasına çok kolay baş edebileceği bir balina takılmıştı. İçi içine sığmıyor olsa da bunu sabıkalı işadamını işkillendirmemek için belli etmiyordu. Bu konuda usta olduğu ise yadsınamazdı.
Tablo dolu odanın kapı eşiğinde oturmuş, bacaklarını zemine uzatarak sırtını duvara dayamış dinleniyordu ressam. En son ne zaman bu kadar yorulduğunu hatırlamayacak kadar uzun bir süre öyle yorulmamıştı. Durmadan eğilip kalkmış, tam bir oda dolusu tabloyu incelemiş, kimin eseri olduğuna bakmış, acil bakıma ihtiyaç duyanlar ile sadece temizlenecek olanları birbirinden ayırmıştı.
Nasıl geçtiğini anlamasa da vakit gece yarısı olmuştu. Saatin farkına ancak biraz dinlenip kendine gelince varabildi. Üstündeki tişörtü terden sırtına yapışmıştı, pantolonu ise bacaklarına.
O vakit çok geç olmuş İstanbul'a dönecek gücü kendimde bulamıyorum. Şehir merkezine gidip bir otele yerleşeyim.
Ne oteli Efendim? Koskoca bina emrinizde. Tahliye olduktan sonra en üst katın bütün eşyalarını yeniledim. 5 yıldızlı otel konforunda uyuyacağınızdan şüphem yok.
Bırakın 5 yıldızlı oteli, yerde bile uyusam bu yorgunluk ile kendimi pamuk balyaları üstünde sanırım.
Derken sabıkalı işadamı ile karşılıklı gülümseyerek oturduğu yerden doğruldu, bütün yorgunluğunu atacak derin bir uykuya dalmak için üst kata çıktı.
Ressam, ertesi gün öğlene kadar uyumuş olmasına rağmen yorgunluğunu atamamıştı. Bir önceki gün bir oda dolusu tabloyu yerden tek tek kaldırarak kontrol etmiş olmasından dolayı beli ağrıyordu. Yataktan kalkıp kahvaltı yapmaya bile mecali yoktu. Kurt gibi acıkmış olmasına karşın, gerçi malikanede yiyecek bir şey de var mıydı, onu da bilmiyordu. Ama zaten yaşadığı kas kasılmaları, yatakta tembellik yapmasına yetecek kadar mazeret üretmişti. Yattığı yerden telefona uzandı. 10 yıldır bir odada kapalı kalan tabloların üçte biri ciddi bir temizliğe ihtiyaç duyuyordu. Tabloları sadece üç ayrı gruba ayırmakla bu kadar yorulduysa, tek tek onları temizlemek, üçte biri üzerinde ise çok hassas çalışmak, ressamın yapabileceği bir iş olmaktan çok uzaktı. Hemen Trakya Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinde öğretim görevlisi bir tanıdığını aradı.
Selam.
Selam ya, nerelerdesin? Nereden geldim aklıma?"
Edirne'deyim. Epeydir görüşmüyoruz, biliyorsun. Çok yoğun, iş güç pek fırsat olmuyor.
Bilmez miyim, ben de üniversitedeyim. Madem şehirdesin, vaktin varsa gel bi kahvemizi iç.
Olur, gelirim tabii de, bugün olmaz, yarın gelirim. Sana bir şey soracağım. Elimde bir oda dolusu tablo var. Uzun süre kapalı bir yerde kalmış. Hepsinin solüsyonla temizlenmesi lazım. Öğrencilerinden bana göndereceğin harçlık karşılığında bu işi yapacak 5-6 kişi var mı?
Gayet tabii. Bir de kaç gün sürer bu iş?
Bir hafta. Yedi kişi bir hafta boyunca tablo temizleyecek.
İyi de, bu kadar tablo neyin nesi?
Yahu, sorma. Azizim, bizim eski sanatsever bir arkadaş, bir odaya kaldırmış, aldıklarını sonra unutmuş. Bana da sen anlarsın, bunlara zarar vermeden nasıl temizlenir diye. Ben de bir sanatsever olarak yardımcı olmak için baktım ama yardım almadan yapılacak bir şey değil.
Anladım. Sana hemen 7 öğrenci gönderiyorum. Nereye gelsinler?
Ben onları fakülteden alırım.
Çocuklara iş üniversitenin işi derim. Onlara harçlık vermen yeterli. Fazla para verme.
Sorun çıkaran olmaz değil mi, hocam? Çok titiz çalışmaları lazım.
Sıkıysa sorun çıkarsınlar, derslerinden asla geçemezler. Ama bana düşen payı yarın kahve ikram ederken taktim edersin herhalde?
Gayet tabi hocam, o iş kolay derken ressam içinden de “puşt” demeyi ihmal etmedi. Aslında işin böyle olacağını da biliyordu. İçinden de olsa tepkisi boşunaydı. Yardım istediği öğretim görevlisi tam bir ölü soyucuydu. Menfaati olmadığı hiçbir şeye el atmazdı. Hele ondan bir talepte bulunmuşsanız.
Bir hafta boyunca 7 öğrenci emekleri karşılığında aldığı paradan daha fazlasını onları gönderen öğretim görevlisi hocaları almıştı. Kalın bir zarfın içinde samimiyetten uzak bir kahve içimi sırasında. Bir hafta boyunca emek harcayan 7 öğrenciyi ise üstlendikleri işi hakkıyla yerine getirerek hocalarının gözüne girmenin haklı gururunun yanında, onları bir ay idare edecek kadar harçlık da almıştı. Aslında sırf notları kırılmasın diye de gidip o işi üstlenebilirlerdi. Okulu uzatmayı hiç kimse istemezdi ve bunun en etkili yolu öğretim görevlileri ile geliştirilen ilişkilere bağlı olduğunu üniversite hazırlık okuyan her öğrenci bilirdi.
Asık suratlı ressam tabloları birer ikişer satmaya başlamıştı. Her satış ressamı olduğu kadar sabıkalı iş adamını da sevindiriyordu. Sabıkalı iş adamının cebine tabloların satışından gelen paralar girince Edirne'yi terk edip İstanbul'a yerleşti. Malikanede yaşamayı Etiler'de site içinde bir daireye tercih etmişti. Koskocaman malikane ona yetersiz hissettiriyordu ve ondan kurtulmaya yetecek para eline geçer geçmez, malikaneyi ressama bırakıp sırtına dönüp gitmişti.
Tablolar sebebiyle Edirne'ye gelip giden ressam, sabıkalı iş adamının malikaneye olan mesafeli duruşundan tabloları değerlendirip gelire dönüştürmekten güç alarak, "Ben buraya yerleşeceğim," deyip kapağı malikaneye atıvermişti. Üstelik hiç kira ödemeyecekti.
Belengaz Diyar’ın içinde düştüğü girdaptan habersiz ertesi gün iş görüşmesine gitti. İstanbul'da yaşamaya bu kadar kolay alışmanın izah edilemez sevinci kaplamıştı bütün benliğini.
Bir Anadolu şehrine göre çok kalabalık olan, sürekli oradan oraya hareket halinde bitmek tükenmek bilmeyen kalabalıklar onu korkutmuyordu da değildi.
Tutunamayıp kayıp düşecek bir garibin böyle bir şehirde başına gelecek olan, ayaklar altında kalıp ezilmekten başka bir şey olmayacağı çok açıktı.
Anadolu'da yolda kalan selamette olurdu. Bir ülke nüfusu kadar kalabalık olan bu şehirde ise insanı yoldan çıkarmaya çalışan organize çeteler vardı.
Belengaz henüz bu gerçeği bütün çıplaklığıyla fark etmemiş olsa da bazı şeyler seziyordu. Mega kentlerin sosyolojisine uzak olsa da içine düştüğü şeyin farkına varmaya yetecek kadar zekası vardı. Bu mega şehirde onu üç sonuç bekliyordu.
Ya iyi bir insan olmaya yol alarak, bir şekilde kanaatkar olup sıradan bir insan gibi yaşamayı kabul edip normal bir hayat sürecekti.
Ya da bütün karanlık köşelerde tezgah kurmuş, kendi payına düşene razı olmayanların, daha fazlasına giden kısa yollar arayanların düştüğü ağa düşüp karanlıklarda yitip gidecek, yani kurban olacaktı.
Veya büyük bir sabırla legal çalışmaktan ödün vermeyerek, gelişmek için şehrin potansiyelini kullanarak, uzun ve yorucu bir maratondan sonra yetkinliğe ulaştıktan sonra büyük bir başarıya imza atacaktı.
Şimdilik Belengaz, ufak adımlarla farkında olmasa da, yakın gelecekte onu bekleyen bu yol ayrımlarına doğru ilerliyordu. Her üç seçenek de aynı oranda mümkündü. Kimin nereye doğru gideceği, hangi tarafa doğru meylettiği ile ilgiliydi.
Belengaz, üniversitede aldığı eğitimle hiç alakası olmayan bir sektörde büro personeli olarak işe başladı. Aslında kendisine uygun bir iş olmadığını biliyordu. Ancak siber güvenlik alanında hemen iş bulamama kaygısı sebebiyle kendi bölümüyle ilgili iş arama girişimine gitmeden İstanbul'a geldiği ilk hafta dolmadan alakasız bir işe başladı.
Yaşadığı şey tamı tamına işsizlik baskısıydı. Aslında Diyar ondan herhangi bir talepte bulunmamıştı. Biraz sabretmeyi göze alarak kendi alanı ile ilgili iş aramış olsaydı kendisi için çok daha iyi olacaktı. Ancak cebindeki para onun sadece dışarıda birkaç sefer yemek yiyebileceği kadardı. Bu sebeple sağlıklı kararlar alamıyordu. Bu öyle bir şeydi ki bununla ilgili bilimsel araştırmalar bile yapılmıştı. Fakirliğin insan IQ seviyesini düşüren bir etken olduğu saptanmıştı.
Belengaz'ın yaşadığı şey, tam olarak bu bilimsel çalışmanın ışığında daha anlaşılır oluyordu. Belengaz belki geçici bir süre için işe başlamıştı. Ama almış olduğu eğitimle alakası olmayan bir alanda vasıfsız çalışmak, her gün onu potansiyeliyle gerçekleştirebileceği şeylerden biraz daha uzaklaştırmakla sonuçlanacaktı.
Potansiyellerini doğru kullanamayan insanların başarıya ulaşması geciktikçe illegal yollara yaklaştığı gerçeği dün gibi ortadaydı. Ve Belengaz, farkında olmasa da farklı bir işe başlamakla erişebileceği mesafede olan potansiyelinin tersi yönünde yol almaya başlamıştı.
İş çıkışı eve geldiğinde Diyar'ın ayakkabıları karşıladı Belengaz'ı. Ondan ne zaman önce geldiğini bilmiyordu. Nedendir bilinmez ama kendini bir huzursuz hissetti. Biraz çekingen Diyar'ın odasının kapısını çaldı, sonra içeri girdi.
Abi, erkencisin.
Evet, bugün işim erken bitti.
Abi, ben açım. Gidip marketten bir şeyler alacağım. Sen ne istersin, akşam yemek için ne alayım?
Ne alışverişi? Dolapta her şey var. Ne istiyorsan yap, yalnız kendine yetecek kadar yap.
Neden abi? Ben akşam yemeklerini yemiyorum. Bazen öğlen de yemeden günü sadece sabah kahvaltısıyla tamamladığım çok olmuştur. Tek öğün olmazsa bile uzun süredir asla üç öğün yemiyorum.
Abi, ben dayanamam. Gözlerimin feri gidiyor acıkınca.
Sen bana bakma, mutfakta orada istediğini yap, ye. Ama çöpe bir şey gitmesin.
Tamam abi, o zaman ben kendime bir şeyler hazırlayayım.
Diyar eline Bahrü'l Medid’in beşinci cildini alarak okumaya başladı. Mutfaktaki tıkırtılar son bulunca karnını doymuş olan Belengaz yine gelip kapıyı çaldı. Beklentisi birkaç gündür kendisine candan bir dost gibi davranan Diyar ile önceki sohbetleri gibi koyu bir sohbete dalmaktı. Ama Diyar ilgisizdi ona karşı. Elindeki kitaptan başına kaldırıp Belengaz'a bakıyor olsa bile okumaya ara verme niyeti olmadığını belli ediyordu. Elindeki kitabı kapatmadan olduğu gibi elinde tutmaya devam ediyordu.
Belengaz, Diyar'ın niyetini hemen anladı ve bahane olarak, "Abi, ben çay koyuyorum içersin demi." demekle yetindi.
Diyar, "Ben sen gelmeden az önce içtim. Sana afiyet olsun." deyince, Belengaz'a gerisin geri gitmekten başka bir yol kalmamıştı.
Hiçbir şey olmamış olsa bile, bir şey olmuştu. Tamam, kitap okumaya ara vermek istememiş olabilirdi; ama Diyar'ın yüz ifadesi ve mimikleri nötrdü. Geldiği günden beri kendisine candan bir dost gibi davranan adamdan eser yoktu.
Belengaz, tek başına çay demleyip içti. Sonra yatağına uzanıp uyuya kaldı.
Ertesi gün işe gitmek üzere, ilk günden geç kalmak istemediği için erkenden çıktı. Tutunmak için işe dört elle sarılması gerektiğini gayet iyi biliyordu.
Çıktığı caddede, dün sorup öğrendiği toplu taşıma araçları durağında beklemeye başladı. Durakta en az 15 kişi vardı ve kimse kimseyi umursuyor görünmüyordu. Kalabalıklar içinde "Yalnızlık" adlı çok değer verdiği bir çalışmasının olduğunu söylemişti Diyar.
Duraktaki birbirine ilgisiz topluluğa, 15-20 metre uzaktan bakınca, Diyar'ın anlatmış olduğu çalışmasında böyle bir şeyi resmetmek olduğuna kanaat getirdi. Ardından, duraktaki insanların üstünde biraz göz gezdirdi. Çok değişik tipolojilerde, çok farklı insanlar vardı. Durağa sürekli yeni gelen yolcular olduğu gibi, gelen her minibüs ve otobüse binip gidenler de oluyordu.
Sadece Belengaz, durakta demirlemiş gibiydi. Şehre yabancı olduğu her halinden belliydi.
Bir kaç sefer duraktaki güzel bir kaç kızla göz göze gelmiş, küçümsendiğini hemen anlamıştı. Sanki Anadolu'dan yeni geldiği, alnında yazılıymış gibi hissetmesi ile sonuçlandı. Az önce ona bakıp ilgisizce sırtını dönen zarif ve güzel kız...
Hani bıraksalar Belengaz'ın bıkıp usanmadan, uzunca bir süre bakıp seyredeceği bir güzellikti kızın güzelliği.
Göz göze geldiği kızların Belengaz üzerindeki etkisi, özgüven kaybı ile sonuçlandı.
Gitmesi gereken yere giden minibüs ve otobüsler hınca hınç dolu geliyor, yine de yolcu alarak devam ediyorlardı. Belengaz, durağa geldiğinden beri bir sürü minibüs ve otobüs gelip gitmiş olmasına rağmen hiçbirine binememişti. Yaşadığı çekingenlik, durağa dolu gelen araçlara binmesine engel oluyordu.
Elleri cebindeki cüzdanını sıkıca kavradı. Zaten çok az parası vardı. Haritalara şirketin ismini girerek yürümeye karar verip duraktan ayrıldı Belengaz. Zaten işyeri yarım saat yürüme mesafesindeydi.
Akşam tek başına yemek yemiş, çay bile içmiş olmasına karşın Diyar henüz gelmemişti. Diyar'ın eve dönüşü uzadıkça Belengaz'ın içindeki gerilim de artıyordu.
Yabancısı olduğu şehirde yeni başladığı işe alışması zor olmamıştı ama şehir sosyolojisinin soğuk yüzüyle hemen tanışmıştı.
Herkesin tanış olup arkadaşlıkları iş düzeyinde bile olsa o yalnız kalmıştı. Herkesin tanış olduğu bir ortamda yalnız kalmanın bu kadar ötekileştirici olduğunu hiçbir şey anlatmadan hiç kimse Belengaz'a böyle algılatamazdı. Hani dokunsalar ağlayacak kıvama gelmişti.
Gün boyu biriyle biraz olsun konuşmak için bulunmayacağı fedakarlık yoktu ama kimse gelip onunla bir şeyler konuşmak bir yana onu sorgulayıcı bakışlarla rahatsız edip durmuşlardı. Gün uzadıkça uzamış, bir türlü bitmek bilmemişti. Diyar ile yaptığı sohbetlerin kıymeti bir kat daha artmıştı.
Bazen insana yapılan lütufların değeri, içine düşülen durumlarla ancak anlaşılabiliyordu. Belengaz tam olarak bunu yaşıyordu. İlk geldiğinde Diyar’ın ona yaklaşımının bu kadar değere bineceğini asla kestiremezdi.
Gün boyu iş yerinde çektiği yalnızlık olmasa, dış kapının tıkırtısına sevinmezdi. Diyar ile konuşmak istiyordu sadece. Konuşulacak şeyin hiçbir önemi yoktu.
İçeri giren Diyar’ı kapıda karşılayarak, “Hoş geldin abi,” dedi ilgili gözlerle. Fakat Diyar, itici olmamakla birlikte mesafe koyan nötr bir ses tonuyla, “Hoş bulduk,” deyip odasına çekildi.
Belengaz’ın hevesi kursağında kalmıştı. “Neydi şimdi bu?” diye düşündü. “Hadi dün kitap okumakla meşguldü ya, şimdi?” Ama sebebin kendisi olabileceğini, sebepler sıralamasına sokmak bir yana, aklına bile getirmedi.
Bir saat sonra Diyar’ın odasına çekingen çekingen vurdu ve içeri girdi. Yatakta bacaklarını uzatmış, sessizce oturan Diyar’a, “Abi iyi misin?” dedi. Alacağı cevabı büyük bir merak, aynı zamanda istekle bekledi. Ama yine aynı itici olmayan nötr bir ses tonuyla, “Gayet iyiyim,” deyip sustu.
Belengaz’a aldığı cevap çok kısa gelmişti. Bir an için bir şeyler konuşma çabası içine girse de, Diyar’ın ilgisiz yüz ifadesiyle aldığı cevaptaki ses tonu onu bundan alıkoydu. Beklenmedik tepki karşısında boğazında düğümlenen kelimeleri yutar gibi yutkundu. “Sana iyi geceler,” deyip çıktı. Ellerini kaldığı odaya doğru kaldırarak, “Benim bir işim var, ona döneyim,” der gibi yaparak çıkıp gitti.
Bu kadarı da fazlaydı. Bütün gün süren ötekileştirme gece de devam etmişti. Uzandığı yatağından yorgunluğun etkisiyle çakır keyif bir sarhoş gibi uyuya kaldı.
Ertesi gün Belengaz, işyerinde işle ilgili de olsa bir şeyler konuşan birisi ona candan bir dost gibi göründü. Ayağına gelen fırsatı kaçırmayarak konuyu kısa da olsa özel bir sohbete dönüştürdü. Günün içinde kısa kısa konuşmalar da olsa Belengaz, iki gündür yoğun yaşadığı gerilimi atlatmış olarak eve dönmüştü.
Diyar'ın ayakkabıları kapının önündeydi. Ne zaman geldiğini bilmiyor olsa da Belengaz'dan önce gelmişti. Belirsizliğin verdiği bir gerilim baş gösterdi yine. Tekrar fiziki olarak hiçbir zorluk yaşamıyor olsa da duygusal yönden daha önce hiç tatmadığı duygular Belengaz'ın yakasına yapışmış bırakmak bilmiyordu. Belki de yaşadığı duyguyu anlaması için ısrarcıydılar. Yaşadığı bu alışılmadık süreç onun farkındalığını arttırır mıydı bilinmez.
Belengaz hiç ses çıkarmadan odasına gidip üstünü değiştirdi. Yan odadaki Diyar'a kulak kabarttı. Bir şeyler duymak umuduyla fakat umduğu gerçekleşmedi. Ses desibeli sıfırdı.
Acaba uyuyor olabilir mi diye düşündü. Kapının önünde bir süre hareketsiz bekledikten sonra mutfağa yöneldi. Gün boyu çalışmıştı. İki gündür vücudunun duygusal olarak yaşadığı gerilim kurt gibi acıkmasıyla sonuçlanmıştı.
Diyar’dan gelecek herhangi bir sese dikkat kesilerek olabildiğince az ses çıkararak kendine yemek hazırlayıp yedi. Bulaşıkları bir kuyumcu titizliğiyle yıkadı.
Diyar olsa olsa o uyuyor olmalıydı. Yaklaşık bir saattir eve gelmiş olmasına karşın bir canlının varlığına dair hiç en ufak bir belirti yoktu. Parmak uçlarına basarak mutfaktan Diyar'ın odasına gelip içeriye tekrar kulak kabartıp hafifçe kapıyı tıklar tıklamaz hiç beklemediği "Gel" sesiyle irkildi.
Çekingen içeri girdi. Diyar yatağında oturmuş bacaklarını uzatmış öylece duruyordu. Diyar hiç istifini bozmadan sadece boynunu çevirerek Belengaz'a bakıyordu.
Üzerinde uyuduğuna dair herhangi bir emare yoktu.
Ne yani şimdi neydi bu kayıtsızlık? diye geçirdiği içinden Belengaz. Sonra odanın köşesinde duran şövaleye baktı, birkaç gelişigüzel fırça darbesiyle bir tablo karalanmıştı. Şövalenin takılı olan tablo ile ilgili bir şeyler konuşmak isteğine kapılsa bile, Belengaz kurmak istediği cümleye kelime bulamadı. Zihnini, sonu görünmeyen rüzgarın dahi esirgeyip esmediği bir çöle benzetti. Bakışları tuvalden Diyar'a tekrar döndüğünde, bir açıklama beklentisi ile karşılaştı.
Tabii ya, kapıyı vurup içeri giren oydu. İmdadına ocağa koyduğu çay yetişti.
Abi, çay koydum, içer misin?
Hayır, sana afiyet olsun. Kendine yetecek kadar yap.
Tamam abi o zaman. diyerek kapıyı usulca kapatıp, usulca mutfağa yöneldi Belengaz.
Belengaz'ın ilk günler gibi uzun uzun konuşup sohbet etme girişimleri hep sonuçsuz kalmıştı ve her şey Edirne'den döndükten sonra olmuştu.
Belengaz, Diyar'ın onu manipüle ettiğimi anladı galiba, sonucuna vardı. Ya beni misafir etmekten vazgeçerse diye bir korkuya da kapıldı. Olmayacak şey de değildi hani, "Seni daha fazla misafir edemem, başının çaresine bak." diye bir cümle kurmasıyla Belengaz'ın büyükşehir umutları yerle bir olurdu. Bu koca şehirde beş parasız nereye giderdi, nasıl tutunurdu?
Uzanıp uyuma çabası uzun süre sonuç vermedi. Kendini geldiği çantasıyla kapının önünde gönderilirken hayal etti Belengaz. Kafasında canlanan hayal, drama dalında Altın Palmiyeye adaydı ama gösterimi bir tek o izlemişti ve izlediğini kendisinden bile kaçırma çabası içindeydi.
Yatakda sağa sola dönmekten usanınca kalkıp karanlıkta odanın içinde çenesini ovarak volta atmaya başladı. Uykusuz ve yorgun olmasına rağmen bir türlü uyuyamadığı gibi şimdi cezaevi mahkumları gibi birde volta atıyordu. Bir tesbihi eksikti hani.
Birdenbire volta atarken olduğu yerde çakılı kalır gibi durdu. Dalgın olan bakışları keskinleşti. “Buldum,” dedi. Bulduğu çözüm Diyar’ı kendisiyle ilgili bir beklentiye sokmaktı.
Adamın kendisine ait bir web sitesi olmasına karşın bir görsel sanatçıya yakışır olmaktan bir hayli uzaktı. İddiasız sıradan bir siteydi. Gerçi Instagram hesabı da pek şaşalı sayılmazdı. Yapılacak bir çalışma ile görseller daha fazla ön plana çıkarılabilir, etkileşim sayısı da birkaç kat arttırılabilirdi.
Diyar’a öyle bir önermeyle gidip işlerini düzene sokana kadar onda kalmayı garantiye almak istiyordu. Böylece daha ona bir şey söylenmeden olası bir tehlikeyi ön alarak bertaraf etmek istiyordu.
Günü akşam etmek hiç de zor olmamıştı. Belengaz Diyar ile olası konuşmasını zihinde simüle etmiş durmuştu. Kendini onun yerine koyarak yaptığı önermeye verebileceği karşılıkları değerlendirmiş, her bir karşılığa birer cevap üretmişti. Ve ürettiği cevapların tutarlılığı üzerinde uzun uzun düşününce gün kısacık sürüp akşam oluvermişti.
Belengaz eve vardığında kapının önünde Diyar’ın ayakkabılarını görünce dünün aksine sevindi. Kafasında kurduğu planı hemen hayata geçirerek. İçeri girer girmez doğruca Diyar’ın odasına yöneldi.
Diyar’ı şövalenin karşısında oturmuş tuvale bakarken buldu. Ellerine değişik renklerde yağlı boya bulaşmıştı. Fakat tuvalde pek bir ilerleme gözükmüyordu. Belengaz karşılaştığı manzarayı kafasında kurduğu planı işletmek için gayet elverişli buldu.
Belengaz, Diyar'ın odasının kapısının eşiğinde durdu. "Abi rahatsız etmiyorum ya?" dedi, bir cevap bekleyerek.
Yok, ne rahatsızlığı? İçeri girsene, ayakta durma. Buyur otur.
Abi biliyorsun ben web tasarımdan anlarım. Senin Instagram sayfanla kişisel web siten çok sıradan ve iddiasız yapacağımız bir çalışmayla etkisini arttırabiliriz ne dersin?
Nasıl olacak o?
Şöyle abi, sen web sitesinden ve Instagram'dan eserlerinin sadece bitmiş halini paylaşıyorsun.
Evet, doğru. Daha başka ne yapabilirim ki?
Benim şöyle bir düşüncem var. Bence her eserin hikayesini birer makale olarak kaleme almalısın. Ve şimdiki bu tablo gibi her aşamayı fotoğraflayıp bir hikayeye dönüştürebilirsin.
Benden çok şey bekleme. Teknoloji cahili sayılırım. Tuvale attığım fırçalardaki kadar maharetli değildi ellerim dijital platformlarda.
Cevabını alan Belengaz'ın gözleri kamaştı. Meseleyi kendi alanına çekmenin vermiş olduğu şevkti gözlerindeki parıltı. Meseleyi kendi alanına çekmek, istediğini almanın ön şartı olduğunu gayet iyi biliyordu. Ve hedefine ulaşmak için son hamleyi yaptı.
Onları ben yaparım. derken kuruduğu cümle de lütfeden taraf olduğu ses titreşimlerine yansımıştı.
Yapabiliyorsan yap. dedi, istifini hiç bozmadan Diyar. Tekdüze bir ses tonu, nötr bir ifadeyle.
Edirne seyahatinden beri adamın suratında o nötr ifade asılı kalmıştı. Oysa Belengaz ona karşı olan tavrından biraz değişim ummuştu. Ama beklentisi karşılıksız kaldı diye hedefinden vazgeçecek değildi ya.
Abi tüm tabloların yapım aşamasında 10 tane kadar fotoğrafa ihtiyacımız var.
Her tablonun en az 20-30, bazılarının ise 40 tane fotoğrafı var.
Peki onları hiçbir yerde kullandın mı?
Hayır, şimdi arşivde duruyor.
Tamam, ihtiyaç olan her şeye sahibiz. Şimdi ilk eserinden başlayalım ne dersin?
Olur. Ne yapmamı istiyorsun?
İki makale yazmalısın. Birincisi tablonun hikayesini anlatan olmalı. İkincisi seni bu tabloyu yapmaya iten duygularını, yani ortaya çıkan eserin esin kaynağını kaleme alacaksın. diye cümlesini bitirirken Belengaz bile kendisine şaşırmıştı. Usta bir sanat erbabı gibi hissetti kendini.
İstediğin şeyler çok kolay.
O halde başlamamız için gereken her şey hazır.
Mail adresini ver, sana tabloların fotoğraflarını atayım. En baştan başlayarak her eser için iki makaleyi de yazmaya birazdan başlarım. Yarım saat sonra ilk tablo için istediğin her şeye sahip olursun.
Acelesi yok abi, sen yaz at. Ama ben çalışıyorum. Boş zamanlarımda yaparım.
Tamam, nasıl istersen. Benim acelem yok. Ama seni yormayacak ise yap, yoksa hiç gerek yok.
Yok abi ya, ne baş ağrıtması! Keyif bile alırım. Belengaz'ın yüzünde, istediğini elde etmiş mutlu bir ifade vardı. Diyar'ın ise yüzündeki ifade ile tekdüze ses tonunda hiçbir değişim olmamıştı. " Tamam yapalım" dediği şeyi hiç umursamıyordu.
Kendisine yapılan öneriyi umursamıyor olmasına rağmen, Belengaz'ın önerisini kabul etmişti. Belengaz içinden, "Çakal istemem ama yani cebime koy diyorsun!" diye geçirdi. Hemen sonra aklından geçeni Diyar'dan kaçırmak ister gibi, "Abi ben yorgunum ve açım." deyip odadan çıkıp gitti.
Diyar, odasından çıkıp giden Belengaz'ın arkasından sırtını dönmüş olduğu tuvale döndü.
Belengaz'ın ona yapmış olduğu öneriyi hiç önemsememiş olmasına karşın kabul etmişti. Belengaz'ın niyetini gayet iyi sezmiş olmasına karşın, aldığı karara uygun biçimde, hiç adeti olmadığı üzere kendisini manipüle etme çabasında bulunulmasına izin verip, aleyhte hiçbir şey söylemeden ona hedeflediğini elde ettiği sonucuna kapılmasına yardımcı olmuştu.
Hani bu işin sonra nereye gideceğini merak da etmiyor da değildi. Web sitesinin güncellenmesi ve etkileşim artırılması elbette Diyar'ın işine yarardı. Ama böyle bir çalışmayı profesyonel bir tasarımcıya çok rahat yaptırabilecek olanaklara sahipti. Ama şimdiye kadar böyle bir ihtiyacın olduğunu düşünmüyordu. Belengaz'ın önermesi iyi niyet içermiyor olsa bile, Diyar denemeye değer bulmuştu. Bu yüzden teşekkür ederek önerisini geri çevirmek yerine, hiç istifini bozmadan neler yapabileceğini görmek istemişti. Kim bilir, belki de Diyar'ın bilinçaltı, Belengaz'ın ona bir şeyle karşılık vermesine izin vermişti.
Tuvalin karşısında bir saatten fazla oturmuş olmasına rağmen, ancak 3-5 fırça darbesi atabilmişti. Hissettiği şeyi tuvale yansıtmakta sorunlar yaşıyordu.
Yapmış olduğu çalışmaların çoğunda benzer tıkanmalar yaşıyordu. Şimdi bunun bir daha tekrarlanıyor olması şaşırtıcı değildi. Diyar'ın içindeki duygular, tuvale yansımaktan köşe bucak kaçarak Diyar'ın içindeki karanlık dehlizlere saklanmışlardı.
Kesin olarak harcadığı çabanın bir sonuca ulaşmayacağını anlayan Diyar, oturduğu yerden yavaşça doğruldu. Attığı ilk adımda düşecek gibi oldu. Bacağı onu taşımayı reddetmişti. O kadar uzun düşünerek hareketsiz öylece oturmuştu ki sol bacağının tamamen uyuştuğunu fark bile etmemişti. Halının üstüne oturup sırtını duvara yasladı, bacaklarını uzatarak uyuşukluğun geçmesini bekledi.
Bir kaç dakika sonra, yürümeye yeni başlamış bir çocuğun sıska adımları gibi, banyoya gitti. Ellerine bulaşan boyaları çıkarırken gözü klozetin üstünde ve çevresindeki lekelere takıldı.
Yüz ifadesi değişti, bakışları keskinleşti. Dikkatlice klozetin kapağının üstündeki damlacıkların idrar olup olmadığından emin olmak için eğilip yakından baktı. Bu kadarı da fazlaydı ama. Adam, misafir olduğu evde ayakta işeyerek klozet ve çevresini idrarı ile kirletmekte bir reis görmemişti. Hijyene çok dikkat eden, her konuda olduğu gibi temizlik konusunda da çok titiz olan Diyar'ın göz bebekleri büyüdü, öfkeden yüzü kızardı, burnundan üst üste soludu. Daha çok kızgın bir boğayı andırıyordu.
Onu bu haliyle görse Belengaz, hiç konuşmadan çantasını alıp gece bile olduğuna aldırmaksızın evi terk ederdi. Belengaz'ın sidik lekelerini elleriyle temizledi. Bu bardağı taşıran son damlaydı. Ama aldığı karara, uymaya devam edip sidiğini temizlediği adamı paylamaktan vazgeçti. İyi de nasıl olacaktı ki bu iş? İki benzemez idiler. Ayrıca bir türlü anlamıyordu Diyar. Anadolu'da dahi olsa üniversite tahsili olan bir şehirlinin, misafir olduğu evde klozet ve çevresini sidik içinde bırakacak şekilde ayakta işemesine bir türlü anlam veremiyordu. Belengaz'a çok güçlü bir öfke duymasına rağmen yutkundu.
Başka bir insanın sidiğini böyle temizleyen kaç kişi olabilir? diye düşünmeden edemedi. Adamı evine kabul etmişti ama bu kadar da çok fazlaydı. Kırk yıl düşünse, evini açtığı birisinin idrarını temizleyeceği aklına gelmezdi. Aradığı çözüm yolu onu uyutmadı. Sürekli ne yapması gerektiğini düşünüyor ama hiçbir şey de karar kılamıyordu. O kadar uzun süre düşündü ki, zihni yorgunluğa yenik düşüp göz kapaklarını aşağıya indirerek uykuya daldı. Yolda gitmeye devam ederken birdenbire stop eden bir araç gibi.
Uykudan uyandığında vakit bir hayli ilerlemişti. Belengaz işe gitmişti. Gece sildiği idrar canını sıkmaya devam ediyordu. Maillerini kontrol ettikten sonra hiçbir şey yapmadan evden çıkıp gitti. Belediyenin sponsorluğunda düzenlenecek olan resim sergisinin yığınla yazışmaları vardı.
Organizasyona davet edilecek sanatçıların her birine mail atması gerekiyordu. Mail atmak Diyar'a o kadar zor geliyordu ki, bir sanat etkinliğinde en zor aşama nedir diye sorulsa, "Eserleri sergilenecek ressamlara mail atma" derdi.
Hani alacağı "Red" yanıtı değildi işin zor tarafı. Şimdiye kadar hiçbir sanatçıyı ikna etmeye çalışmamıştı. Çalıştığı sanat galerisi kendini ispatlamış köklü bir galeriydi. Mail attığı sanatçılar genelde olumlu cevap verirdi. Fakat alınanlar çok oluyordu.
Her etkinliğe katılımı olanlar kadar dışarıda kalanlar da oluyordu. Sergide kendine yer bulamayanların bazıları gönül koyuyor, çağırılanlar ise kendilerine atılan mailin özenle yazılmış olmasında oldukça ısrarcıydılar. Diyar bunun altında yatan nedenin kendini özel hissetmek isteyen sanatçı kaprisi olduğunu gayet iyi biliyordu.
"Size benimle çalışma lütfunda bulunacağım" minvalinde aldığı cevap maillerini gülümseyerek okurdu.
Aynı sanatçıyı başka bir sanat etkinliğine uygun bulmayıp davet etmezse, bu sefer kendini fark ettirmek için yapmadığı kalmazdı. Her iki yaklaşıma da bağışıklık kazanmıştı Diyar.
Sonuç odaklı düşünüp etkinliğin başarılı geçmesi için harcardı bütün enerjisini. En uzak durduğu insan tipolojisi, enerjisi sömürüsünden başka bir işe yaramayan zaman kaybı insanlardı. İnsanın öyle bir kriteri olunca, arkadaş sayısı bir hayli azalıyordu. Diyar bu sonucu en net biçimde yaşayan birisiydi. Az arkadaşa sahip olmak, yaptığı işe rağmen sanatçılarla fazla samimi olmamak ona seviyeli bir saygınlık kazandırmıştı. Çalıştığı sanatçılarla mesafeyi korumak bir sürü sorun yaşamaktan kurtarmıştı onu.
Yazışma ve telefon trafiğinin yoğun olduğu bir günün sonunda, kafası şişmiş olarak eve dönmüştü. Yorgunluğu atmanın süre gelen yöntemi çay içmekti. Eve girer girmez mutfağa yönelip ocağa çay koydu. Bir şırıltı sesi ile mutfağın kapısından baktı. Banyo ve tuvalet kapısının üst tarafındaki mozaik camdan Belengaz'ın ayakta siluetini gördü. Başı önünde klozete ayakta işiyordu.
Diyar olduğu yerde öylece dona kaldı. Bir an için ocağa koyduğu çayından vazgeçerek hışımla odasına gidip kapanma güdüsüne kapıldı. Ama ayaklarına hükmedip harekete geçemedi.
Çok yoğun geçen günün sonunda tam kafa dinlemek üzereyken yaşadığı şey Diyar’ı derinden etkilemiş, ne yapması gerektiğine bir türlü karar veremiyordu.
Öylece olduğu yerde hiçbir şey yapmadan beklerken, Belengaz'ın ayakta işemesi bitti. Sifonu çekmesi ile ellerini yıkamadan dışarı çıkması bir oldu.
Dışarı çıkar çıkmaz mutfaktan kendisine doğru bakan Diyar'ın bakışları ile karşılaştı. Diyar dalgın, Belengaz ise şaşkındı.
Belengaz, sen ayakta mı işiyorsun?
Şey abi, bazen.
Ama öyle olmaz ki! Sağa sola sidik damlaları sıçrıyor. Hem hijyenik değil, hem de kokuyor. Bu yaptığın bizi hasta eder.
Yerin dibine girmesi gereken Belengaz’dan daha fazla utanmıştı, onu uyarırken Diyar.
Dikkat ederim abi, diye kısacık bir cevap vererek sırtını dönüp odasına yöneldi Belengaz.
Diyar, daha önce yapması gereken uyarıyı yapmış olmasına karşın, canı çok sıkılmıştı. O sadece klozete ayakta işeyerek etrafı kirlettiğini sanıyordu. Adam az önce tuvaletten elini yıkamadan çıkmıştı.
Diyar’ın, o düzen içinde, sessiz sakin ve hijyenik hayatı alt üst olmuştu. Ocağa koyduğu, şu an kaynamayan suya dem atıp atmamakta kararsız kaldı. Adam kaç gündür tuvaletten çıktıktan sonra yıkamadığı elleriyle mutfağın her yerine, dokunmuş olmalıydı.
Diyar'ın yorgunluğu baskın gelerek çay içmesi gerektiğine karar verdi. Zaten yıkanmış çay bardağını bir daha yıkayarak çay içmek üzere odasına çekildi. Nezaket gereği Belengaz'ı çay içme teklifinde bile bulunmadan.
Ertesi gün Diyar canı sıkkın uyandı. Yaşadığı şey tam olarak şok üstüne şoktu. Zaten manipüle edilmişti. Kendisini aptal yerine koyarak bunu anlamamazlıktan gelmeyi seçmişti. Şimdi bir de adamın tuvalette ayakta işemesi yetmiyormuş gibi tuvaletten çıkınca ellerini de yıkamıyor olması gün yüzüne çıkmıştı.
Mutfağın kapısından mutfağa iğrenerek baktı Diyar. Aslında kendi odasındaki eşyalar hariç Belengaz'ın dokunduğu her şeyden iğrenmişti. Zaten etrafta salgın hastalıklar vardı. Hijyene daha fazla dikkat etmek gerekirken adam tuvaletten sonra ellerini yıkama gereği bile duymuyordu. Mutfakta kahvaltı hazırlarken kullandı ne varsa tekrar yıkayarak masaya koydu. Öyle ki masayı bile dezenfektan ile silmeyi ihmal etmedi. Diyar kolay hasta olmayan ama hasta olduğunda ise geç iyileşen bir bünyeye sahipti. Şu aşamada işler daha yeni açılıyorken hasta olup yataklara düşmeyi aklına bile getirmek istemezdi.
Diyar'ın keyif çayı bitince saat 10 olmuştu. Aceleci değildi. Zira bugün resim sergisi için tablo toplamaya başlayacaktı ve gideceği yer Bahçeşehir'de ona yakındı. Bu rahatlığının yanında sanat camiasının istisnalar hariç gece geç uyuyor, sabah da geç uyanıyor olması keyif çayına zaman açıyordu. Evden dışarı çıkıp aracına bindiğinde saat 11'e geliyordu.
Sitenin girişinde güvenlik personeli, Diyar'ı içeri almak için sanatçıdan onay aldı ve onu içeri buyur etti kibar bir ifadeyle. Ama güvenlik görevlisinin yüzündeki ifade, kurduğu cümleyle çelişiyordu. Ağzından çıkan cümleler ile vücut dili birbirine uyumlu değildi. Yüzündeki ifade daha çok sırıtan bir maskeydi ve dikkatli gözlerden kaçması mümkün değildi. Diyar'ı nezaketle sitenin içine buyur eden güvenlik görevlisinin, mesai saati bitince tam tersi bir kimliğe büründüğü çok açıktı. Kim bilir kimlerin hayatından müdahil olarak yaşamı onlar için biraz daha zorlaştırıyordu.
Diyar, yüzünde donuk, nötr bir ifade ile hiç istifini bozmadan, açık camını kapatarak aracıyla sitenin içine girdi. Güvenlik görevlisi, özenle seçtiği kelimelerle cümle kurarken, kendi kişiliğinin analiz edilerek bir kanıya varıldığının ve varılan kanı sebebiyle kendisine karşı nötr bir yüz ifadesi ile soğuk davranıldığının farkında değildi.
İleride nevrotik sayılabilecek bu çift kişiliğinin farkına varır mıydı bilinmez. Onun böyle devam etmesi mi daha iyiydi, yoksa kendisi olması mı oda tartışılırdı.
Diyar'ı kıvırcık küt saçlı bir kadın karşıladı. Kadın enerji doluydu, fiziği bir mankenle rekabet edecek türdendi.
Bildiği, ama daha önce hiç yüz yüze gelmediği kadının çekimine kapıldı Diyar. Hani bıraksalar hiç konuşmadan bir süre kadını izlemek isterdi, ama birkaç saniye öylece durmuş olması tepkiyle karşılaşmasına neden oldu. Kadın onu anlamıştı, o da kadını. İçinden kendi kendine kızarak, boğazını temizleyip;
Selam, ben Diyar. Tabloyu almaya geldim.
Selam, memnun oldum, Bende Arya. Tabii ki tablo hazır. Diyerek kapının yanında sarılmış hazır tabloyu alarak Diyar'a uzattı Arya.
Diyar, Arya ile bir süre sohbet etmeye çok büyük istek duyuyor olsa ve kapı açılarına kadar böyle bir beklentinin karşılık bulması yüksek ihtimal olmasına rağmen kadını ilk gördüğünde onda oluşan etki sebebiyle kapıdan hiçbir şey konuşmadan eline tabloyu alarak gerisin geri döndü. Ağır çekimde direkten dönen bir futbol topu gibi hissetti kendini asansörden aşağı inerken. Arya'nın Diyar'a mesafe koyuşu profesyonellik gereği idi. Kim bilir kaçıncı yüz, sıradan bir tepkiydi.
Kafasının içindeki öfkeyle Çukurcuma'ya kadar gelmişti Diyar. Arya'nın etkisindeydi. Hem kadından hoşlanmıştı, hem de ona karşı nereye doğru gideceğini kestiremediği bir öfke kabarmıştı. Kafasının içinde dönüp duran, zaman zaman utanmasına, zaman zaman da kendisine öfkelenmesi ile sonuçlanan Arya'ya ait ayrıntıları düşünmekten Çukurcuma trafiği uzaklaştırdı onu.
Yine geldik, park sorununa tosladık demekle sanki kafasının içinde hiç durmadan şişen balonu bir iğne ile patlatmıştı. Park yeri ararken gitmesi gereken adresin önünden geçti. Anca ikinci tur dönüşünde otomobilin zar zor sığabileceği bir yeri gözüne kestirerek, birkaç denemeden sonra aracı bulduğu boşluğa sığdırdı. Diyar otomobili park etti, ellerini göğsünde bitiştirmiş iki esnafın bakışları altında. Kim bilir belki de aracı oraya park edip edemeyeceği üzerine bahse bile girmişlerdi. Çukurcuma'da komşu oldukları Werde ile Funco'ya gelen kim bilir kaçıncı kişiyi inceliyorlardı.
Diyar kendisine kaba ve dik dik bakan iki esnafa hiç aldırış etmedi. Bugün canını Arya'dan daha fazla hiç kimse sıkamazdı.
İki esnaf, Diyar'ın neden gelmiş olabileceğini tahmin ede dursun. Diyar, bir bakışta iki esnafın hakkında kesin bir yargıya varmıştı. Bu ikili, burada Çukurcuma'nın en eski esnaflarından olmalıydılar. Çağı okuyamayarak yaptıkları ticareti her gün biraz daha eriyen, şu aşamada muhtemelen günü kurtarmaya kadar gerilemiş olan ikilinin rahatsız edici bakışlarını hiç umursamadı. Kendilerini kulağı kesik fırlama sanan, belki de Werde ile Funco'ya sulanan birer zavallı idiler. Aracın kapısını kapatırken kendisine bakmaya devam ederek fısıldaşan ikiliye selam vermek üzereyken bundan vazgeçip, ilk defa geldiği Werde ile Funco'nun atölyesine birkaç adım atarak zile bastı. Karaya vurduğunun farkında bile olmayan iki esnafı görmezlikten gelmeyi tercih ederek.
Werde ile Funco, kapıyı gülümseyerek açtı. "Hoş geldiniz."
Hoş buldum, merhaba.
Diyar, Werde ve Funco'yu 8 Mart sergisine almanın yanı sıra, lütfederek atölyelerine kadar gelmişti. Diyar'ın ancak çok önem verdiği sergiler için, değer verdiği sanatçıların eserini toplamaya gittiğini biliyorlardı. Diyar, sanat çalışmalarının yapıldığı atölyeleri gezerek, eserlerin biçim aldığı ortamı görmeye istekliydi. O, bunun farkında olmasa da, bilinçaltında herkesin girip çıkamadığı atölyelerden de besleniyordu. Tabii, söz konusu beslenme farkındalıkla gerçekleşiyordu. Yoksa her bakan göz aynı şeyi görmüyordu.
Diyar, eserini aldığı sanatçıyla, yoğun çalışma temposundan fırsat bulamadıkları ile arayı fazla açmadan, bir araya gelme sebebi yapmıştı bu tür ziyaretleri. Küratörü olduğu ve katılımcısı olduğu sergilerde genelde yüzeysel ve kısa sohbetler edilirdi. Diyar ise kısa bile olsa derinlikli sohbetlerden hoşlanıyordu. Sergilenmek üzere aldığı her eserin hikayesini de atölyeden beraberinde alıp gidiyordu. Bu da sanata derinlemesine nüfuz etmesiyle sonuçlanarak, onu sanat camiasında öne çıkarıp biricik yapıyordu.
Diyar'ın kişi ve olaylara yaklaşımı biraz farklıydı. O, sohbet ettiği kişilerin en çok konuştuğu konuyu ellerinden alsam, bu şahıstan geriye ne kalır diye bakardı. Bu analiz yönteminin kendisi için de başkaları tarafından yapıldığından emindi. Bu sebeple, ilgi alanlarını olabildiğince beslemeye çabalardı.
Derinliğini bir sanat üretimine dönüştürmeyi başarmış sanatçılar, Diyar'ın kendi içinde derinleşmesi için biçilmiş kaftandı. Şimdi karşılıklı oturduğu Werde ile Funco, kendilerine bu gözle bakıldığını asla bilmeyecekti.
Kahve makinesinden kahveleri alan Funco, karşılıklı oturmuş Werde ile Diyar'a katıldı. Diyar, kahveden aldığı ilk yudumdan sonra oturduğu yerden ayaklandı. Onunla birlikte Werde ile Funco da ayaklandı.
Atölyedeki çalışmaları inceleyen Diyar'ın sorularına cevap veriyorlardı. "8 Mart Çalışan Kadınlar Sergisi'ne vereceğiniz eser bu mu?"
Parmağını çapraza doğru doğrultarak bir de şu dedi Funco: "Bu benim çalışmam. Öbürü de Werde'nin eseri."
Çok uğraş verilmiş bir çalışma. Bu kadar genç ve güzel kadınlar olmanıza rağmen, bu iki çalışmada neden olabildiğince çirkin iki kadın figürü var?
Biz, eğer iç dünyamız başkaları tarafından görünüyor olsaydı nasıl görünürdü diye bir fikirden yola çıkarak bu çalışmaları yaptık. dedi Werde. Başıyla arkadaşını onayladı Funco.
"Çok enteresan bir yaklaşım." dedi Diyar ve sustu. Sessizce önce Werde'nin çalışmasını inceledi, sonra da Funco'nun tablosuna yöneldi. Werde'nin çalışmasında duygusal olarak çöküntü yaşayan bir portre vardı. Funco'nun çalışması ise kırılgan aynı zamanda saldırgan bir portreydi.
Diyar portreleri incelerken, çalışmayı besleyen duygu dünyasını anlattı iki kadında. Birbirinden güzel ve zeki bu iki güzel kadından ileriki yaşlarında Werde’nin tam bir çöküntü hali yaşayacağı varsayımında bulundu. Funco’nun ise giderek daha erkeksi bir refleks geliştirerek şahinleşeceği kanaatine vardı. Bu iki kadından anlata geldikleri şeyleri çıkarırsam geriye ne kalır diye düşünürken onlara gülümseyerek veda ediyordu kapının önünde.
Onun gidişini bekleyen, eski kulağı kesik, karaya vurmuş iki esnafın sorgulayıcı ve kıskançlık dolu bakışları altında tabloları bagaja koyarak otomobile binip gitti.
Günün ilk yarısını Arya’nın tavrı yüzünden berbat geçiren Diyar, ikinci yarısında Werde ile Funco’yla yaptığı keyifli sohbetle durumunu pozitife çevirmiş, eve enerjisi hayli yüksek dönmüş olmasına karşın, kapının eşiğine adım atar atmaz eşekten düşmüşe döndü. Yine gelip Belengaz ile aynı çatı altına girmişti.
Katlanılması zor bir şeyden kaçmayı yeltenebilirdi, herhangi bir yere programsız bir seyahat yaparak. Lakin 8 Mart Çalışan Kadınlar Sergisi için bir günü bile boş geçirmeden çalışması gerekiyordu.
Ondan önce gelmiş olan Belengaz’a hissettirmeden odasına çekilip yatağına uzandı. Öfke ile hayranlık arasında seçim yapamadığı zor zamanlarından birini yaşıyordu. Şimdi Arya’ya hayranlık mı duymalıydı? Düşündü. Empati yaptığında kadının ona karşı soğuk, itici tavrının bir mantığı vardı. Ne yani kollarını açarak kapıya gelen her önüne gelene kur mu yapmalıydı?
Eğer Arya Diyar'ın eşi, kız kardeşi veya kan bağı bulunduğu herhangi bir akrabası olsaydı ve kapıya giden Diyar'ın kendisi değil de başkası olsaydı, Arya'nın tavrını ödüllendirilmesi gereken bir tutum olarak kabul ederdi. Ama söz konusu şey kendisine karşı yapılınca gururu kırılmıştı. Öte yandan gelecekteki eşinin tam da böyle olmasını isterdi.
Öyle düşününce Arya gözünde yüceliyordu. Şimdilik hiçbir sonuca varamamış olsa bile kesin olan bir şey vardı; Kadından çok hoşlanmıştı. Arya'nın sade, gösterişten uzak bir kendilik hali vardı. Diyar’ı ise birisine çeken en güçlü şey bu kendilik haliydi.
Diyar üstündeki kıyafetlerle uyuya kalmıştı. Bütün geceyi uyuyarak geçirmiş olmasına karşın yine de yorgun başladı güne. Fiziksel yorgunluktan çok zihinsel yorgunluktu yaşadığı şey. Duş almadan üstündeki kıyafetleriyle uyumuş olmasının da yorgunlukta biraz payı vardı ama onu hayallerini süsleyen Arya yormuştu.
Uyanır uyanmaz aklına Arya'nın kapıyı ona ilk açtığı hali geldi. Dudaklarından istemsizce "Ne kadın ama!" cümlesi döküldü. Birden bire gülümseyerek "Bir tek kendimle konuşmadığım kalmıştı, o da oldu!" diyerek güne kendisiyle dalga geçerek başladı.
Eli cep telefonuna gitti. Saat 10'a geliyordu. Hızlıca duş alarak kahvaltı yapmadan evden çıktı. Otomobili Anadolu yakasına doğru sürmeye başladı. Dolaptan aldığı 3 muzu da 2-3 dakika içinde yiyip bitirdi. İşi başından aşkın olduğu zaman meyvelerle kahvaltı yapıyordu.
Anadolu yakasının kenar semtlerinden birisinde "Gemra" yazılı kapı ziline iki sefer basmasına rağmen ne bir yanıt aldı Diyar, ne de kapı otomatiği açıldı. Halbuki kadının ona attığı mailde evde olacağı yazılıydı. Dikildiği apartman girişine sırtını döner dönmez bir ihtiyar ile burun buruna geldi.
Niye geldin bu kadına? diyerek çıkıştı ihtiyar.
Neye uğradığını şaşıran Diyar, kendisini sorguya çekmeye kalkana ihtiyarı paylamak yerine geliş nedenini açıkladı. Ağzından çıkan cümleye pişman olması, cümlenin ihtiyar üzerindeki etkisini geri almaya yetmedi. İhtiyar, birden ateşe atılan tuz gibi parlayarak, sinirli sinirli konuşmaya başladı.
Onun resimleri satmıyor, boşuna gelmişsin. Geri git! Altı aydır kira ödemiyor. Ben onun ev sahibiyim. İhtiyarın öfkeden yüzü kızarmıştı, gözlerinden alevler çıkıyordu.
Diyar, bir cümle kurmuştu sadece. Ona karşılık ihtiyar susmak bilmiyordu. Üstelik konuşurken, sesini kalabalık bir topluluğa duyurarak haklılığını ispatlamaya çalışır gibi bir haleti ruhiyesi vardı. Sesi de yaşına göre çok yüksek çıkıyordu.
İçeride o içeride, ben kapının önündeyim diye sana kapıyı açmadı. Dediğinde, içinde bulunduğu durumdan dolayı Diyar’ı büyük bir utanç duygusu sardı. Hani yer yarılsa da içine girsem denilen türden bir utanç. İhtiyarın söylediği her şeyin, binanın giriş katındaki Gemra tarafından duyulduğundan emindi.
Yüksekçe bir sesle konuşan ihtiyarı duyuyor olmasına rağmen hiçbir şey anlamamaya başladı. İhtiyar homurdanıp dururken, Gemra'nın içerideki hali canlandı Diyar'ın zihninde. Yere çömelerek sırtını koridorun duvarına yaslayıp perişan bir şekilde ihtiyarın homurdanmalarını dinliyor olmalıydı.
İhtiyarın ne susmaya niyeti vardı ne de Diyar'dan ayrılmaya.
Diyar, içine düştüğü utanç verici durumdan kurtulmak için çekip gitme isteğine kapıldıysa da, bu düşünce şimdilik onun içinde düştüğü zor durumdan kurtarmaya yetse bile, az bir zaman sonra daha derin bir utancın girdabına girmesine neden olacaktı. Konuşulan her şeyin Gemra tarafından net biçimde duyulduğundan emindi ve çekip gitmesi, Gemra'ya sırtını dönmesi demekti. Bu da belki de üstesinden gelmeye çalıştığı çöküntü halinin katlanarak Gemra’yı bir silindir gibi ezmesiyle sonuçlanması demekti. Zaten halihazırda altı aylık kirasını ödeyemeyecek kadar müşkül bir duruma düşmüştü.
Dönüp ihtiyara baktı. Hayattan nasibi çalışmaktan ibaret olan, bedeni üzerinde çok büyük tahribatlar bırakarak yıpranmasıyla sonuçlanan çalışma hayatı ileriki yıllarında emekliliğinin yanında kiraya verebileceği bir konut edinmeyi başarmış ama insanca yaşamayı ıskalamış, yarı köylü aksanıyla konuşan ihtiyarın ağız kokusuna katlanarak sabretmeye çalıştı.
Hiç tepki vermeden homurdanmalarına kayıtsız kalan Diyar’dan sıkılıp birkaç adım uzaklaştı ihtiyar.
Diyar sessizdi fakat ihtiyarın hayatıyla ilgili çıkarımlarda bulunmaya çalışıyordu. Memleketini terk ettiği zaman kim bilir nasıl bir delikanlıydı diye acıyan gözlerle baktı ihtiyara. İhtiyarın bilinçaltı uğruna gece gündüz durmadan çalışarak elde ettiği konutunda onun hiçbir zaman yaşayamadığı kadar konforlu yaşayan, kendisini hiç mi hiç yormayan birinin kira ödemeden yaşaması ve bunun karşısında aciz kalmasının dışavurumuydu öfke dolu ses tonu.
Yalın bir göz ile bakıldığı zaman bütün öfkesi kadınaydı. Ama olayın iç yüzüne biraz nüfuz edince ki Diyar bu ihtiyarın iç dünyasının nüfuz etmeye başlamıştı. İhtiyarın bağırır gibi konuşmasının altında yatan neden kendi merhametine olan öfkesiydi. Yaşam tarzını beğenmediği kadının kolundan tutup konutundan kapı dışarı edememiş olmanın doğurduğu gerilimi yaşıyordu. Yani öfkesi kadına yönelik olmasına karşın ondan daha fazla kendisine yönelmişti. Kim bilir kaçıncı kez yönetmeyi beceremiyor, kendi öfkesinin hışmına uğruyordu ihtiyar.
Bir kaç dakika önce ihtiyardan tiksinen Diyar şimdi ona acıyan gözlerle bakıyordu. Yanına muhtemelen karısı olan, onun gibi ihtiyar, belli bükülmüş, hayatın cömert davranmadığı yaşlı bir kadın gelip koluna girerek hiç konuşmadan onu teskin edip bahçenin ortasında bulunan banka götürüp oturttu.
Bu iki ihtiyarın çok zor bir hayat yaşadıkları her hallerinden belliydi. Ahir ömürlerinde yaşamları boyunca onlardan esirgenen şefkati hak etmediğini düşündükleri ressam bir kadına göstermek zorunda kalmaları onlara ağır geliyordu.
İhtiyar kapının önünden biraz uzaklaştıktan sonra, kapı otomatiğine basılıp ana giriş kapısı açıldı.
Diyar mahçup ve son derece üzgün biçimde, çekingen adımlarla Gemra'nın kapısında durdu. Gemra'nın kapısı aralandı. Matemdeki bir insanın yüz ifadesi ile, üstünde gece giyilen eşofmanlarıyla, utancından başı önünde Diyar'a kaçamak bakabildi. Sadece bir kez, sonra yine başı önüne düştü. Bakışları ayaklarına kaydı. Gemra'yı o halde görmek Diyar'ı derinden etkiledi. Kadının üstündeki kıyafetlere ve vücut diline bakılacak olunursa, derin bir depresyondaydı. Bunu anlamak için psikolog olmaya filan gerek yoktu.
Karşılıklı duran ikili, az önceki hiçbir şeyi hiçbir zaman hatırlamak istemeyecek, aynı zamanda unutmayacaklardı. Ev sahibinin Gemra'nın psikolojisi üzerinde yol açtığı tahribat kolay atlatılacak cinsten değildi. Eğer Gemra bunun üstesinden gelmeyi başarabilirse, hayatta önüne çıkacak olan hiçbir engeli tanımazdı. Diyar'ın istemeden sebep olup ihtiyarın yarattığı tsunami dalgası, onun baş etmeye çalıştığı başka bir açmazını da besleyip tetikleyerek bir daha toparlanmamak üzere yitip gitmesine de neden olabilirdi. Gemra'nın baş etmeye çalıştığı şeylerin sayısının birden fazla olduğu çok açıktı. Diyar kadının sadece başarılı olmasını dileyebilirdi. Onun için elinden gelen pek bir şeyi yoktu.
Herkes bu yolu bir başına yürümek zorunda.
Yol gösteren kendini bilmez,
Kendini bilen seni götüremez.
İnsanın yeryüzü deneyimi çok enteresan bir serüvendi. İhtiyaç duyulduğunda genelde etrafında kimse olmazdı. Ayağı kayanın tutunarak eş, dost eli aradığı zaman, çok ilginç bir biçimde herkesin o anda bir işi çıkmış olurdu. Müşkül durumdaki kişi acılarını tek başına, ağır çekimde yaşamak zorunda kalıp toplumsallıktan bireyselliğe doğru itilirdi.
Gemra tabloyu uzattıktan sonra, bir an önce gitmesini umar gibi donuk bir yüz ifadesi ile, ruhsuz bir biçimde öylece yere bakıyordu. Diyar teşekkür ederken, niye teşekkür ettiğini o da bilmiyordu. Öne doğru eğilimi reverans ederek, gülümsemeye çalışır gibi dudağını yana doğru yayarak vedalaşıp, sırtını dönüp gitti. Elinde tuttuğu tablonun sergide alıcı bulmasını dileyerek.
Acaba binip emniyet kemerini takarken, sergide tablonun daha kolay nasıl fark edilebileceği üzerinde düşündü. Zira en çok göze çarpan tablo, daha fazla dikkat çekerek satın alınıyordu. Şu aşamada Diyar'ın hissettirmeden Gemra'ya yardım için yapabileceği tek şey buydu ve tabloların yerleşim şeması üzerinde henüz çalışmadığı halde, sergi alanının en iyi yerini şimdiden Gemra'nın eserine ayırmıştı.
Bu belki Diyar'ın vicdanlı olmasıyla alakalıydı. Belki de ihtiyarın homurdanmasına sebep olduğu için duyduğu suçluluk psikolojisinin telafisi içindi. Sebep ne olursa olsun, sonuç Gemra'ya yarıyordu.
Günün daha ilk yarısı olmasına rağmen, sanat galerisine dönmüş Gemra'dan aldığı tabloyu karşısına almış, sessizce seyrediyordu. Gemra'nın tablosunda çok mutlu bir kadın portresi vardı. Sanki onun erişemediği hayalindeki mutlu, gamsız, kedersiz, ideal kadını resmetmişti.
Diyar, günün noktalamıştı. Gemra'nın kapısının önünde yaşadıkları, bütün enerjisini hiç beklemediği bir anda, kamburu çıkmış bir ihtiyar süngerin suyu emmesi gibi emip tüketmişti. Öyle ki Diyar, kendisini sanat galerisine ancak atabilmişti. İşin iyi tarafı, gelip giden birisiyle konuşmak zorunda kalmamasıydı. Galeriye kimse gelmemişti.
Diyar, dibe vurduğu zamanlarda toparlanmak için ihtiyaç duyduğu ideal ortam kendiliğinden oluşmuştu. Yoksa sanat galerisinde de duramaz, kalabalıklar içinde bile olsa kimseyle iletişim kuramayacağı bir yere giderdi.
Her insanın içine düşülen zor durumlardan çıkış yöntemleri farklıydı. Diyar'ın yöntemi, kendi kabuğuna çekilip içsel diyaloglarına odaklanarak yaşadığı şeyi bir sonuca ulaştırmaya çalışmak oluyordu. Aradığı sonuca çoğu zaman ulaşamasa da bu yöntemden asla vazgeçmemişti. Hem kabuğuna çekilip sessizce derin ve uzun uzun düşünmek, çok da bilinçli bir seçim değildi. Kendisini bildi bileli böyle olmuştu ve bunda bir terslik görmeyerek değiştirmeye çalışmamıştı.
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi öğretim görevlisi olan Ülkü'nün eserini almak için güzel sanatlar fakültesindeydi. Diyar'a doğru kalçadan kibir yüklü adımlarla Ülkü geliyordu. Kadın yaklaştıkça Diyar'ı negatif bir duygu sarmaya başladı.
Bu kadını öteden beri tanıyordu. Üniversiteden öğretim görevlisi olacak kadar entelektüel derinliği yoktu. Entelektüel derinlik bir yana, kadın toplumun ortalaması ile kıyaslanırsa bile sığ kalırdı. Kadın akademide öğretim görevlisi oluvermişti. Akademideki yetersizliğin yarattığı koskocaman açığı kalçadan attığı kibirli adımlarla kapattığını sanıyordu.
Ülkü gibi birisinin evinde oturmasını sağlayarak maaşa bağlanması ülkenin gelişimi için daha faydalı olurdu.
Akademide ülke gençliğinin eline düşerek muhtaç olduğu kadına bakarak öğrenciler adına üzüldü. Bu kadın hiç kimsenin ama hiç kimsenin ufkunu açamazdı. Olsa olsa potansiyeli olan gençlere ızdırap olurdu.
Bu kadınla çok seyrek, anca sergilerde karşılaşırsa kısacık sohbetleri oluyordu. Bir öğretim görevlisinden beklenen hiçbir şeyi karşılamıyordu; ama resimde biraz kabiliyeti vardı. Ürettiği eserler aranan şeyler olmasa da sergilerde çalışmaları sırıtmıyordu.
Kadın değil entelektüel, çağdaş bile değildi. Cumhuriyetin müthiş bir atılım olduğunu savunuyordu. Bu savın neye dayanıyor sorusuna, okuma yazma oranlarındaki artış diye cevap veriyordu. Oysa o zaman dünya hemen hemen her yer benzer durumdaydı. Her kıyas kendi dönemiyle yapılabilirdi; ama bu kadına bunu kim anlatacaktı?
Herkese verdiği ve sık sık tekrarladığı değişmeyen cevabı Diyar'a da vermişti. O cevabı duyduğu günden beri kadına mesafe koymuştu. Böyle bir kadınla ciddi şeyler konuşmak zekaya hakaretti.
100 yılı aşkın cumhuriyet tarihinde dünya ticaretinden alınan pay yüzde bir dolayındaydı. Bir cümleye sığdıracak kadar basit bir gerçeği anlamamak bağnazlık ile açıklanabilirdi. Ülkü ise geri kalmışlığı dinci bağnazlara bağlıyordu. Belki de kendisinde olanı başkasına layık görerek kusurlarından arınıp temize çıktığını sanıyordu. Bu kirli düşünce üniversiteye ahbap çavuş ilişkileri sayesinde kapağı atmıştı, bir daha ayrılmamak üzere.
Bu zihniyetle bir yere ulaşılamayacağı çok açıktı. Daha önce çok düşünmüştü Diyar, akademisyen geçinen çapsızları dağıtmak mümkün mü diye. Evet, bu belki mümkündü; fakat onların yerinin nasıl doldurulacağı ile ilgili hiçbir fikri yoktu.
Özelde bu akademiler, genelde ise ülkeye yapıcı bir yıkım gerekiyordu. Ama nasıl, çözüm önerisi geliştiremeden tükeniyordu Diyar'ın zihnindeki aktiviteler? Batı tarzı giyinip yaşamayı ilerleme sanan bu vasat tiplerden kalkınma hikayesi beklemek ihtimal dahilde bile değildi.
Fakat asıl sorun akademi değil toplumdu. Neticede akademi de bu toplumun içinden çıkıyordu ve toplumun karakteri vasat ve seviyesiz bir kurnazlıktı. Toplum değişmeden diğer her şeyin değişme ihtimali yoktu.
Diyar'ın yanına kadar gelmiş olan Ülkü'nün yüzünde samimiyetsiz bir gülümseme vardı. Belki de haklıydı. Diyar'ın yaptığı programa göre dün öğleden sonra gelip tabloyu alması gerekiyordu.
Hemen karşılık buldu. Samimiyetsiz gülümseme şap diye Diyar'ın yüzüne de konmakla kalmadı, güçlenmiş bir biçimde geldiği yere geri verildi.
Selam.
Selam. Dün siz geleceksiniz diye bekliyordum. Bütün öğleden sonrasını boş geçirdim. Derken bir açıklama ve özür bekliyordu Ülkü. Alt mesajı ise “Meşgulüm. Bir daha kıymetli zamanımı harcama cüretinde bulunma.” demekti.
İstenen mesajı aldı, fakat tepkisiz kalmaya karar verdi Diyar. Bir açıklama yapma gereği duymadı.
Elbette her şey her zaman planlandığı gibi yürümüyordu. Özellikle İstanbul trafiği hesaba katılırsa. Ayrıca dün Anadolu yakasında Avrupa'ya geçerken Ülkü'yü arayıp gelemeyeceği bilgisini vermişti. Ama Ülkü, çok önemli şeylerle uğraşıyormuş imajı çizmek için kendine göre akıllıca, dışarıdan bakılınca ise gülünç bir çıkış yapmaktan kendisini alamamıştı.
Diyar bir an, "Aklımla alay edilmesinden hiç hoşlanmam." diyecek oldu ama ulu orta saçma sapan bir didişmenin içine girmemek için bundan vazgeçti. Susmaya devam eden Diyar, hiç haz etmediği Ülkü'ye "Evet" demekle yetindi ve "Hadi tabloyu alayım" der gibi koluyla bir hareket yaptı.
İleriye doğru bir adım atarak yürüdü. Gelip güvenlik kulübesinin önünde durdular. Hani tablo nerede der gibi ülkeye baktı Diyar.
Ülkü, güvenlik görevlisine dönerek, "Tablo geliyor mu?" diye sordu.
Evet, Ülkü Hocam. Az önce arkadaş almaya gitti. Şimdi gelir." dedi güvenlik görevlisi ve sustu.
Zamanım çok değerli. Bir daha boşa harcama." diyen Ülkü'nün tablosu henüz hazır değildi. Birkaç dakika içerisinde gerçekleşen çelişkiye canı sıkılsa da hiçbir şey demeden susmaya devam etti. Zaten bu kadından başka ne beklenirdi ki diye düşünerek.
Sessizliği güvenlik görevlisi bozdu. "Hocam, dışarısı soğuk. Buyurun içeri girin" diyerek.
Hayır, böyle iyi.
Sanki Ülkü için bir şeyler yapmak zorundaymış gibi. "Hocam, kahve ikram edeyim size." dedi bu sefer güvenlik görevlisi.
Kahve ikramına da burun kıvırdı Ülkü. Belli ki güvenlik görevlisini alt bir sınıf olarak görüyordu. Onun seviyesine ve standartlarına inmek istemiyordu. Ülkü, güvenlik görevlisinin seviyesine inmemek için ne kadar ısrarcıysa, güvenlik görevlisi de onu çekmek için o kadar ısrarcıydı. Aralarında adı konulmamış bir güç mücadelesi yaşanıyordu.
Sessizliği yine güvenlik görevlisi bozdu. Parmağını doğrultarak bir ağacı gösterip, "Hocam, şu erik ağacımız çok güzel eriği olur. Baharda bekleriz. Şuda kiraz ağacımız, bunun da çok güzel kirazı olur." dedi. Kendince bir şeyler konuşmuştu ama koskocaman öğretim görevlisinin ne erik yemeye ne de kiraz yemeğe gelmeyeceğini gayet iyi biliyordu. Hem zaten gelse bile tadımlık erik ile kiraz bulabilir miydi o da garanti değildi. Zira ikişer kişiden üç vardiyalı güvenlik noktasının yanındaki erik ağacının erikleri kiraz ağacının da kirazları tam olgunlaşmadan bitiyordu. Sonra ihtiyacı mı vardı Ülkü'nün erik veya kiraza?
Diyar, güvenlik ile Ülkü arasında geçen konuşmalara tepkisiz kalarak dinlemeye devam etti. Bir ara ısrarla kendini kabul ettirmeye çalışan güvenlik görevlisinin yerine utanarak onlardan uzaklaşma isteğine kapılsa da yerinden kımıldamadan, üşüyen bacaklarını hafif hafif hareket ettirmekle yetindi. Başkasının yerine utanmanın kendisiyle ilgili bilinçaltı bir takım gerçeklerin izdüşümü olabilir mi diye düşünmeye başlamışken, diğer güvenlik görevlisi çok önemli bir işi kotarmış gibi bir havayla çıka geldi.
Tablo ilk önce Ülkü'nün eline, onun elinden de Diyar'a geçti. Diyar, Ülkü'ye "görüşürüz" diyerek sırtını dönüp gitti.
Diyar, Sarıyer'in içinden geçerek İstanbul'un oksijen deposu, şehrin ciğeri olarak kabul edilen Kuzey ormanlarının içine daldı. Asfalt yoldan çıktıktan sonra, neredeyse hiç kullanılmayan, sağlı sollu ağaç dallarının feverans ettiği stabilize yolda bir hayli ilerledikten sonra, emektar sanatçının yaşadığı kulübesi göründü. Kış olmasına karşın etrafı yemyeşildi.
Emektar sanatçının yaşadığı yer basit bir prefabrik yapıydı. Hepi topu yirmi metrekarelik bir yer.
Emektar sanatçının çalıştığı yer ise yaşam alanın iki katıydı. Büyük bir liman konteynerı getirip yerleştirmişti. Konteynerın içine yaptığı raf sistemi sayesinde hem eserlerin depolama hem de emektar sanatçının üretim alanıydı.
Emektar sanatçı, güneş panellerinden elde ettiği elektrik ile ihtiyaç duyduğu enerjiyi de üretmişti. Burası, bir tür kendi kendine yeten mikro bir komünite olmuştu.
Emektar sanatçı konteynerleri ormanın içine öyle rastlantısal koymamıştı. Doğa tutkusu sebebiyle bahar aylarında başlayan ve sonbahara kadarki süre boyunca doğada değişik yerlerde her fırsatta kamp kurardı. En son ev kirasıyla birlikte atölyesine verdiği kira külfeti onu defalarca kamp yaptığı küçük bir su kaynağının olduğu buraya gelmeye zorlamıştı.
Diyar buraya geldikten sonra gitmek istemezdi. Yaprakları yaz kış dökülmeyen çam ormanının içinde bir defne ağacının hemen altındaydı. İçinde yaşadığı doğaya zarar vermeden etrafını bir hayli güzelleştirmişti emektar sanatçı.
Öyle ki geçen yaz buraya geldiğinde her taraftaki rengarenk çiçekler ile bitki örtüsünden bir hayli etkilenmişti Diyar. Emektar sanatçıya "Bana cenneti tasvir et deseler herhalde hayal edilebileceğim en mükemmel şekli bu olurdu" dedirtmişti bulunduğu yer.
Tepenin zirve noktasından aşağıya vadiyi en iyi gören yerdeydi. Kışın daha yoğun olmakla birlikte sabahları vadiyi bir sis bulutu kaplar, kahvaltısını yukarıdan sis bulutuna bakarak yapardı emektar sanatçı.
Emektar sanatçının kendisi gibi emektar olan eski model otomobilinin arkasında durarak araçtan aşağıya indi Diyar. Birbirine yandan vadiye cepheden bakan konteynıra doğru yürüdü.
Konteynerın vadiye bakan cephesi tamamen cam olduğu için, sallanan sandalyesinde ileri geri sallanıyordu emektar sanatçı. Kapı tıklandığında, emektar sanatçı kimin geldiğini biliyordu.
Ara sıra konuk kabul etse bile ona haber vermeden hiç kimse ormanın içinde o kadar uzun mesafeyi gitmek istemediği için habersiz çat kapı gelen konukları hiç olmamıştı.
Diyar yol sayılmayacak kadar kötü olan ormanın içinde ilerlerken önünden tek sıra halinde bir yaban domuzunu yavrularıyla birlikte görmüştü. 15-20 metre önünden geçen domuz sürüsünü ürkütmemek için hemen frene basarak durmuş, ışıldayan gözlerle kendi doğal ortamındaki bu sevimsiz canlıları seyretmişti.
Hoş geldin evlat, dedi gülümseyen yüzü kirli sakalıyla saçı birbirine karışmış emektar sanatçı.
Diyar ile emektar sanatçı samimiyet yüklü bir biçimde kucaklaştı.
Abi, özledim seni ya hu.
Ben de özledim evlat. Her ne kadar yaşadığım yere gelmek ürkütücü görünse de kapımız sana her zaman açık.
Evet abi, tabii ki biliyorum. Bu sefer arayı açtık biraz. Fakat biliyorsun, ülke ağır bir ekonomik krizden geçti. Şu sıralar işleri düzene sokmaya çalışmakla meşgulüm. Aslında bakarsan bu bahane değil. Boş zamanlarda, daha doğru bir ifadeyle işlerin az olduğu zamanlarda dostları ziyaret etmek daha zor. İnsanın kılını kıpırdatacak hali kalmıyor.
Doğru evlat. Bilmez miyim, uzun süren dar boğazların insanı nasıl sıktığını.
Nasıl olacak bu işlerin sonu abi? Şahsen yurt dışına gitmeyi çok ciddi düşünmeye başladım.
Bana soracak olursan hemen git. İşlere gelince daha kötüye gidecek. Ekonomisi bize benzeyen ülkelerde girilen dar boğazında ilk vazgeçilen şey sanat oluyor. Ekonomik krizden en önce bizim camia etkilenmeye başlıyor. Ekonomik veriler düzelince de en son biz faydalanmaya başlıyoruz.
Abi, biraz çekincelerim var.
Nedir? Söyle bakalım evlat.
Abi, ağır aksak da olsa burada kurulu bir düzenim var. Gelirim ile giderim kafa kafaya gelse de acaba diyorum, şimdi yurt dışına gitmek için doğru bir zaman mı? Çünkü orada her şeye sıfırdan başlamak durumunda kalacağım. Bu riski almaya değecek mi?
Bence değer.
Peki abi, sen hiç buralardan çekip gitmeyi düşündün mü benim yaşlarımdayken?
Hayır, düşünmedim.
Peki buna hiç düşünme git diyorsun abi?
Benim şartlarım çok farklıydı. Arkeolojik kazılara gidiyordum. Yaz sezonu boyunca oradan iyi gelir elde ediyordum. Yoksa tek başına sanat üretimi ile ayakta kalmanın imkanı yok. Eğer ben de şu an senin şartlarında ve yaş aralığında olsaydım hiç düşünmez giderdim. Yalnız ilk başlarda çok zorlanırsın. Yeni bir çevre edinmek hiç kolay değil.
İşte beni düşündüren şey de bu abi. Avrupa'da insanlar bizim gibi sıcakkanlı değil, daha bireysel ve mesafeliler. Nasıl olacak orada tutunmak, zaman alır gibime geliyor.
Peki sana bir soru sorayım o zaman.
Sor abi.
Çevre üretmek sebep mi sonuç mu?
Açıklar mısın abi.
Bak, vasat insanlar çevresi sayesinde bir şeyler üretebilirler. Vasat insanları içinde bulundukları sosyal dokunun dışına çıkarırsan, Sudan çıkmış balığa dönerler. Ama üreterek çevre edinen insanlar gittikleri her yerde tutunmayı başarırlar. Sen çevreye ihtiyaç duymadan üreterek var olmayı başaracak yetkinliktesin. Bu yüzden gitmen senin için kalmaktan daha faydalı olacaktır. Korkma evlat, birine faydalı olan şartlar bir başkasına zararlı bile olabilir. Bu insanın potansiyeliyle ilgili.
Anladım abi? Biraz daha rahatladım. Kaygılarımın yersiz olduğunu bana daha iyi hiç kimse anlatamazdı.
Bak evlat, kaç yaşına geldim? Duayeni olamam lazımken, camiada ismimin esamesi okunmuyor. Fakat yine de katlanmak zorunda kalıyorum. Çünkü kendimi camiadan soyutlarsam, o zaman hepten silinip yok olurum. Bu saatten sonra vaziyeti idare edersem, benim için yeterli. Ama sen mevcutla yetinmek zorunda değilsin.
Abi, Güzel Sanatlar Fakülteleri durmadan yeni mezunlar veriyor. Buna ne diyorsun?
Hiçbir şansları yok evlat, hiç şansları yok. Bakma sen şimdi etrafta havalı havalı dolandıklarına. Çok azı hariç, yaşamak için ihtiyaç duyacakları parayı başka işler yaparak kazanacaklar. Sanattan para kazanacak olanlar ise, yeteneklerinden çok içine girdikleri çevrenin etkisiyle tutunacak. Kendilerinden verecekleri şeyler karşılığında.
Abi, karşılıksız hiçbir şey olmuyor galiba bu dünyada.
Çıkar ilişkileri de çeşitlidir. Toplumları bir arada tutan şey çıkarlardır. Çıkarlar, menfaatler sona erince bütün birliktelikler, ama bütün birliktelikler sona erer. Bu menfaatler örgüsünde, makbul olanlar, pozitif şeyleri yüklenmiş olanlardır.
Pozitiften kastını biraz açar mısın abi?
Her enerji kendi cinsinde huzur bulur. Eğer kişiyi iyiliği yüklenmiş ise iyilik yüklenmiş kişilerle bir arada olmak ona keyif verir. Aynı şey kötülük için de geçerlidir. Bak bir etrafına, güzel kalpli evlat. Senin çevrende hiç kötü kalpli insan var mı?” diyene kadar Diyar’ın başı önüne düşmüş, emektar sanatçıyı dinliyordu. Başını kaldırdığında ona bakan emektar sanatçı, Diyar’ın gözlerinde yeni bir farkındalığa sebep olduğunu gördü.
Diyar, bir kaç saat sonra gitmek üzere ayaklandı. Elindeki tabloyu bagaja yerleştirdikten sonra otomobilin kapısını açıp emektar sanatçıya doğru baktı. Bir babanın oğluna şefkat dolu bakması gibi bakışlarla karşılaştı. Duygusallaşan Diyar, cümle kuramadı. Sağ elini kalbinin üstüne götürerek başını aşağıya doğru eğip vedalaştı.
Emektar sanatçı da aynı anda elinin kalbinin üstüne götürüp karşılık verdi. Diyar, ana yola çıktığında ormanı karanlıklara terk etmişti. Güneş batmaya yüz tutmuş, ormanın içini aşağıdan başlayan bir karartı sarmaya başlamıştı. Otomobil ile ilerlerken dalıp gitmişti. Hani aracındaki şerit takip sistemi verimli çalışmıyor olsa, aşağıdan yukarıya doğru karanlığın teslim aldığı ormanın içine dalması an meselesiydi.
Diyar evin önünde durduğunda, o kadar yolu nasıl katettiğini o bile anlamamıştı. Kendisinde oluşan farkındalığın üstünde düşünmüş, vardığı sonuç onu ziyadesiyle memnun etmişti. Gerçekten çevresinde kötü kalpli kimse yoktu. Her meslek erbabında ve sosyal ortamda olduğu gibi sanat camiasında da kötü kalpli insanlar vardı. Onlardan bazıları ile sık sık çalışıyor olmasına rağmen Diyar, onlarla hiç samimiyet geliştirmemişti. Kötü kalpli kimselerle ne kadar yakınlık kurmaya imtina ettiyse onlar da Diyar’dan aynı oranda uzak durmuştu. Emektar sanatçı toplumu çok iyi gözlemlemişti. İyi kalpliler iyi kalplilerle, kötü kalpliler de kötü kalplilerle samimiyet kurup dost oluyordu.
Yatağına sırt üstü uzanıp düşünmeye başladı. Diyar'ın zaafı olacak kadar içine çok düştüğü düşünce, söz konusu başka bir ülkeye çekip gitmek olunca hiçbir şey üretemez olmuştu. Gelecekteki olası başka bir ülkedeki hayatı hakkında hiçbir şey düşünemeyince, zihni Emektar sanatçının bir tespitine yoğunlaştı.
Bak evlat, ben bu yaşta halen şu ikinci el otomobil için kredi ödüyorum. Yaşın ilerledikçe bana benzemeye başlayacaksın. Ben sende gençliğimi görüyorum. Sen çok iyi niyetli, kimlik sorunu olmayan kişiliği geride bırakalı çok olmuş, kendiliğe yol alıyorsun. Ama bu sosyal haliyle genelde bu ülke, özelde sanat camiası kurtlar sofrası seni çiğ çiğ yerler, çok büyük acılar çekersin. Diyelim ki benim tezim karamsar, yani iyimser olmak gerekse bile benim yaşadığım akıbet kollarını açmış seni bekliyor olacak.
Ben de kendini izle evlat, ben de kendimi izle. Zamanı gelince bana dönüşeceksin. Çok geç olmadan yeni bir hayata atılmak için çek git buralardan.
Diyar uykuya dalana kadar kafasının içinde Emektar sanatçının "Git buradan" cümlesi dönüp durdu.
Ertesi sabah Belengaz'ın varlığını unutmuştu. Belengaz'ın düşünemeyecek kadar kendisiyle meşguldü. Şimdi misafiri olan ve yeni bir başlangıç uman Belengaz'ı bekleyen her zorluk, ülkeyi terk edip gidecek olan Diyar'ın kendisi için de gideceği ülkede geçerliydi. Bir de nasıl olacaktı? Gittiği yerde birisine tutunması gerekiyordu.
Diyar olmasaydı Belengaz, aynı ülkedeki bir şehirden diğerine bile gidemeyecek iken, o İsveç'e gitmeyi planlıyordu.
Diyar kahvaltı masasına oturduğunda saat 10 olmuştu. Kendisine kahvaltı hazırlarken zihni İsveç'te tutunacak bir şey aradı durdu.
Emektar sanatçının dediği gibi, sahip olduğu onu bir yerde tutup ileri taşıyacak olan tek şey, mesleki becerileriydi. Öteden beri insanın kendisine bakış açısı hep sorunluydu. Ya kendisine fazla değer atfeder, kendini gözünde büyütüyordu ya da sahip olduğu potansiyelin farkına varamazdı.
Şimdilik ülke sınırları içinde kendisine hak ettiği değeri verip, sahip olduğu mesleki yetkinliğin farkında olan Diyar, söz konusu başka bir ülke olunca kendini tedavülden düşmüş bir banknot gibi hissediyordu. Belki de haklıydı. Kim bilir, İsveç'e giderek bunu test etmeden hiç kimse gerçeği öğrenemezdi.
Kadına doğru ilerlerken Diyar'ın ayakları geri geri gidiyordu sanki. Merve'den hiç haz etmiyordu. Ara sıra da olsa, onunla çalışıyordu. 8 Mart Dünya Çalışan Kadınlar Günü'nde de Merve'nin eseri kendisine yer bulmuştu. Aslında Diyar, onu sergiye dahil etmeyebilirdi. Ama başarılı sergilerin tek yönlü değil, çeşitlilik ve karşıtlılıktan geçtiği için bir yerde zorunluluktan dahil etmişti.
Başarılı işler duygusallıktan uzak olanlardı. Diyar, Merve ile Ülkü'den hiç hazzetmiyordu. Sanki bu iki kadın vasat bir enerjinin bir prizmaya yansıyarak kırılıp ikiye ayrılmış şekli gibiydiler. Dış görünüş olarak birbirine hiç benzemiyor olsalar bile.
Her iki kadın da birbirini ülkedeki gelişimin önündeki engel olarak görüyordu ve kendi dünya görüşlerini ötekine dayatıyordu. Birbirine karşıt olsalar bile aynıydılar.
Ülkü, neredeyse bir asır öncesine ait vasat sloganların izdüşümünde aktif olarak belki de hiç düşünmemiş olmasına rağmen düşündüğünü zannediyordu.
Merve ise 100 yılın da öncesini referans alarak kalkınma ve gelişmenin temelde dine bağlılıktan geçtiğini savunuyordu. Ahlaksız kabul ettiği Avrupa'ya öykündüğü çelişkisinin ise farkında olmayacak kadar vasat bir kimlik edinmiş birisiydi. Muhafazakar kimliğini ayıplarını örten bir örtü olarak kullandığı dışarıdan bakılınca çok net görünüyor olsa bile, Merve’nin bunu anlaması kimlik belasından kurtulup kişiliğe doğru gitmesine bağlıydı.
Her ikisi de batının topluma bütün değerlerini benimsetip kabul ettirmesinin mal ve hizmet üretiminden kaynaklandığının farkında değildi. Teşhis edilemeyen bir şeye çözüm üretmek ise imkansızdı.
Ülkü ile Merve, aslında aynı ama birbirinden çok farklı iki benzemezin elinde bir şey kalıyordu; Toplumu yetersiz bulup suçlayarak bir sonuca varmak.
Hatta sanatın toplumu ileriye taşıyacak yegane araç olduğunu, ama bunun için toplumun sanata ilgi duyarak sanatı anlaması gerektiğini savunuyorlardı.
Öteden beri anlayışsız ve gelişime kapalı olduğunu söyleyip, kınadıkları halkın vergilerinden beslenen belediye ile kamu kurumlarının en büyük işverenleri olduğunu hiç umursamıyorlardı.
Diyar, Ülkü ile Merve gibilerden tiksiniyordu. Çünkü Diyar çok iyi biliyordu ki bu tipolojideki insanların milli, kutsal veya evrensel kimlikleri ne olursa olsun yapabilecekleri kötülüğün ortaya çıkması sadece bir zemin meselesiydi.
Şimdiki zemin, kendisi gibi olmayanları suçlamaya yetecek kadar onlara cesaret veriyordu. Şartlar değişime uğrayıp yapacakları kötülüğe rağmen güvende olacaklarını anladıkları an içlerindeki şerrin kapıları sonuna kadar açılmış olacaktı.
Eğer şartlar bu tiplerin lehine gelişirse, Ülkü ve Merve’nin başvuracakları kötülüğün boyutunu tahmin edemiyordu. Bunun örneklerini dünya çok yaşamıştı.
Diyar'ın ülkeden çekip gitme sebepleri arasında Ülkü ve Merve zihniyetinin toplumda ezici bir çoğunluğa ulaşmış olmasının da büyük payı vardı. Ve kesinkes haklı olduğunu düşünüyordu. Zira bu coğrafya 6-7 Eylül Olayları gibi pogromlar bile görmüştü. Bir gün önce beraber yemek yiyerek bir şeyler paylaşılan komşunun ertesi gün canına kast edilebileceği, namusuna göz dikilip malının elinden alınabileceği sadece ama sadece bu fiillere kalkışanların cezasız kalacaklarını sezmeleri kadar yakındı.
Ve toplum denilen vasat sürü psikolojisiyle harekete geçince onu durdurmak pek olası değildi. Güçlü bir selin önüne katıp sürüklediği şeyler gibi topluma mal olmuş bütün erdemleri önüne katıp sürükleme gücüne ulaşıyorlardı.
Merve'ye görür görmez içinden bir şiir okudu Diyar.
Dinin senin olsun, rengin hangi renk ise hak o olsun.
Varsın en büyük iman sende olsun.
Namuslu olmak en çok sana yakışsın.
Bana bir tek adaletin lazım, gerisi senin olsun.
Merve, retorik düzeyde adil olmadığı gibi ahlaksızdı aynı zamanda. Muhafazakar yaşam tarzı dayatmasını haklı buluyordu. Geçmişte muhafazakarlara sekülerler tarafından seküler yaşam tarzının dayatıldığı gibi, o da muhafazakarlığın dayatılmasını haklı buluyordu.
Muhafazakarlığın ilahi kaynaklı olduğunu sanması, kendisini üstün meziyetlere sahip ötekisine tahakküm etme hakkını elde ettiği yanılgısına neden oluyordu. Halbuki tam zıttı gibi görünen seküler ulusalcı kemalist, Ülkü'den hiçbir farkı yoktu.
Bir sanatçının içinde yaşadığı toplum hakkındaki vasat bile sayılmayacak kanaati ile topluma sanatsal üretimle yön verme iddiasında bulunması Diyar’a ağır geliyordu. Omuzlarına çöken bu ağırlıkla Merve'ye doğru kendisini zorlayan adımlarla yürüdü.
Merve'nin üstündeki kıyafetler, Diyar onu tanımıyor olsa saygı uyandıracak türden şeylerdi. Merve, minyon tipli olması sebebiyle orta yaşının ilerisinde olmasına rağmen, ilk gençlik yıllarına demirlemiş gibiydi. Hani gölgede insanın yüzünü okşayan bir imbat gibi bir şeydi, erkekler üstündeki etkisi.
Ama üstündeki kıyafetler gibi yüzü ve fiziği güzel olsa bile Merve’nin ruhu çirkindi. Hep çirkin kalıp kalmayacağı gelecekteki tercihlerine bağlıydı. Belki ileride Diyar gibilere candan bir dost gibi gelecek olan Merve, şimdilik Diyar için iticiydi. Hayret ediyordu Diyar. Genelde bu toplum, özelde bu kadın nasıl oluyordu da bu kadar çelişkiyi taşıyabiliyordu?
Her konuştuğunda gizli özne veya açık cümlelerle moral değerler, medeniyet, eşitlik, adalet, merhamet gibi şeyler kendisine hasmış gibi konuşan Merve, toplumun ancak ortalamasının sahip olduğu kadar sahipti savunduğu değerlere.
Aslında mesele ne muhafazakar ne de seküler yaşam tarzıydı. Sosyolojide sınıfları şekillendiren şey ekonomiydi. Her gelir grubu kendi sosyal sınıfını oluşturuyordu. Karşıt gibi görünseler bile Ülkü ile Merve aynı sosyal sınıfa mensuptu ve aynı şeyleri yaparak aynı şekilde yaşıyorlardı. Ama kimliğini taşıdıkları değerler üzerinden gerilim üretmeyi de bir şekilde başarıyorlardı. Seküler yaşam biçimi Ülkü'ye ait olmadığı gibi muhafazakarlıkta Merve'ye ait değildi. Ama ilginç biçimde ikisi de canhıraş biçimde sahipleniyorlardı tüketicisi oldukları şeyleri.
Merhaba.
Elini göğsüne doğru götürüp "Merhaba" diye karşılık verdi Merve. Diyar'ın ondan hiç haz etmediğini gayet iyi biliyordu. Şu an Diyar'ın yüzündeki donuk ifadeye çok alışkın olmasına karşın kendisine neden mesafe koyan tavırları olduğunu bir türlü anlamamıştı.
Zaten bütün mesele anlamak değil miydi? Merve Diyar’ı anlamaya başlarsa aynı kalamazdı. Zaman alsa bile değişirdi. Bu değişim bazen çok keskin olur, daha önce olduğu şeyin düşmanı kesilmekle sonuçlanırdı. Ama şimdilik Merve bunlardan biriydi.
Belki de hiçbir zaman tam olarak anlamadığı için yaşayamadığı İslam'ın hat sanatına bir takım sıradan modern eklemeler yaptığı eserini Diyar'a uzattı. Ne Merve lafı uzatarak Diyar'ı orada tutmak istiyordu ne de Diyar biraz daha tahammül edebilirdi Merve'ye.
Elindeki dosyaların istediğim liste olduğunu söyle, yoksa canına okurum! diyerek masaya oturdu Selçuk'u azarlayarak. Üstündeki takım elbisenin içinde tıkılmış, dışarıya fırlamak için beyaz gömleğinin düğmelerini zorla göbeğini kaşıdı. Kendisinden çekinen Selçuk'a oturmasını işaret etti. Ona verilen listeyi incelerken.
Her sayfaya biraz baktıktan sonra birisinde karar kılarak incelemeye başladı. Sessizlik uzadıkça odadaki negatif de artıyordu. Duvardaki gri boyalar gibiydi, odanın içindeki ikilinin ilişkisi renksiz ve soğuktu. Tahakküm edebileceği herkesin canına okumayı kendi hakkı olarak gören bir eğilim içindeydi dosyayı incelerken göbeğini kaşımaya devam eden Oğuz. Başkasına zorbalık yapmanın hakkı olup olmadığını hiç sorgulama fırsatı olmamıştı. Zorbalık yapması istenmişti ondan. Sadece zorbalık yaptığı kişi veya gruplar değişmişti. Zorbalık yöntemlerine her zaman yenilikler eklense bile, zorbalık hiç değişmemişti.
İncelediği dosyadan başını kaldırıp kendisi gibi iyi beslendiği ve kendisine baktığı cildinden belli olmasına rağmen kalbinin karalığı yüzüne vurmuş Selçuk'a tiksinti verici ve küçümseyici bir biçimde baktı. "Aferin," dedi beklenmedik şekilde.
Geçen sefer attığım fırça işe yaramış galiba. Emrinde onca adama rağmen beceriksizliğinizin fırçasını yemek beni çileden çıkarıyor. Her zaman böyle titiz çalışmalar istiyorum. Şu adamı seçtim. Ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde defalarca yatmış, ara ara fenalaşıp hastaneye kaldırılmış. Ailesi problemli bir aile, bağları zayıf. Ona sadece abisi destek olup tedavi ettirmeye çalışmış ve belli bir süre sonra kendi haline bırakmış.
Belki de, diye duraksadı ve dosyanın ilk sayfasına geri döndü. 15 yıl süren hastalıktan usanıp kendi hayatına dönmek istemiş olabilir. Adam 43 yaşında olmasına rağmen evlenmemiş ve arama kayıtlarında onca yıl baktığı kardeşini daha sonra hiç aramamış. Çok ilginç, kardeşi de onu aramamış. Biraz nankör birisi galiba. Tam bizim aradığımız psikoloji. Hem biraz hasta hem biraz kendinde, hem kimsesi var hem de arayan soranı yok. Hemen bu herifle irtibata geçin ve kısa sürede kafalayıp paketleyin. Eğitirken gözünü korkutmayı unutmayın. Deyip önündeki dosyayı kapattı. Başını kaldırıp verdiği emrin Selçuk üzerindeki etkisini görmek için çatık kaşlarıyla sert bir şekilde bakıyordu. Uzun bir cümle kurmak istemesine rağmen yutkundu. Tabii efendim. Deyip uzanan dosyayı koltuk altına sıkıştırıp reverans yaparak odadan ayrıldı.
Selçuk hemen işe başladı. Sağlıklı bir insan gibi girdiği işlerde çalışamayan ve birer ikişer aylık işlerde çalıştıktan sonra tekrar iş arayarak hayata tutunmakta zorlanan Faruk parkta tek başına dertli dertli otururken, Selçuk ile iki adamı ona sessizce yaklaşırken etrafı göz ucuyla kolaçan ediyordu.
Elini cebine atarak bir sigara çıkarıp oturdu. "Ateşin var mı?" Diye sordu.
Başını telefondan kaldıran Faruk elinde sigara ile karşısında oturmuş ayakta duran iyi giyimli iki kişiyle karşılaştı. Elini cebine atıp çakmağını uzattı. Selçuk'un uzattığı sigarayı alıp yaktıktan sonra çakmağı masaya bıraktı. Faruk bu üç kişiyi tekin bulmamış olmasına rağmen kalkıp gitmedi. Yalnızdı ve her insan gibi sosyalleşip bir şeyler paylaşmak onun da ihtiyacıydı. Bu dürtüsü baskın gelmiş kendisinden ateş isteyen adamın sigarasını kabul etmişti. Derin bir fırt çekti sigaradan.
Dertlisin galiba? Diye sordu Selçuk.
Evet.
Ne iş yapıyorsun?
İş arıyorum.
Mesleğin ne peki?
Aslında çok uzmanlık alanım diyebileceğim bir iş kolu yok ama yabancı dilim var.
Çok güzel, hangi dil?
Rusça.
Selçuk, rol yeteneğini konuşturup hakkında her şeyi bildiği Faruk'un cevaplarına şaşırmış gibi yaparak kendi adamlarına baktı. Bu bakışta kendisini onaylanma bulan Faruk, ilave etti: "İleri derecede biliyorum, hem okuyup hem yazabiliyorum, biraz da İngilizcem var."
Selçuk, adamlarına bakarak: "Onlar benim çalışanlarım, o kadar dedim onlara Rusça öğrenin diye ama nerede? Bak adam ileri derecede Rusça biliyor.
Selçuk, Faruk'a dönerek: "Bizimle çalışmak ister misin? Tam da Rusça bilen birine ihtiyacımız vardı. İyi olacak hastanın doktor ayağına gelir diye boşuna dememişler."
Ne iş yapıyorsunuz?
Turizm diyelim ve Ruslar ile Ukraynalılarla iş yapıyoruz. Bize tercümanlık yapacaksın.
Tamam anlaştık. Derken tam emin olamadı, iş bulduğuna sevinse mi bilemedi.
Faruk, gülümsüyor olmasına rağmen çekingendi. Sanki bilinçaltı her şeyi sezmişti ama ona algılatamamıştı. Ne olursa olsun artık bir işi vardı, hem de fiziksel olarak bir şey yapmadan çalışacaktı. Fiziksel olarak girip kovulana kadar çalıştığı işler Faruk'u çok yormuştu. Yıllarca hiçbir iş yapmamış olan vücudu ona isyan ediyordu adeta. Fakat bilinçaltının kabul görüp onaylanma ihtiyacı baskısı onu çok zorlanmasına rağmen çalışmaya itiyordu. Rusçadan para kazanma ihtimali hiç ummadığı bir anda gerçeğe dönüşmüştü.
Faruk, sabahın erkenden kalkmış, Fatih'te WhatsApp'tan kendisine atılan konuma gelmiş, basması gereken zilin hangisi olduğuna karar vermeye çalışıyordu. Zira beklentisi vardığı adreste bir şirket ismi olması idi, fakat iki katlı binada üstünde isim yazılı olmayan iki adet zil vardı.
Birkaç adım geriye doğru çekilip sağa sola baktı. Binanın sağında Osmanlı mimarisinde küçük bir cami vardı. Solunda ise birkaç bankın sayılabileceği, bir alana bankların boca edilmesiyle en fazla 500-600 metrekare olan yerin daralması ile sonuçlanmış yere park bile sığdırılmıştı.
Faruk'un gözleri parkın içindeki aletlerle spor yapmaya çalışan iki yaşlı kadına takıldı. Gülmemek için kendisini zor tuttu. Zira 100 kilonun üstündeki yaşlı bir kadının bu yöntemle zayıflayamayacağı kesin gibi bir şeydi. Ama kadın 1-2 dakika kadar bir aletle egzersiz yapabilecek kadar takati olsa bile, nefes nefese kaldıktan sonra biraz soluklanıyor, sonra devam ediyordu. Kadın nefes darlığından veya kalp krizinden gitmese bari diye düşündü ki, önünde durduğu kapı açıldı.
Oğuz, yukarıda Faruk gelir gelmez güvenlik kamerasından onu izlemişti. Kapıyı çalmadan gitme ihtimalini düşünerek, Selçuk'u kapıyı açması için göndermişti. Selçuk Faruk'u görünce sanki az önce yukarıdaki ekrandan onu izleyeniki kişiden biri kendisi değilmiş gibi şaşkın bir ifadeyle karşıladı Faruk'u.
Bu konuda sinema oyuncularına eğitim verecek yetkinliği olduğu çok açıktı. Hani ne gerek vardı böyle pis işlere bulaşmaya? Pekala hayatını oyuncu olarak da kazanabilirdi. Fakat Selçuk, bu ihtimalin gerçekleşmesini bırak, kendi yeteneğininin farkında bile değildi. Zaten hep öyle olmaz mıydı? İnsanların geneli rastlantısal olarak bir şeye başlar ve bir takım sebep-sonuç ilişkileri onu bir yere taşırdı.
Selçuk ise artık çok büyük bir aydınlanma yaşayacak olsa bile, içine girip bulaştığı bataklıktan kurtulma ihtimali pek yoktu. Zira cinayetler işlemiş ve sayısız illegal faaliyetin içinde yer almıştı. Bu tip bir yapının içinden elini kolunu sallayıp gidemezdi. Hele ki çoluk çocuğu varsa veya bir takım akrabaları varsa ki, kimse ağaç kabuğundan çıkmamıştı.
Selçuk'un ara sıra cılız çıkan vicdanının sesine kulak verdiği oluyordu. Ama ödetilecek bedelden korktuğu için, cılız çıkan vicdanının sesini anında bastırıyordu.
İçinde bulunduğu bu yapıdan ayrılmaya çalışmanın sonuçlarını daha önce başkalarında çok görmüştü. Zaten kendisinin bulaştığı suçlarla ilgili arşivlerinin her an kamuoyuyla paylaşılabileceği gerçeği zaten gün gibi ortadaydı. Her taraftan bağlanmış bir tutsaktı. Kendisini kaptırmış, eklemlendiği yapı, Faruk gibi masumları öğüten doymak bilmeyen karanlık bir makinenin dişlisine dönüşmüştü. Kahramanlık hikayeleri ile avunmaktan başka elinde hiçbir şey de yoktu.
Bir anda karşısında çıktığı Faruk'un şaşkınlığını, "Oğuz abi de az önce seni sordu" diyerek dağıtıp, onu içeri buyur ederek, markete gitme bahanesiyle dışarı çıktı.
Faruk, karşılaştığı manzara karşısında biraz şaşkındı. Yıllarca süren hastalığının vermiş olduğu mental yorgunluk üstünde olmasına rağmen, bir iş yerinin böyle olmayacağından emindi. Burası eve ne de ofise benziyordu.
Oğuz, "Faruk’cuğum" diye söze başladı. Faruk'un da onaylama ile kabul görme gereksiniminin yıllardır karşılanmadığını, buna karşı çok büyük bir açlık içinde olduğunu bilerek samimi ve içten karşıladı onu.
Faruk ne olduğunu kestirememiş olsa bile, onaylanma içeren bu sıcak karşılanma hemen yüzüne yansıdı. Rusça tercümanlık yaparak toplumda, özellikle de iş hayatında bir yer edinecek olması onu ziyadesiyle memnun etmişti.
Oğuz'un adamlarına olan yaklaşımı patron-çalışan ilişkisinden farklı olsa da, Faruk bu ayrıntıyı fark etmeyecek kadar toplumdan ve iş hayatından uzak kalmıştı. "Çok iyi bir iş buldum!" diye seviniyordu. Oğuz parasız olduğu her halinden belli olan Faruk'la birlikte kahvaltı yapmış, öğleden sonra da Aksaray'da bir meşhur ciğercide yemeğe götürmüştü. En sonunda cebine yol parası sayılmayacak kadar fazla bir meblağı yol parası olsun diye uzattı.
Faruk parayı alırken minnet dolu gözlerle baktı Oğuz'a. Zira yıllardır kimse tarafından böyle adam yerine konmamıştı. Kabul görmenin vermiş olduğu sevinç yüzünden okunuyordu. Faruk iş bulmakla kalmayıp, üstüne bir de adam yerine konulup kabul görmenin coşkulu sevincini yaşarken, Oğuz da içten içe sevinmesine rağmen hiçbir şey belli etmiyordu.
Selçuk ile diğer iki adam ise nötrdü. Sanki adamların duygularını yüzlerine ileten sinir sistemleri bloke edilmişti; öyle renksiz ve gri idiler. Yaptıkları işi isteksiz yaptıkları kanaati oluşmuştu Faruk'ta. Oğuz gibi bir adamın yanında çalışan adamların neden keyifsiz olduklarını anlayamamıştı. Belki, dedi kendi kendine, Rusça bilmedikleri için kendilerini benim yanımda yetersiz hissetiler. Faruk bunları düşünürken metroya binmiş, eve doğru gidiyordu.
Oğuz, Selçuk ile diğer iki adamı karşısına dikmiş, konuşmaya başlamadan önce şöyle geriye doğru yaslanıp gerindikten sonra dik dik baktı adamlara. Bir aslanın çakallara üstünlüğünü hatırlatmak ne kadar hakkı ise, Oğuz'un da o kadar hakkıydı.
Konuşmaya başlamadan önce bu üstünlüğü tekrar anlamaları için bir süre öylece sessizce geçirip, adamlarına sorgulayıcı gözlerle bakıyordu. Yaptığı şey Oğuz'un klasik davranışı olmuştu ve bundan sonuçta alıyordu. Ondan habersiz yapılmış veya ondan gizlenmiş bir şeyi, bu sessizlik içinde süren sorgulayıcı bakışları altında açığa çıkardığı çok olmuştu. Bu yöntemi bir tür psikolojik baskıya dönüştürmüştü. Adamlar bu sessizlikte, sorgulayıcı bakışların altında eğer sakladıkları bir şey var ise bunu bir şekilde ya gözlerini kaçırarak ya da ses tonlarıyla ele verirdi.
Oğuz, Ne diyorsun bu Faruk'a, işimize yarar mı? diye sordu.
Yarar abi, bence çok kullanışlı birisi, derken eskiden olduğu gibi şevk yüklü değildi sesi.
Bunun farkına varan Oğuz, bakışlarıyla Selçuk'u teslim alırcasına dik dik, uzun uzun baktı. Öyle ki, az daha bakmaya devam etse Selçuk dökülü verecekti. Aslında dökülmesi gereken bir şey de yoktu. Fakat artık eskisi gibi Ulvi anlamlar yüklemiyordu içinde bulunduğu ve katıldığı faaliyetlere.
Yarın Faruk'u alıp Aksaray'a biraz dolaştırın. Akşam ise eve dönmesine mani olun ama zor kullanmadan onu birkaç Rus hayat kadını ayarlamaya ikna edin. Önce bizim mekanlardan birine götürüp biraz alkol aldırıp eğlendirin. Sonra kadınlarla birlikte üst katta takılırsınız, tamam mı? diye tehdit içeren bir ses tonuyla Selçuk ve diğer iki adama direktif verdi.
Tamam o iş bizde abi.
Tamam o zaman, deyip elinin tersiyle çıkın işareti yaparak onları odadan dışarı çıkardı.
Kapı kapanır kapanmaz hemen bilgisayara gömüldü. Selçuk'un en son kiminle konuşup mesajlaştığına baktı. Sıradışı bir şey yoktu, fakat adamda bir gariplik sezmişti ve bunun bir sebebi olmalıydı. Mesajlaşmalarını tek tek okuduktan sonra banka hesabı hareketleri ve kredi kartı harcamalarına baktı. Her zamanki gibi, diğer ayların ortalaması kadar harcama yapmıştı.
En son uzun uzun telefon görüşmelerinin ses kayıtlarını dinledi. Belki diğer iki adamla beraber bir şeyler çeviriyor olabilir diye diğer iki adamın da kayıtlarını inceledi, fakat herhangi bir olumsuzluğa rastlamadı. Odadan çıktığında çok rahattı, zira adamlar her zaman kontrol altındaydı. Öyle ki Oğuz, kendisine bağlı herkesin anlık konum bilgilerine bile ulaşıp onların telefonu üzerinden ortam dinlemesi bile yapabiliyordu.
Selçuk, hiçbir şey söylemeden çıkıp giden Oğuz'un, yarın öğlene kadar gelmeyeceğini geçmiş tecrübelerinden yola çıkarak gayet iyi biliyordu.
Eline telefonu alıp YouTube'den operasyon videoları izlemeye başladı. Bir taraftan da karşısında oturduğu iki adamı inceliyordu. Adamlar her zamanki rutinleri neyse yine öyleydiler. İkisi birden telefonda bir savaş oyunu açmış, gerçekten çatışıyorlarmış gibi oynuyorlardı. Bir süre öylece adamları izledikten sonra kulaklığı çıkarıp adamlara, "Kalkın, atış talimi yapmaya gidiyoruz," diyerek oturduğu yerden kalktı.
Bu üç kişinin giyim kuşamı saygı uyandıracak türden olsa bile vücut dilleri buna engel oluyordu. Sanki Kurtlar Vadisi dizisinden fırlamış gibi bir halleri vardı. Önde Selçuk, arkada iki adam binayı terk ettiler, atış talimi yapmak üzere.
Abi, dedi ikinci adam önce, yemek mi yesek? Trafiğe baksana, gıdım gıdım ilerliyor. Biz bu trafikten 2 saatte zor çıkarız. Yemek yiyene kadar trafikte biraz rahatlar. Derken ikinci adam birinci adama dirseğiyle hafif vurup, Değil mi lan? diyerek onayını aldı.
Doğru abi, bence de önce yemeğe gidelim. Aracın önünde durmuş olan Selçuk, Vatan Caddesi'ndeki trafiğe bakıp binmekten vazgeçip, Yürüyün lan, otelin restoranına yemeye gidiyoruz, diyerek 200 metre kadar ilerideki otele doğru yürüdü. Selçuk ve diğer iki adam da gayet iyi biliyorlardı ki o otele adım atınca geceyi orada bitireceklerdi. Yemek ile birlikte alacakları alkolün ardı arkası kesilmeyecek, masadan kalktıklarında bırak ateşli silah kullanmayı araç bile kullanamaz hale geleceklerdi.
Selçuk restorana girip, hakkı olmayan üstenci, kibirli ve aşırı özgüvenli bir bakışla yemek yiyenlerin üstünde göz gezdirdi. Tıpkı ovada avlayabileceği bir şey arayan kurt gibiydi. Restoranın en köşesindeki masaya yerleşip sırtını duvara dayayarak salonu incelemeye devam etti. Arkasını hep kollardı. Şu an bulunduğu otelde önüne gelen giremese de o tedbiri elden bırakmazdı ve öyle davranmanın hiçbir zararını görmemişti. Bilakis, öyle davranmakla bir sefer kurşunların hedefi olmaktan kurtulmuştu.
Bir gece restoranda parasına çöktükleri bir iş adamının tuttuğu bir tetikçi tarafından, sırtını duvara dayayıp salona hakim bir yerden bakmak sayesinde kurtulmuştu. Tetikçi elini beline atar atmaz karşısında oturan adamları kendisine siper ederek ateş edip saldırganı yaralamıştı. Saldırganının kurşunlarına hedef olan beraber oturduğu üç kişiden, ikisi yaralanmış olmasına rağmen o buna hiç aldırmamıştı.
Üstelik yaralanan iki kişinin saldırıya sebep olan mala çökme ile hiçbir alakaları da yoktu. Masum da sayılmazlardı; onlar da zemini bulur bulmaz Selçuk gibi, belki de ondan daha fena işler yapacaklardı. Ama henüz kanları bitlenmemişti; gördükleri rüyadan onları bir Glock marka tabancadan çıkan kurşunlar uyandırmıştı.
Üç masa ileride oturan ve iş adamı olduğu her halinden belli olan adam ile yanında beraber yemek yediği kadının da metresi olduğu çok açık olan çifte takıldı gözleri. Sonra bakışları kendi masasına yöneldi. Önündeki tabağa çatalını batırıp ağzına bir lokma atıp yavaş yavaş çiğnedi. Sonra iştahlı iştahlı yemek yiyen iki adamına baktı. Sonra tekrar kodaman iş adamı ile metresine baktı. Başında saç kalmamış koca göbekli herifin, beraber olduğu kadın adamın kızı yaşında ve çok güzel oluşu Selçuk'un kıskançlık histerisine kapılmasına sebep oldu. Öyle bir kadına o herif değil, Selçuk layıktı.
Ama Selçuk, iki kazma ile birlikte yemek yiyip içki içerken adam Selçuk'un arzuladığı kadınla birlikteydi. İçinden yerinden kalkıp beraber olduğu kadını hak etmediğini düşündüğü herifi yumruklayıp yanındaki kadını ondan alma isteğine kapıldı. Ama bunu öyle ulu orta yapamazdı. İçinden geçeni yapamadığı için öfkelenip burnundan soludu.
Garsona parmağını şıklatarak gel işareti yaptı. Garson onu fark eder etmez, her zaman aldığı bahşişler ve şerrinden emin olmak için korkuyla karışık bir telaşla Selçuk'un yanında buldu kendini.
Buyurun efendim.
Şu adam ile kadını bir yerden gözüm ısırıyor. Tanıyor musun bu adamı?
Hayır efendim.
Git bak bakalım, otelde oda ayırtmış mı?
Hemen bakayım, diyerek kendisine sorulanı bir emir kabul ederek resepsiyona gitmek üzere salondan diğer ucundaki asansöre yöneldi garson.
Efendim, otelden oda ayırtmış. Kayıtlara baktım. Daha önce ara ara otelde konaklamış.
Selçuk içkisinden keyifle bir yudum alarak telefonuna yüklü olan bir programdan adamın üstüne kayıtlı her şeyin dökümünü indirdi.
Sonra eşinin cep telefonuna ulaşıp adamın yanındaki kadınla birlikte fotoğrafını çekerek WhatsApp'tan karısına rezerve edilmiş otel odası ile restoranın konum bilgisini gönderdi. Altına bir dost notu düşerek adamın karısından gelecek cevabı beklemeye başladı. Belki de mesaja cevap vermek yerine kadın kocasını metresiyle basmak üzere yola bile çıkmıştı.
Kadın restorana varıp ortalığı karıştırırsa muhtemelen adam karısını alıp restorandan uzaklaştırırdı. Tek başına kalacak olan metresi kafalayıp elde etmek önünde duran kadehten bir yudum içki almak kadar kolay olurdu Selçuk için.
Beklentisi karşılık bulmamış, keyfi kaçmaya başlamıştı. Aradan bir saate yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen adamın karısı ne mesaja cevap vermişti ne de restoranı basmıştı.
Selçuk kadının konum bilgisine baktı. Bir şekilde burada bir kargaşa çıkarıp metresi adamın elinden almakta ısrarcıyd. Kadın Florya tarafında bir yerde görünüyordu ve bulunduğu yere yarım saat önce gitmişti. Yani aldığı mesajdan sonra bulunduğu yere varmıştı.
Neden buraya değil de Florya'ya gittiğini iyice merak ederek kadının telefonundan kamerasına erişip ne yaptığını görmek için baktı. Fakat kadının telefonu çantasındaydı. Selçuk'u karanlık bir ekran karşıladı. Bu sefer kadının telefonu üzerinden ortam dinlemesi yaptı. Telefonunun çantada olması sebebiyle konuşmaları ancak fısıltı gibi işitiyor olmasına rağmen kadının başka bir erkekle olduğu anlaşılıyordu.
Çok sinirlendi Selçuk. "Vay kevaşe vay!" diye tepkisini dile getirdi. Az ötedeki kadını elde etmeye çalışırken başka bir kadını hiç tanımadığı bir adamın kollarına yollamıştı. Önündeki içkiyi bitirmeden masadan kalktı. "Hadi bu kadar yeter," diyerek geceyi sonlandırdı.
Selçuk yenilgiyi hazmeden birisi değildi. Yaşadığı şey Selçuk için tam bir yenilgiydi. Hedeflediğini elde edememişken öylece oturmaya devam edip adam ile metresini izleyemezdi.
İş adamının arkasından geçerken kadın ile göz teması kurarak göz kırpmayı ihmal etmedi. Kadın ona tepkisiz kaldı. Kendisine göz kırpan adamın onu elde etmek için az önce bir girişimde bulunduğunu, yaptığı plan işlemeyince kalkıp gittiğini elbette bilmiyordu.
İş adamı da yanında gururla taşıdığı kadının başına az önce bir iş açmak üzere olduğunu ve arkasından geçen adamın ileriki günlerde başını bayağı ağırtacağını bilmiyordu. Karşısında oturan kadın ile etrafındakilere nasıl da özel bir adam olduğu imajını geçirmeye çalışıyor gibiydi. Selçuk'un onunla ilgili düşündüklerini bilse bir an durmaz yanındaki genç ve güzel kadını bırakıp sıvışıp giderdi. Ama bilmiyordu işte.
Ertesi gün Faruk gelmişti. İş yapma hevesine rağmen, Selçuk ve diğer iki adamla birlikte saat 10'dan sonra krallara layık bir kahvaltı yaptıktan sonra serbest zaman geçirmişlerdi.
Faruk hiçbir iş yapmamıştı. Fakat sürekli kendisine ailesi ve geçmişte geçirdiği hastalıkla ilgili sorular sorulmuştu. Faruk hastalığını gizleme eğilimi içindeydi, ama sigorta girişini yaparken "Senin psikiyatri tedavisi gördüğünü ve halen ilaç kullandığını öğrendik" denilince gizlenecek bir şeyi kalmadığını görüp hastalığının her detayını anlatmıştı. Öyle ki ailesinin özeli diye bir şey bırakmamıştı. Aslında konuştuğu her şeyde içine sinmiyordu, fakat konuşmaya, kabul görmeye, içini dökmeye ve rahatlamaya o kadar çok ihtiyacı vardı ki; kardeşlerinin bildiği ne kadar özeli varsa onları bile anlattıkça anlatası gelmişti.
Selçuk dinlediği şeylerin pek azı dışında zaten hepsini biliyor, olmasına rağmen ilk defa öğreniyormuş gibi yapıyordu. Faruk'un konuştukları Selçuk için, daha önce onunla ilgili dosyayı hazırlamış olmasından dolayı bildiği şeyler olduğu için sıkıcı gelse de, aynı şey Birinci ve İkinci adam için geçerli değildi. Onlar öğrendikleri her şeyi ilgiyle dinleyerek, öğrendikleri şeyler hakkında detaylı sorular sorarak sohbetin tıkanıp bitmesini engelliyor, daha da derinleşmesine sebep oluyorlardı. Birinci ve İkinci adam olmasa, Selçuk Faruk'u bu derece konuşturamazdı. Adam biraz konuşur, sonra sohbet tıkanırdı. Selçuk yeniden kalkarak Faruk'un omzuna dokundu.
Sıkma canını, gördüğün tedavi, ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde daha önce defalarca yatmış olman bizim için sorun değil. Zaten bize tercümanlık yapacaksın. Zor bir iş değil yani. Duyduğun şeyi karşı tarafa tercüme edeceksin. O yüzden rahat ol. Bizim için yapman gereken çok basit. Daha önce tercümanlık yapmamış olman bizim için sorun değil. Çok az sayıda kelime kullanacaksın: 'Şu kaç para, şu para, bu para' falan filan işte.
Hem senin gibi arkadaşlar da daha önce bizimle çalıştı, Oğuz abi çok sever senin gibi zorluk çekmiş insanları. Baba adamdır Oğuz abi, bak bize ne kadar rahatız. Bizim öyle çok yoğun işlerimiz yok zaten, sezon daha açılmadı. İşe gelmemezlik yapmamak için işe gelip gidiyoruz. Yani şu sıralar sezon açılana kadar işe gelmesek de olur. Sen de işler açılana kadar bize alışırsın.
Şimdi gidip sana üst baş alalım.
Şey abi, benim...
Ya merak etme, parasını sen vermeyeceksin. Biz alacağız. Bir tür iş elbisesi gibi düşün. Gelen müşteriyi böyle karşılamak olmaz. Tercümanlık yaptığın kişi bizim hakkımızda ne düşünür sonra?
Cümlesini tamamladığında Faruk'un başı önüne düşmüştü. Üstündeki kıyafetleriyle giyilmeyecek derecedeki ayağındaki ayakkabısından utanmıştı. Sabahtan beri ne anlattıysa hiç ayıplanmamıştı. Bilakis kabul görmüştü. Ne yaşadığı hastalık ne de kullandığı ilaçları sorun edip onu utandırmamışlardı. Fakat elbise bahsi Faruk'u üzmüş, kendisini değersiz hissetmesine sebep olmuştu.
Selçuk, Faruk'un sırtına candan bir dost gibi dokunarak, "Üzülme ya, tek yokluk gören sen misin? Hadi kalk gidelim," diye teselli etmesi işe yaradı. Faruk'u saran negatif duygular dağıldı. Aslında Selçuk birisini teselli edecek birisi değildi. Faruk'un sevgi dili dokunmaktı. Selçuk'un onun sırtına dokunması çok büyük etki bıraktı. Daha şimdiden Selçuk ondan bir takım fedakarlıklar isterse hemen karşılık bulurdu.
Aslında Faruk, Selçuk'un umurunda değildi. Fakat onu kafalayamaz ise Oğuz'dan büyük fırça yerdi ve şu sıralar bunun olmasını hiç istemezdi.
Faruk'un şimdiye kadar alışveriş yapmayı bir kenara bırak, herhangi bir Evîn mağazasına bile girmemişti.
Kendisine tam beş tane takım elbise, üç tane ayakkabı bir düzine değişik renklerde gömlek ile iç çamaşırı bile alındı.
Evîn’den çıktıklarında Faruk'la birlikte Selçuk, Birinci ile İkinci adamın elleri doluydu.
Üstündeki kıyafetler değişince Faruk ilk başta mahcup olsa da yürüyüşü değişmiş, daha güvenle yürümeye başlamıştı. Sanki artık adım atarken ayak sürmüyor, yere sağlam basıyordu.
Kıyafetler araca konduktan sonra Selçuk, "Hadi kuaföre gidelim," dedi. Gittikleri kuaför Selçuk ile iki adamı da tanıyordu. Tıraş oldukları yerin burası olduğu çok açıktı. Saç traşı gelmiş olmasına rağmen parasızlıktan tıraş olmamıştı. Koltuğa oturup aynada kendine baktığında ense kıllarından utandı. Ona bir şey sorulmasına fırsat vermeden Selçuk, "Göster önlerini, arkadaşımız işe yeni başladı. Buradan çıkınca adamın şekli değişmiş olsun," dedi. Kendi yerine kuaför ile konuşup karar verilmesini hoş bulmasa da çok umursamadı. Zaten onun adına konuşulup karar verilmesine itiraz edip tepki koyacak sağlıklı bir birey olmaktan da bir hayli uzaktı.
Toplumun genel karakteri de Faruk'a çok benziyordu. Parayı kim ödüyor ise onun borusu ötüyordu. Bir de bunun üstüne Faruk çok büyük psikolojik sorunlar yaşamıştı ve tedavi görmeye devam ediyordu. Akıl ve ruh sağlığı yerinde olan birisinin vermesi gereken tepkileri verememesi çok doğaldı. Alışverişti, kuafördü derken vakit akşam olmuştu.
Selçuk, "Hadi yemeğe gidelim," deyince Faruk üstüne alınmayıp, "Ben de gideyim artık," diyerek ayrılmak için onay bekledi. Selçuk, "Faruk, nereye gidiyorsun? Yemeye beraber gideceğiz. O kadar..." deyip sustu. Konu kapanmıştı.
Önde Selçuk, arkada iki adamla birlikte Faruk bir mekana girdi. Buranın sadece yemek yemek için gidilecek bir yer olmadığını daha Faruk içeri girmeden anladı. Faruk bugün ilkleri yaşıyordu. Yemek yediği eğlence mekanına değil, daha önce müşteri olarak girmek, herhangi bir sebeple böyle bir yere ayak basmamıştı.
Daha iki gün önce bir dal sigaraya muhtaç iken kendisinin bile inanmakta zorlandığı bir yerde akşam yemeği yemişti. Etrafta genç ve güzel Rusça konuşan kadınlar vardı. Kendilerini Türkçe ifade ederken aynı kelimelerle tekrara düşüyorlardı. Faruk maharetini konuşturmuş, locada onlara eşlik eden kadınlarla şakır şakır Rusça konuşup iletişimi sağlamıştı. Tek seferde, bugün mahçup olmasına sebep olan masrafa karşılık vermek ister gibi bir hali vardı.
Faruk, Selçuk içkiyi bir kadeh ile sınırlamasa kafayı bulana kadar alkol tüketirdi ama Selçuk'un kararına iki adam bile itiraz etmemişken, Faruk'un biraz daha içmek istemesi imkansızdı. İçmek değil, böyle bir dürtüye kapıldığını bile söyleyemezdi. Daha önce hiç ayak basmadığı bir yerde yiyip içmişti. Ödenecek hesap ile ilgili bir tahmini bile yoktu. Dört tane birbirinden genç ve güzel kadın ile otelden içeri girdiklerinde Faruk, bu işte bir gariplik var demeye başlamıştı içinden. Onu öyle demeye iten sebeplerden birisi de annesinin defalarca aramış olmasıydı. Kadın aradıkça Faruk cevap vermemiş, Faruk cevap vermedikçe kadın aramıştı. Telefonda üst üste yığılmış cevapsız aramalar canını sıkmış, telefonu uçak moduna alarak annesinden kurtulmuştu. Bir kenara çekilip kısa da olsa annesiyle konuşabilirdi fakat bulunduğu yerin etkisinden, annesinin onu çekip almasından ileri gelen bilinçaltı onu telefona cevap vermekten alıkoymuştu. Belki de bir daha eski yaşantısına dönmek bir yana, hatırlamak bile istemiyordu. Kısa da olsa, ne kadar süreceği ile ilgili hiçbir fikri olmasa bile, anın tadını çıkarmak istiyordu.
Ertesi güne uyandığında ne zaman kalkması gerektiğini bilmiyordu. Jakuziye girip sıcak suyun içinde uzandı. El ayası buruşana kadar jakuzide kaldı. Hani başını yaslayabileceği yastık gibi yumuşak bir şey olsa, uykuya dalması içten bile değildi. Saat 10'a geliyordu ki kapısı çalındı. Birinci adam, "Faruk, hadi kahvaltıya" diyerek gitti. Otelin en üst katındaki restorana çıkıp etrafa bakındı. Şaşkındı bulunduğu yere ait olmadığı hemen belli oluyordu. Salonun en köşesindeki masaya oturmuş, orada ona bakan Selçuk'u en son gördü. Faruk şimdiye kadar hiç açık büfeden kahvaltı yapmamıştı. Yaşadığı şey olsa olsa bir rüyaydı. Ki Faruk'un gördüğü rüyalarda bile böyle bir şey görmemişti. Gördüğü rüyalara genelde korku hakimdi. Hep ya birilerinden saklanıyordu ya da kaçıyordu. Bazen yılanlardan, bazen başka vahşi hayvanlardan, bazen de eli silahlı insanlardan. En korkunç rüyaları ise ona çöken karabasanların olduğu rüyalardı. Aslında onlar da rüya mıydı, ondan da emin değildi. Bilinci yarı açık olurdu. Diğer rüyalardan farklı olarak, karabasanları gördüğü rüyalarda uyanmak istese de ayılamıyordu. Kaçmaya çalışması da sonuç vermiyordu. Olduğu yerde taş kesilip karabasanların ona çökmesine sanki hazır hale getiriliyordu. Bazen uykuya direnerek rüyalardan kaçmaya çalışmış ama bir türlü bir çare bulup kurtulamamıştı. Psikiyatri ilaçlarının yanı sıra uyku hapı da kullanıyordu. Hani uyusa bir dert, uyumaz ise başka bir dert denilen şeydi yaşadığı.
Neyse ki son zamanlarda uyumak için uyku hapına gerek kalmamıştı fakat uyku ile uyanıklık arasında ona çöken karabasanlar süregeldiği şekli ile devam ediyordu. Kötü bir rüya görmek Faruk için iyi bir şeydi. Onu en çok sıkıntıya sokan şey karabasanlardı. Karabasansız bir gece geçirdiyse bu iyiydi. Fakat yaşadığı bu zorlukları yıllarca hiç kimseye söylememişti. Zaten söyleyecek kimsesi de olduğu söylenemezdi. Ailesinden abisi dışında onunla gerçekten hiç kimse ilgilenmemişti. Bırak onu dinleyip anlamayı, annesiyle babası dahil her fırsatta ona baskı yapılmış, itilip kakılmıştı. Bazen kendini bir sokak köpeği gibi hissederdi. Ama kendisine böyle davranan ailesine karşılık vermeyi bırak, onların kahrından bile emin olamazdı. Daha çok kendi kendine yetemeyen, beden yaşı büyük akıl yaşı küçük, ailesine ekonomik olarak göbekten bağımlı boyun eğen biriydi. Aç bırakıldığı bile olmuştu. Abisi onu kendi yanına alınca itilip kakılmaktan kurtulmuş olsa bile, ona çöken karabasanlar ile çektiği bazı korku ve sıkıntıları mahremi olarak kalmaya devam etmişti. Abisine hiçbir şey anlatmamıştı. Zaten abisi de onunla alakadar olmasına rağmen ona bu konuda hiç soru sormamıştı. Sorarsa belki söylerdi ama sormamıştı işte.
Ürkek adımlarla ne yapması gerektiğine, neyi ne kadar alması gerektiğine karar vermekte zorlanacak kadar çok çeşit karşısında afalladı. Açık büfedeki her şeyden biraz almaya kalksa oturacağı masada yer kalmazdı. Basite kaçıp zeytin, peynir, bal ve kaymakla yetindi. Tamam, hep fakir yaşamıştı ama açgözlü değildi. Görmemişti ve hatta hasta da olabilirdi ama görgüsüzlük yapmayacak kadar kendisine saygısı vardı.
Selçuk ile iki adamı kahvaltıya başlamışlardı. Faruk'u çok umursuyor gibi bir halleri yoktu. Masada herkesin önünde meyve suyu bardağı vardı. Faruk hiç portakal suyu ile kahvaltı yapmamıştı. Taze sıkılmış portakal suyundan ilk yudumu aldığında hâlâ yaşadığı şeye inanamıyordu. İmkanı olsa bundan sonra asla ve kata sabah kahvaltısında çay içmezdi. Öyle bir keyif aldı ki kahvaltısından, oysa sadece zeytin, peynir, bal ve kaymak yemişti. Utanmasa iki bardak portakal suyu ile yetinmez, gider bir tane daha alırdı.
Dün inanılması güç bir gün geçirmiş,kendisine lütfedilen onca şey karşısında ezilmişti, fakat geceyi beraber geçirdikleri Rus kadınlarla olan diyalog onun üzerinden yapıldığı için düne göre bu sabah daha bir özgüvenliydi.
Sarı Nasuh Sokaktaki ofise geldiklerinde Oğuz'u içeride oturmuş buldular. Kendisini takım elbise içinde ilk defa gören Oğuz'dan utandı Faruk. Sanki takım elbise ona ait olmadığını belli ediyormuş hissiyatına kapıldı. Emanet, kısa süreliğine ödünç alınmış da az sonra geri verilecekmiş gibi bir hissiyattı.
Oğuz'un bakışları altında salonun ortasında başı önüne düştü. Ayağındaki pahalı ayakkabının üstüne damlamış olan sabah kahvaltısında içtiği portakal suyu lekesine tutunmuş tozlara takıldı gözleri.
Faruk gel bakalım, otur şuraya," dedi Oğuz. Üstündeki kıyafetler çok yakışmış. Bizim adamlardan farkın kalmamış. Nasıl, alıştın mı ortama? sorusuna cevap arayışına girdi ama ne cevap vereceğine karar veremedi.
Dün alışveriş yapmış, kuaföre gitmiş, sonra gece yemek yiyip eğlenmişlerdi. En sonunda her biri bir yabancı uyruklu bir eskortla geçirmişti geceyi. Ağzından bir şey kaçırmamak için Selçuk'a baktı. Yaptıkları şeylerin ne kadarını anlatabileceğini bilmiyordu. Öylece suskun kalakaldı.
Selçuk abi, "Aynı bizden biri gibi," deyip araya girdi.
Faruk, telefonuna bakayım.
Elini cebine atıp çıkardığı telefonu Oğuz'a uzattı. Eski model olduğu kadar yıpranmış telefon, oraya ait değildi. Çöpe atılması gereken bir yemek artığını andırıyordu daha çok.
Oğuz, "Bu senin yeni şirket telefonun. İçinde hattı da var," diyerek iPhone'un son çıkan modelini uzattı. Kutusu yeni açılmıştı. Şarj aleti ve kulaklığı halen kutunun içindeydi. Telefonun sim kartı takılıp kurulumu yapılmıştı sadece.
Telefona istersen kendi hattını da takabilirsin. Çift sim kartlı. Fakat eski telefonunu kullanma. Şirketimizin müşterileri öyle bir telefonu görmesin.
Şaşkın, "Tamam abi," diyebildi Faruk. Bir gün Apple telefon kullanabileceği aklına hiç gelmemişti. Eski telefonunu kendisi almış olsa şu an çöpe atardı. Fakat telefonu ona abisi almıştı. Alırken de bir sürü telefon marka ve modeli içinde en ucuz olan markanın en ucuz modelini almak için bir hayli çaba sarf etmişti. Abisinin emeğine olan saygısı telefonu çöpe atılmaktan korudu. Yoksa çoktan çöpü boylamıştı.
Faruk'un annesi onu ilk gördüğünde oğlunu tanıyamadı. Haksız da sayılmazdı. Daha önce oğlunu bir takım elbise içinde hiç görmemişti. Sanki Faruk gitmiş, yerine başka birisi gelmişti. Kadın o cahil haliyle hem çok sevindi hem de biraz korku duydu. Neydi şimdi bu?
Faruk, kimsenin çok da umrunda olmadığı için yeni hali hemen kabul gördü. Ne anne babası ne de kardeşleri Faruk'un sırtında taşımak istemiyordu. Onlara yük olmadan bir biçimde kendi ayakları üzerinde dursun da nasıl durursa dursun diye düşündükleri için şirket aracıyla eve bırakılması, elinde bir sürü kıyafet ve en pahalı telefonla gelmiş olmasını umursamadılar.
Faruk'un yeni haline ailesinin alışması uzun sürmedi. İlk önceleri eve haftada bir iki gece gelmezken daha sonraları eve haftada iki gece gelip beş geceyi dışarıda geçiriyor olmuştu. Kimse gerçekte ne yaptığını bilmiyordu. Ne yaptığı kimsenin umurunda da değildi zaten. Annesi dışında ne iş yaptığını soran da olmamıştı. Annesi de bir şeyden anladığı için değil, hani konuşmuş olmak için konuşan insanlar gibi sormuştu sadece.
Faruk, evde geçirdiği gecelerde ise kimseyle zaman geçirmez, odasına çekilir Rusça çalışırdı. Aslında ileri derecede Rusça biliyor olmasına rağmen yine de çalışması bir gün Rusça konuşurken bilmediği bir kelimeyle karşılaşma korkusundan ileri geliyordu. Şimdiki işinde bocalayıp sorgulanmak istemiyordu.
Faruk'un eve ne zaman gelip gideceğinin belli olmaması, onun hiç gelmemeye başlamasının yadırganmasına engel oldu. Hani birdenbire eve gelmemeye başlasa da ailesinde büyük bir tedirginliğe neden olmazdı. Fakat yine de neler olup bittiğini merak ederlerdi. Fakat onu yaptığı her şey ne ise alıkoymaya çalışmazlardı. Çünkü Faruk'un onların hayatına ayak bağı olacağından korkuyorlardı.
Zaman bireysel özgür yaşamın zamanıydı ve bunu bloke edecek her şey uzak durulması gerekendi. Başkasının yükünü taşımak, kendi ağırlığı bile ona fazla olan çağın insanına fazlaydı.
Bu aile ilişkileri örgüsü içinde Oğuz ve adamları Faruk'a iyice nüfuz etti. Aradan bayağı bir zaman geçmiş olmasına rağmen Rusçasını bir ticaret için hiç kullanmamıştı. Fakat bunu sorun olarak görmüyordu. Bilakis, ne pahasına olursa olsun Oğuz ile Selçuk'un gözüne girmek için her şeyi yapar duruma gelmişti.
Oğuz Faruk'a nüfus ettikçe Selçuk'un sevinmesi gerekirken, buna sevinemiyordu. Daha önce hiç böyle hissetmemişti.
Hani biraz daha zorlasa kendini Selçuk Faruk ile empati bile kurabilirdi. Bazen içinden ona acımak bile geliyordu ki, şimdiye kadar "Acımak" kelimesi ile Selçuk arasında hiçbir şekilde yakınlaşma olmamıştı.
Ama üstüne nasıl gidip nasıl somutlaştıracağını bilmese de, bile bir süredir değişik duygular içindeydi.
Onu saran duyguların farkına varmasına AVM'nin içinde Faruk'un ne alacağını unutup kaybolması sebep oldu.
Lüks bir restoranta oturmuş Faruk'u ise sigara almaya göndermişti. Faruk gecikince cep telefonunun konum bilgisinden Faruk'un nerede olduğuna baktı. Faruk bir süredir aynı konumdaydı. Acaba salak telefonu mu düşürdü diye ağız dolusu Faruk'a küfür etmek üzereyken telefonun kamerasına erişti.
Telefonun kamerasında Faruk'un parmağı, diğer yarısında ise mağazanın reyonları görünüyordu ve hiç hareket etmiyordu. Adam ne olduysa orada öylece kala kalmıştı.
Ortam dinlemesinden de Faruk'un konuşmasını bekledi, fakat Selçuk'un bu beklentisi karşılık bulmadı.
"Ulan bir sigara alacaktın daha içmeden burnumdan getirdin!" diyerek hışımla yerinden kalktı.
Bedenini çok büyük bir enerji dalgası sardı. Faruk'u tek yumrukla yere serme isteğine yenik düşmek üzereydi ki, Faruk'un yüz ifadesi ona yaklaşan Selçuk'un sakinleşmesine sebep oldu.
Daha birkaç saniye önce dövmek için varmaya çalıştığı adam şimdi bambaşka duygular hissetmesine neden oldu.
Anlayamadığı hüzünlü bir duygu kapladı onu. Sanki Faruk ile arasına bir sis bulutu girmişti. Kendisiyle öyle meşgul oldu ki, birkaç adım ötedeki Faruk'u göremiyordu.
Faruk ile onun hemen yanında Selçuk öylece kalakalmıştı.
Onları izleyen biri olsa bunlar ne yapıyor diye büyük bir merakın içine girerdi. Fakat AVM'nin içindeki mağaza o kadar büyüktü ki, öylece duran iki kişide kimse bir acayiplik bulmadı. Zaten onların farkına da kimse varmamıştı. Varsa da, onları umursayıp alakadar olmazlardı.
Bulundukları yer, üst gelir grubunun yaşadığı Beşiktaş'ın en elit semtlerinden birinde bulunan AVM'nin içiydi ve bu AVM'de bulunduğu semt gibiydi.
Hayat bireyseldi burada, kimse kimseyi umursamıyordu zaten. AVM'de bulunanların yarısından fazlası da yerliler değil, yabancılardı. 400 bin dolara ev alan herkese vatandaşlık dağıtıldığı için, emlak piyasasına çok yoğun talep olmuştu. Hem yatırımlık evler alınmış, hem de vatandaşlık cazip gelmiş ve bir hayli konut satılmıştı.
Bu tip yabancıları ise, onları doğrudan alakadar edecek bir şey söz konusu değilse bir şeye müdahil olmaya istekli değillerdi. Kimi zaman onları hedef alan ırkçılığa maruz kalsalar bile, yaşadıkları şeyi bir şikayet veya olaya dönüştürmek yerine görmezlikten gelme eğilimi içindeydiler.
Karakolluk olmak onlara biraz ürkütücü geliyordu. Yeni vatandaşı oldukları ülkede olabildiğince minimize olup çok daha az görülme eğilimleri vardı.
Hem ne gerek vardı? Uğradıkları ırkçılık veya ayrımcılık için karakola gidip büsbütün hedef olma ihtimali de hiç de yabana atılacak bir olasılık değildi. Daha önce haklı veya haksız vakalara karışmış olan yabancıların edindikleri vatandaşlıktan çıkarılıp ülkeden deport edilmeleri de yabancıların olaylara tepkisiz kalmalarında büyük rol oynuyordu.
Selçuk'un içine girdiği, yabancıların ülkeye olan yabancılığı gibi yabancı ve anlamsız duygular onu sakinleştirmekle kalmayıp empati bile yapmasına neden oldu. Ki hani kendisi biraz zorlasa ağlaması bile muhtemeldi.
Fakat o henüz bunun farkında değildi. Bir de içinde bulunduğu teşkilat, şimdiki ruh halinden beslenecek olan bir adamı barındırmak bir yana, öğütüp yutardı.
İçinde bulunduğu teşkilatın dış kapısında bırakmıştı vicdanını.
Aslında Selçuk'un vicdanı, içinde bulunduğu yapıya bulaşmadan daha önce onu terk etmişti. Vicdansız olduğu için mi buradaydı? Yoksa burada olduğu için mi vicdansızdı? Bilinmez ama burada soft duygulara yer yoktu.
Biraz yumuşamak ezilip yok olmak demekti. Bu sebeple şimdiye kadar Selçuk, beraber çalıştığı hiç kimsede şefkatin emaresini bile görmemişti.
Herkes diğeriyle şahinleşmeyi yarıştırıyordu.
Acımasızlığı ve power şahinliğinden ötürü ödüllendirilmiş, yetkilendirilmiş olan Selçuk, birkaç metre gerideyken avını kapmak üzere pençelerini açmış, kararlı ve kendinden emin bir şahin gibi iken, avı olan güvercine benzeyi vermişti.
Faruk'u omuzuna dokunmak için kolunu biraz kaldırdıktan sonra dokunmaktan vazgeçti. Dokunmak bir şefkat göstergesiydi ve bu kadar kısa bir sürede bu kadar değişimi Selçuk kaldıramazdı. Eğer gayri ihtiyari bile olsa Faruk'a dokunacak olsa, yaşayacağı savunma mekanizmasının oluşturacağı gerilim onu daha da acımasız ve gaddar yapmakla sonuçlanırdı.
Selçuk'un bilinçaltı bunu sezmiş olmalı ki orada bıraktı her şeyi, kendini biraz zorlayarak dişlerini sıkıp boğazından çıkan boğuk bir sesle "Faruk" diye seslendi. Boğazından kendini sıkmasa seslenişi bir bağırtıya dönüşürdü.
Hiç tepki vermeyen Faruk'a bir daha seslendi bu sefer sinirlenmişti. Üstelik vücudunu kasarak ulu orta Faruk'a girişmemeye çalışıyordu. Zira adam olabildiğince sinir bozucuydu.
Tamam, adam hastaydı ama Selçuk hasta bakıcı değildi. "Ne duruyorsun lan öyle?" diye 4 kez hemen dibindeki Faruk'a seslendiğinde gözlerinden alevler, kulaklarından da duman çıkarmak üzereydi.
Lütfedip dönüp baktı Faruk, hiç tanımadığı bir adama bakar gibi anlamsız bir yüz ifadesiyle.
Her an ona tekme, tokat girişecekmiş gibi olan Selçuk'un içine bir korku düştü. Adamın Selçuk'tan korkup çekindiğine dair herhangi bir emare yoktu. Tam aksine oldukça nötr bir yüz ifadesi vardı.
Hani Selçuk'un bu sinirli tutumunu kendisine tehdit olarak algılayıp ona saldırmaya kalkarsa Selçuk'u birkaç saniye içinde yere serecek kadar güçlü ve yapılı bir vücudu vardı.
Faruk kaba güç ile baş edilebilecek birisi değildi.
Selçuk, korku vermek istediğinden korkmaya başladı.
Birkaç saniye içinde Selçuk'un içine düşen korku dalgası büyüdü ve Selçuk'taki siniri yutuverdi.
Tekrar yumuşadı Selçuk, fakat bu yumuşama Faruk'a acımaktan kaynaklanmıyor, daha çok korku kaynaklıydı.
Şimdi bu iri cüsseli herifin tepesi atsa ki atmasına ramak kalmış gibi bir korkuya kapılmıştı Selçuk ve bu ihtimal hiç de yabana atılacak gibi değildi. Adamda bazen kontrol edilemez gibi bir durum beliriyordu.
Selçuk'un daha önceki tecrübelerinin de gösterdiği üzere, bu tipleri kullanışlı yapmaya yarayan hastalıklı yanları aynı zamanda en tehlikeli taraflarıydı. Bir taraftan çok kolay manipüle edilerek güdülen bu tiplerle ilgili yaşadığı en olağan şey, çok kolay manipüle edildikleri gibi çok basit şeyler yüzünden de birdenbire agresifleşip kontrolden çıkmaları oluyordu.
Bir dakika içinde inanılmaz değişimler yaşadı duygu dünyasında. Aslında şimdiki yaşadığı şeyleri daha önce de bir takım ayak işlerinde kullandıkları tiplerle de defalarca yaşamıştı.
Bu tür tepki ve yolunda gitmeyen şeylere çok aşinaydı ve bunlara sıradan kabul etmesi gerekirken aşırı tepkiler veriyordu. Zaten bu tip adamlar bu tip arızalar çıkarmayacak kadar kendinde olsa onları asla kullanamazlardı. Ama gel de anlat işte.
Selçuk bir sigara yakmış, aşırı tepkisini düşünüyordu. Faruk'u ise sigara ile meşgul ediyordu.
Adam takılıp çızırtı çıkaran bir plak gibiydi ve üstüne gittikçe kontrolden çıkma ihtimali daha da yükselecekti.
Otoparkta Selçuk'un iki adamı, otomobilin başında yavaş yavaş konuşmadan yan yana yürüyen Selçuk ile Faruk'a meraklı, biraz da endişeli bakarak bekliyordu.
Bir aksilik olmuştu, ama ne olduğu konusunda hiçbir fikirleri yoktu. Yolunda gitmeyen bir şey yoksa Selçuk onları arayıp hemen aracın başına geçin geliyorum demezdi.
Adamlardan biri direksiyona geçti, biri de arka koltuğa. Faruk'un yanına oturdu fakat içi içine sığmıyordu. "Ne oldu abi?" diye soracak gibi oluyordu ama Selçuk'un tepkisini kestiremediği için bundan vazgeçiyordu.
Selçuk sigarasını bitirip hafifçe araladığı camdan izmariti atarak camı tekrar kapattı. Faruk'un sigarasını bitirmesini beklemeye başladı. Dikiz aynasını Faruk'a doğru çevirerek yüz ifadesinden adamın içinde bulunduğu durumdan nasıl bir çıkış yolu bulabilirim diye düşünüyordu. Psikiyatriste gitmesi gerekecek miydi? Yoksa yüksek doz ilaç vermek yeterli olur mu diye düşünüyordu?
Birkaç gündür adamı boşladığı için Oğuz'dan alacağı tepkiden de çekiniyordu. Birkaç gündür adamın ilaç kullanıp kullanmadığını takip etmemişti ve psikiyatriye gidip kan testi yapılırsa ilaç kullanıp kullanmadığı ortaya çıkardı. İlaçları kullanmış ve buna rağmen kötüleşmiş ise ne ala. Fakat kullanmadığı için bu duruma geldiyse Oğuz'dan çekeceği vardı.
Kaldıkları yere varmalarına yarım saatten fazla vardı. En iyisi yol üstünde bir Eczaneden ilaçları almak diye düşünüp arabayı durdurdu. Elindeki poşetin içinde 5 kutu Depakin, 5 kutu Seroquel ve 5 kutu Ketya ile döndü. Her kutudan ikişer tane çıkarıp Faruk'a su ile birlikte uzattı.
Çok ağır davranarak eline aldı ilaçları. Ağzına bir türlü götürmüyordu Faruk. Bir elinde ilaçlar, diğer elinde su şişesi ile öylece tepkisiz, sanki konuşulan hiçbir şeyi duymuyormuş gibi kalakalmıştı.
Faruk'un yanında oturan adam Faruk'un bileğini tutup elini ağzına doğru götürünce adama baktı. "Hadi iç, iyi görünmüyorsun," deyince hapları ağzına atıp üstüne yine yanında oturan adamın yardımıyla bir yudum su içti.
Selçuk ani bir karar vererek, aklına yeni gelmiş parlak bir fikri söyler gibi "Kilyos'taki çiftlik evine," dedi ve sustu.
Diyar durulmuştu Arya'da. Öyle ki, evine misafir ettiği Belengaz bile artık ona çok da antipatik gelmiyordu. Duygu değişimleri içindeydi. Ressam kadına gönlünü kaptırmıştı. Daha önce Arya isminin varlığından haberdar değilken, dünyası Arya olmuştu. Kendini kadınla ilgili hayaller kurarken yakalıyordu.
Aslında bunun absürt olduğunun da farkındaydı. Lakin duyguları mantığına baskın geliyordu. Kadının onun duygularına karşılık vereceğine dair herhangi bir şey söylememiş olmasına rağmen, sanki kadın da ona aşıkmış gibi düşleri günün neredeyse hepsini kaplar olmuştu.
8 Mart Çalışan Kadınlar Günü'ndeki sergide ne yapıp etmeli. Kadın ile bir şekilde konuşarak ona duygularını açmalıydı.
Gerçi kadın ile bir araya geldiği zaman konuşmasa da olurdu. Diyar'ın yüz ifadesi ile bakışları zaten Arya'ya söylenmesi gerekip söylenmeyen ne varsa aktarırdı.
Diyar tablo toplama işini başka bir çalışana havale etmiş, asıl işi olan organizasyonla yetiniyordu. İlk defa yapacağı bir sergide yeterince emek harcamadığı hissiyatına kapılsa bile, Arya'ya karşı duyguları hissettiklerini minimize ederek onu rahatsız edecek seviyeye ulaşmasına izin vermiyordu.
Beşiktaş'ta boğaza sıfır, hınça hınç dolu bir kafede sanki etrafında hiç kimse yokmuş gibi sessiz sedasız saatlerdir öylece oturuyordu. Öyle ki kafede çalışan garsonlar yabancı olsa onu orada o kadar uzun süre oturtmazlardı. Gerçi yine de rahat bıraktıklarını söylemek çok zordu ama en azından "Kalk siktir git yeter artık oturduğun" minvalinde ters bir hareketleri olmamıştı.
Bu şehirde, istenmeyen müşteriye bir şekilde bu aşağılama algılatılır ve müşterinin rahatsız olup kalkıp gitmesi sağlanırdı. Fakat Diyar'a bunu yapmamışlardı, daha doğrusu yapamamışlardı. Çünkü Diyar'ın uğrak mekanları arasında, karşıda Üsküdar manzarası olan bu mekanın işletme sahipleri ile garsonlarıyla bir arkadaşlık bağ oluşmamış olsa bile, herhangi bir yabancı gibi değillerdi.
Bir de çalışanlar ile işletme sahibinin ilgi alanları olmamasına rağmen, Diyar'ın bir ressam olduğunu, ayrıca sanatla ilgili basın yayın organlarında makaleler yazdığını biliyorlardı. Makalelerin içeriğiyle hiç ilgilenmemiş olsalar bile, sipariş getirip götürürken her gün onunla ilgili bir şeyler okuyormuş gibi kendilerine bir hava katmaya çalışıp, biraz hayranlık, biraz da çekingenlik gösterip yaltaklanıyorlardı.
Hani ondan nasıl bir fayda beklentisine girdikleri sorulsa, ona verecekleri bir cevapları dahi yoktu. Fakat Diyar'ın nüfus sahibi biri olduğu konusundaki kanaatleri tamdı. Yoksa altındaki oturduğu sandalyeyi ne yapar eder yine de çeker, onu kaldırıp def ederlerdi.
Ara ara Diyar'ı, dalmış olduğu Arya'ya ait tatlı düşlerden bir şey ister misiniz? Bir arzunuz var mı? diye bölmekten başka ona rahatsızlık vermemiş, onu kendi haline bırakmışlardı.
Diyar, bir masa işgal etmesine ses çıkarılmayıp lütfedildiğinden habersiz, saatlerdir oturuyor olmasına ve genellikle uzakları izleyen bakışları Boğaz'ın karşı tarafı Üsküdar'a dönük olsa bile, hiçbir şey görmüyordu. Kafasının içinde Arya ile ilgili hayaller dönüp duruyordu.
Sanki eve gidince onu Arya karşılayıp yanağına bir de öpücük konduracakmış hissiyatı taşıyordu. Oysa kadın ona daha bir kaç gün önce mesafe koymuştu.
Kadının sosyal medya hesabında kendisine ait hiç fotoğrafı yoktu. Hiçbir şekilde ne gittiği herhangi bir mekanı veya tatil yöresini paylaşmıştı. Diyar bunu, kadının kendi derinliği olan kişilik sahibi birisi olduğuna yorumladı. Gittiği yeri paylaşıp yediği yemeği gösteren insanların bu davranışının altında değersizliklerini herkesin erişemediği pahalı bir takım ürün ve hizmetlerle kapatma girişimi olduğu çok açıktı. Diyar da, elbette bu tip insanların paylaşım yaparken farkında olmadıkları davranışlarının bilinçaltındaki değersizlik açığını başka yerlerden değer transfer ederek kapatma çabası olduğunu biliyordu. Fakat Arya'ya ait fotoğraflara da bakmak istiyordu.
Yapay zekadan kadın hakkında basın yayın organlarındaki haberlerin hepsini istemiş, katıldığı organizasyonlarda çekilmiş birkaç kare fotoğraflarını bulmuş, onları zoomlayarak tekrar tekrar bakmış, yüzünün her ayrıntısını kritik bir ameliyat yapan doktor titizliği ile incelemişti.
Bir taraftan seviniyor, bir taraftan da üzülüyordu. Yıllardır aradığı kadını burnunun dibinde bulmuştu ama ona hem çok yakın hem de çok uzaktı.
Artık Arya'nın fotoğrafları çekilirken ki psikolojisini bile çözmeye çalışıp analiz ettikten sonra kadının Instagram'daki çalışmalarını incelemeye başladı. Ona verilen resmi zoomlayarak uzun uzun inceledi. Resimde sırt sırta oturmuş, ellerinde birer dondurma olan 2 yaşlı kadın vardı. Üst gelir grubuna ait oldukları giyimleri ile önlerindeki köpekten belli olan bu kadınların yüz ifadesi oldukça gerçekçiydi. Bir fotoğraftan bile daha iyi resmedilmişti. Kadınların üsttenci, elitist ve içi boş, kof kültürlü pozları...
Sosyal hayatın içinde bile çoğu insanın okuyamadığını Arya okumakla kalmamış, üstüne üstlük bunu fırça darbesiyle bir tuvale yansıtmayı başarmıştı.
Diyar bu sergiden iyi satışların geleceğini düşünmüyor olsa da, Gemran'ın eserine talip çıkmasını çok istiyordu. Fakat serginin favorisi Arya'nın eserinden başkası olamazdı.
Diyar favorisini satın alacak kişiyi şimdiden kıskanmaya başlamıştı. Hani ayıp olmazsa eseri başkası almasın diye sergiden bile çıkarabilirdi. Resmi incelerken düşündükleri tüylerini ürpertti. Neler düşünüyordu böyle? Şimdiye kadar hiç olmadığı kadar çok acayip bir iklimdeydi.
Duyguları hoşlandığı kadının başarısını istemek ve kıskanmak arasında bir mengenede sıkışmış gibiydi.
Galeride toplanan tabloları kontrol ettikten sonra organizasyonla ilgili yazışmaları bitirip mail attığında saat gece yarısını geçeli çok olmuştu. Galeride sabahlamayı düşündü. Şimdi kim kalkıp eve gidecekti? Yarın sabah trafiğini çekmek zorunda kalıp Beşiktaş'a dönecekti. En iyisi burada kıvrılıp uyumak diye düşündü ama çok kısa bir süre sonra ofis ona dar gelmeye, onu boğmaya başladı.
Sanki bu kapalı alanda kalmaya biraz daha devam ederse oksijensiz kalacakmış gibi bir hissiyata kapıldı. Kendini galeriden dışarı atıp Bebek sahiline doğru yürüdü.
Geçtiği yerdeki mekanlarda insan sirkülasyonu gündüzü aratmıyordu. Bebek semti günün 24 saat yaşayan bir yerdi. Üst gelir grubuna hitap eden kafe ve restaurantlarla doluydu. Diyar yıllardır buraya çok yakın çalışıyor olmasına ve satış yaptığı insanlar genelde bu tip mekanların müdavimi olmalarına rağmen onca yıl sadece birkaç kere girip bir şeyler yiyip içmişti.
Her zamanki gibi mekanlara dışarıdan bakıyordu. Böyle mekanların düzenli müşterisi olmak için şimdiki kazandığı paranın birkaç katını daha kazanması gerekirdi. Ancak o zaman Bebek'teki mekanlarda hesap ödemek o ayki bütçesinin dengesini bozup onu sarsmazdı.
Gerçi şimdiki gelirinin birkaç katına çıksa bile böyle yerlere gidip para ezmezdi. Hiç öyle pahalı hevesleri olmamıştı. Daha birkaç gün önceye kadar Marakeş'ten başlayıp Fas'ı gezmek gibi bir planı vardı. Yakın bir tarihte olmasa bile çok uzun olmayan bir gelecekte Fas ile İran'ı mutlaka gezmek istiyordu. Bir yolunu bulup çok geç olmadan gitmeyi planlıyordu. Daha önceki Suriye hevesi gibi bu hevesinin de kursağında kalmasını istemiyordu.
2010 yılında Halep'ten başlayıp Suriye'yi gezmek istemiş ve yapacağı gezinin parasını bile hazırlamış olmasına rağmen "Ha bugün, ha yarın" derken sürekli gezisini ertelemişti iç savaş patlak verene kadar.
Diyar'ın ilk önce Fas ile İran, daha sonra Mısır'a yapmayı planladığı gezilerini erteleme ihtimali bilirmişti. Artık hayatına henüz girmemiş olsa da Arya vardı. Eğer giderse onunla gitmeli, yoksa hiç gitmemeliydi.
Gecenin ilerleyen saatlerinde sessizliği eğlence mekanları ile boğazdaki teknelerin birbirine karışan müzikleri deliyordu.
Diyar Bebek parkında bir banka oturmuş, hafif hafif sallanan tekneleri izliyordu. Acayip bir yerdi İstanbul. Senede birkaç kere gezmek için ultra lüks yat sahipleri ile ay sonunu zor getirenler bir arada yaşıyor olmalarına rağmen yolları birbiriyle neredeyse hiç kesişmiyordu.
Her biri diğerinin varlığından habersiz yaşıyordu. Diyar bunları düşünürken kıyıya yanaşmış yattan inen kadın ile erkek Diyar'ın erişemediği yaşam standardından rahatsız olup ayaklanmasına daha sonra da eve gitmeye karar vermesine sebep oldu.
Biraz daha olduğu yerde Arya ile ilgili hayal kurmaya devam etse Bebek'te güneşin doğuşunu karşılayacaktı.
Diyar yataktan kalkınca, sanki onu Arya karşılayacakmış gibi yüzünde bir tebessüm vardı. Tilki uykusu dedikleri türden yarı uyur yarı uyanık bir haldeydi. Bu halini hep sevmişti. Kaygıdan uzak, öyle hoş bir kafası vardı ki sorma gitsin. Bir de buna Arya gibi bir detay eklenmişti.
Hani bıraksalar, ilelebet bu duyguları yaşamak için şimdiki hayatından vazgeçerdi. Fakat bu hali her zamanki gibi çok kısa sürdü.
Saate baktı ilkin. Vakit öğlen olmak üzereydi. Neyse ki geceden günün programını yapmıştı. Öğlene kadar uyuması hiçbir şeyi aksatmayacaktı. Yavaş yavaş doğrularak yatağının üstüne oturdu.
Şimdi de sanki Arya mutfaktarmış gibi mutlu bir havası vardı. Hayali bile bu kadar güzelse, kim bilir bu kadınla ne kadar mutlu olurdu? Eli telefona gitti. Bir bahane bulup Arya'yı arayayım diye düşündü. Fakat kadını aramaya zayıf veya güçlü bir sebep bulamadı. Sergiye gelip gelmeyeceğini bahane ederek arayabilirdi. Lakin bunu Arya hoş karşılamazdı. Çünkü sanatçılar ile organizasyon işlerini şimdiye kadar hep mail üzerinden yürütmüştü. Şimdi yapacağı arama yersiz bir arama olurdu. Bir de heyecan yapıp çelişkili bir cümle kurar veya konuşmak için kelime arayışına girip duraklarsa, Arya bunu kötü niyet diye yorumlayabilirdi.
Telefonda aşırı bir tepki almazdı ama soğuk bir cevap alacağı çok yüksek ihtimaldi. Kadın cin gibi uyanık dedikleri tiptendi. Yakınlaşayım derken Arya'yı büsbütün kaybedebilirdi.
Aramaktan vazgeçip WhatsApp profiline girip baktı. Daha önce sergiye verdiği resminin yerine çok güzel bir fotoğrafını koymuştu. Diyar bunun kendisi için yapıldığına yemin edebilirdi fakat şimdilik ispatlayamazdı. Acele edip her şeyi berbat etmesine gerek yoktu. Bu iş olacaktı. Ya sergi günü veya hemen sonrasında bir samimiyet kurulur ve oradan gelişip sonuca bağlanırdı.
Kendisine sabır telkin ederken aynada gülümseyen yüzünü inceliyordu.
Neynik
Öyle gördün diye beni,
Aynalar karşısında deli gibi gülüşlerim.
Karşımda duran suretime her baktığımda,
Senin gözlerinle kendime bakıyor ve sana gülümsüyorum.
Şiiri döküldü dudaklarından.
Sarıyer Kuzey ormanları içinde Selçuk'un canı sıkılmaya başlamıştı. Elini telefona gider gibi oluyor, fakat eline aldıktan sonra Oğuz'u arama isteğine bir soğuma geliyordu. Sanki ruhu bedeninin içinden firar etmeye çalışıyormuş gibi bir hissiyata kapılmıştı. Öylesine, hiçbir şey yapmadan bu kadar uzun süre beklediği pek olmamıştı. Kendini hapsedilmiş hissediyordu. Oysa yirmi dönüm kadar alanı olan teşkilatın yerleşkesindeydi. Aslında özgürdü. Ama Oğuz tarafından izlendiği de muhtemeldi. Bir taraftan onaylanmak için bir şey yapma isteğine karşı konulmaz bir istek duyuyordu. Bir taraftan da Oğuz'un onun gözündeki değeri eskisi gibi değildi, bu da onu Oğuz'u aramaktan alıkoyuyordu. Şeytan boş kalınca kuyruğunu tartarmış misali, boş zamanı uzadıkça sıkılmaya, sıkıldıkça birşeyler kurcalamaya başladı.
Sırf boş vakti olduğundan üniversiteye giden kendi kızının telefonuna erişip, içerik detayına girmeden şöyle bir göz attı. İçini bir korku kaplamıştı: Kızımın telefonunda uygunsuz bir şeye rastlarım diye.
WhatsApp uygulamasına girip hiçbir şey okumadan, WhatsApptan mesajlaştığı kişilerin profil resimlerine baktı.
Kendi kızı olmazsa mesajları tek tek okurdu, ama kendi kızına aynı şeyi yapamadı. Biraz korku, biraz da saygıdan dolayı, listenin profil resimlerine tek tek bakarak aşağıya doğru inmek ile yetindi.
Birdenbire şok geçirir gibi durdu. Sanki başından aşağıya kaynar sular dökülmüştü. Teşkilattan hiç kimsenin şaşırmayacağı, fakat beklemediği şeyi gördü: Oğuz'un profil resmi kızının telefonundaydı. Üstelik Oğuz diye bir adla kayıtlıydı.
Yani bir büyüğün kayıtlı olması gibi, Oğuz bey veya abi veya soy ismi ile değil, sadece Oğuz diye kayıtlıydı. Üstelik tek sorun bu da değildi. Kızının rehberinde Oğuz niye kayıtlıydı? Geçirdiği şok, tepeden tırnağa kadar, acayip bir hissiyata kapılmasına neden oldu. Sanki ona elektrik vermişlerdi de hissizleşmişti.
Bir taraftan öfke duymaya, bir taraftan da korkmaya başladı.
Mesaj içeriklerinden sadece bir kısmını okuyunca, o başkalarının kadın ve kızlarına nasıl bir gözle baktıysa, Oğuz'un onun kızına o gözle bakıp onları kullandığı şekilde kullandığını anladı.
Ama ne zamandan beri. Çok değer verdiği ilerici çağdaş kızı gözünden bir anda düşmüş, bir kevaşeye dönüşmüştü. Şu an burada olsa boğazını soluğu kesilene kadar sıkardı.
Zaten Oğuz'a bir şarjör kurşun bile yetmezdi, onu delik deşik etse bile yine de yüreği soğumazdı.
Ulan, bir benim kızım mı kaldı? diye homurdanıp burnundan soluyordu. Koduğumun çocuğu. Ben sana gününü gösteririm! diye kendi kendine söyleniyordu. Fakat söylediği şeye kendisi bile inanmadı. Çok istese bile Oğuz'a zarar vermenin kolay olmayacağını en çok o bilirdi. Ama puştun da yaptığı yanına kar kalmamalıydı.
Selçuk daha önce çok yaptığı şeyi başkası ona yapınca yerinde duramayacak kadar öfkesi kabaran fırtınalı bir denize dönüşmüştü. Şimdi her zamanki olduğu, alıştığı tarafta değildi ve tam olarak ne yapması gerektiğini de bilmiyordu.
Oğuz'a açıktan hesap sormaya kalkarsa ona neler yapacağını gayet iyi biliyordu. Deli gömleği içinde eli kolu bağlanmış gibi kendini çok çaresiz hissetti. Yıllardır gözüne girip bir sürü fedakarlıkta bulunduğu, saygıyla birlikte biraz da çekindiği adam onları hak edecek saygınlığı bırak, puştun teki çıkmıştı. Bir yıldan fazla bir zamandır istediği zaman kızının yanına çağırıp türlü fantazilerini onun üstünde doyuma ulaştırıp biri de utanmadan gelip Selçuk'un yüzüne gülüp sırtını sıvazlamıştı.
Alçak herif çok kötü bir ölümü hak ediyordu, fakat Selçuk'un Oğuz'u punduna getirmesi hiç de kolay olmayacaktı.
Akşama kadar sersem tavuk gibi o yana bu yana dolaşıp durdu. Hani birisiyle konuşup içini dökse rahatlayacaktı, fakat bunu da yapamazdı. Zaten teşkilat mensupları ketum tiplerden seçilirdi.
Karanlık çökünce buraya gelip kapanmalarına sebep olan Faruk'a doğru hışımla yürüdü.
Doktora sinirli sinirli bakıyordu.
Durumu stabil, ilaçlarını bir hayli artırdık. Bu sebeple kontrol edilmesi çok kolay. Fakat hareket kabiliyetini kaybetti, ellemeseniz oturduğu yerden kalkmıyor.
Ulan ben ne yapayım? Böyle adamı ne yapmanız gerekiyorsa hemen yapın! Bir an önce bu herifi yarın yörüngelere uyacak duruma gelmesini istiyorum!
Ama beyefendi...
Tamam kes! dedi tiz bir sesle doktorun cümle kurmasına bile izin vermedi. Öfkeden yüzü kızarmıştı. Aslında öfkesi ne Faruk ne de az da olsa onu laf dinleyecek duruma getirmeye çalışan beyaz önlüklü doktora idi. Fakat gücü Oğuz'dan hesap sormaya yetmediği için şimdilik yönelecek yer olarak bu biri kendisinde olmayacak kadar mağdur hasta, gariban ve kimsesiz; diğeri ise kötü bir teşkilatın parçası olsa da şimdilik birisini birazcık da olsa ayağa kaldırmaya çalışan bu doktorda karar kılmıştı.
Doktor sindi. Daha önce bir teşkilat üyesi tarafından feci şekilde dayak yemiş olmasına karşın o şahsa ne bir şey yapabilmiş ne de yaptırabilmişti.
Kaba gücü faaliyetlerin merkezine almış teşkilatın üyeleri arasında belki de en zayıf halkaydı. Adının iyice çıkıp her fırsatta dalga geçilip tokatlanan şamar oğlanına dönmekten ödü koptuğu için tepkisiz kalarak nötr bir duruş sergilemeye çalıştı. Ne lehte ne de aleyhte bir şey söylemeden öylece durdu. Selçuk'un öfkesi ile birlikte gitmesini bekledi.
Selçuk doktoru tokatlamak isteğine neredeyse yenik düşecekti. Adama bir tokat atsa bu öfkesiyle yetinmesi mümkün değildi. Doktora vurdukça burası gelecek onu başka bir doktora muhtaç hale getirene kadar döverdi. Doktor sessiz kalarak krizi yönetmeye çalışsa bile bakışlarına korku ile birlikte çaresizlik hakimdi.
Korkuyu hiç umursamıyordu Selçuk. Bilakis, bütün muhataplarında yaratmak istediği etkiydi. Fakat doktorun çaresiz bakışlarında kendisini görüp kızını bir seks objesi gibi kullanan Oğuz'a hiçbir şey yapamayacak kadar çaresiz olması sinir katsayısını arttırdı. Yumruğunu Oğuz'un yüzüne indirir gibi sert bir şekilde duvara vurarak burnundan solumaya başladı.
Doktor Selçuk'a yaranmak için "Elinize bakabilir miyim?" diyecek oldu ama korkudan bunu bile söyleyemedi. Adamın ikinci yumruğu pekala onun yüzünde patlayabilirdi. Duvara atılan bu yumruk en az birkaç gün çekilecek ağrı demekti. Doktor soğuk terler döküyordu. Selçuk ateş çıkaran gözleriyle ona bakarken duvara vurduğu yumruk sebebiyle incinen bileğini sol eliyle ovarak kendi kendisini teselli etmek ister gibi sıska adımlarla yavaş yavaş yürüyüp koridorun sonunda sağa dönüp gözden kayboldu.
Zavallı doktor da kendini çok net görmesi, şimdiye kadar ki hışmına uğrayıp değişik biçimlerde harcadığı insanlarla empati yapmasını sağladı. Bu Selçuk'un hayatında ilk defa mağdur ile empati yapmasıydı, şimdiye kadar onlara hiç acımamıştı. Bilakis ona yalvaranlar öfkesinin daha da kabarmasına neden olmuştu. Şimdiye kadar coşkun şiddet eğilimi ile yapmakla övündüğü eylemler korkunç gelmeye başladı.
Faruk'un hastalığı ağırlaşmasa bu yerleşkeye kapanmak zorunda kalmayacaklardı. Kendini dışarı atmak için sıkıştığı yerden atma isteği devam etse de gerekçesi değişmişti.
Geçirdiği ani duygu değişimleri baş dönmesine neden oldu. Öğrendiği ilişkinin nasıl başladığını bilmiyor olsa da kızını Oğuz ile birlikte cezalandıracaktı.
Oğuz kesinlikle ölmeliydi, fakat ölümün bir anda olup bitmesi Selçuk'a yeterli görünmüyordu. Acı çekerek, yavaş yavaş neden öldürüldüğünü bilerek ölmeliydi. Belki de ona yapılanı Selçuk da onun kızına yapmalıydı, ama onun kızı var mıydı onu bile bilmiyorken ona yapılanı Oğuz'a yaşatması şu aşamada mümkün değildi.
Oğuz'un Selçuk'un özel hayatına dair bilgilere erişimi varken, Selçuk Oğuz'a dair çok sınırlı bilgilere sahipti.
Dalgalı bir deniz gibiydi Selçuk'un iç dünyası. İntikam almaya karşı konulmaz bir istek duyuyordu. Bu isteğe sebep olan, cürüm olarak gördüğü şeyin daha fazlasını kendisi de başkalarına yapmıştı.
Çok geçmeden yaşadığı çelişkili ruh hali kusmasıyla sonuçlandı. Dizüstü çömeldiği yerden doğrulduğunda gözleri kan kırmızıydı. Kendi odasını ağır adımlarla yürüdü, bacakları onu taşımakta zorlanıyordu. Şimdiye kadar karışmış olduğu suçlar boynuna asılmış ve yürümesini zorlaştırıyor gibiydi.
Odasına girer girmez yatağına yüzüstü attı kendini ve öylece kaldı, uykuya dalana kadar.
Yeni güne telefonun çalmasıyla uyandı Selçuk. Arayan Oğuz'du. Hiçbir şey belli etmek istemese de, eskiden üstü olan Oğuz ile konuştuğu gibi değildi şimdiki diyaloğu. Oğuz'un onun kızıyla olan ilişkisini öğrenmiş olma ihtimalini hiç umursamıyor olsa da emin olmak için
Sesin hiç iyi gelmiyor. Hasta mısın? diye sordu. Selçuk, Evet, diye kısa bir cevap verdi.
Susmaya devam eden Oğuz'a, "Yediklerim dokundu galiba. Dün kustum ama şimdi iyiyim. Sorun yok abi," dedi.
Tamam, olmasın zaten. Faruk ne durumda? Bu gece onu kullanabilecek miyiz?" diye sordu Oğuz.
Abi, dün kontrol ettim. Durumu çok da kötü değildi. Silah kullanamaz, yalnız B planı için elverişli.
Tamam o zaman, B planını işleteceğiz. Adamı hazırla.
Tamam abi, ilgileniyorum.
Akşam yer ile saat bilgisini yollayacağım.
Herhangi bir aksilik istemiyorum. Gözlerini dört aç, tamam mı? dedi Oğuz.
Tamam abi, sen merak etme. Her şey istediğin gibi olacak, dedi Selçuk.
Sana güveniyorum. Bu işi elimize yüzümüze bulaştırma lüksümüz yok. Her şey planlandığı gibi kusursuz gerçekleşirse çok farklı yerlerde olacağız.
Tamam abi, bilirsin. Ne olursa olsun hep sonuç almayı bildik şimdiye kadar. Bundan sonra da böyle olacak.
Telefonu kapatır kapatmaz Oğuz, Selçuk'un Birinci adamını aradı. Selçuk, bilmese de Oğuz ile aynı yerleşkedeydi.
Olağanüstü bir gelişme olmazsa direkt Oğuz tarafından aranmayacağını bilen Birinci adam, telefonda Oğuz'un ismini görünce Oğuz tarafından muhatap alınacak olması sebebiyle gurur dolu bir ton yükledi sesine. "Efendim abi," diyerek açtı telefonu oturmuş olduğu yerden kalkarak.
Hani neredeyse hazırola geçecekti o derece. Kimseye hiçbir şey söylemeden hemen A Blok 13 numaraya gel.
Birinci adam, kendisine verilecek ulvi görev için aşırı istekli adımlarla 13 numaralı kapının önünde durdu. Kapının yeşil "Gir" sinyali o kapıya varır varmaz yandı. Kapıda bekletilmemesi önemli bir şey için çağrıldığının teyiti gibiydi.
Şimdi ona açılan kapıdan içeri girmek için yarım saat ayakta beklediği de olmuştu.
İçeri giren Birinci adam, Oğuz'u sırtı dönük önündeki ekrandan Selçuk'u odasında izlerken buldu. Hiç konuşmadan, sırtı dönük elindeki kağıdı Birinci adama uzattı.
Kağıttaki notu okuyan Birinci adam, onu çakmağıyla yakarak hiçbir şey söylemeden, topuklarıyla selam vererek odadan çıkıp gitti.
Diyar, sergi yapılacak Haliç tersanesine sabahın erken saatlerinde gelmiş, sergi salonu olarak kullanılacak hangarın içinde eserleri, belirlediği yerlere astırmıştı. Favorisi Arya'ya ait olan eser olsa da Diyar, Gemra'nın eserini sergi salonu olarak kullanılacak atölyeye ilk gireni karşılayacak biçimde yerleştirmişti satılma ihtimali yükselsin diye.
Bütün her şey tamamlandıktan sonra bir kere de mesleği pazarlama olan arkadaşı Yalçın'a sergiyi gezdirip, gözüne takılan bir eksiklik var mı diye onu sergi salonuna kontrole yolladı. Diyar'ın bu tarzına alışmış olan Yalçın, kendisinden isteneni daha önce de defalarca yaptığı için hiç soru sormadan hangarda bir süre kaldıktan sonra geri döndü.
Nasıl buldun Yalçın?
Diyar, bilirsin ben ne düşünürsem söylerim. Bana sorarsan bro, çok titiz çalışmışsın ama eserler hangarın içinde kayboluyor. Yani eserler güzel, sen de gayet titiz çalışmışsın. Fakat burası bu serginin yeri değil.
Ya benim, benim de içime sinmedi fakat...
Fakat ne?
Serginin sponsorları belediye ve iştirakleri.
Ee ne var bunda?
Belediye sergi yeri olarak Haliç tersanesinde diretti.
Ya belediye ait bu serginin yapılacağı o kadar çok yer var niye illa burası?
Herif başkan olunca tersaneye yolu düşmüş ve şehir hatlarına ait vapurların ufak tefek tamirat işlerini burada yapın diyerek alakasız ama yükselmek için her şeyi yapacak genç bir kadını görevlendirmiş. Şimdi tersaneyi yeniden ayağa kaldırdık diye reklamlar yapıyor görmüyor musun? Ne kadar billboard varsa hepsinde bu reklam var.
Halbuki burada sadece ufak tefek tamirat işleri yapılıyor. Zaten çalışan sayısı bile iddia ettiği şeyleri yalanlamasına yetiyor ama insanlar siyasal İslamcı hükümetten bıktığı için çelişki ile yalanları sorgulamıyor bile. Herif tam bir Laz tilkisi, ondan hiç haz etmiyorum.
Fakat bu tipler etkinliklere sponsor olmasa ülkede sanat etkinliği gerçekleşmez.
Neden gerçekleşmesin bro? Onca Avrupa ülkesi gezdim, bir sürü sergi ile müzeye gittim tamam mı? Refah seviyesi kişi başına düşen milli gelir bizden çok yüksek olsa da oradaki sanat etkinliklerinin finansmanı sergiye veya müzeye bilet alarak gidenler. Burada da pekala olabilir diye düşünüyorum. Yanılıyor muyum?
Burada olmaz bro, orada hakkaniyetli ve kurumsallaşmış bir sistem var. Onu buraya uyarlamamız imkansız gibi bir şey.
Neden imkansız olsun bro? Ben pazarlamacıyım, dünyadaki diğer meslektaşlarımla aynı oranda para kazanamasakta bizim sektörde gayet başarılı aslında. Olay çok basit, başarılı yanlarına alıp kopyalayacaksın olmaz mı?
Olmaz, açıklayayım. Orada daha hakkaniyetli bir vergilendirme sistemi var, hiç kimse vergi kaçıramıyor. Bu da ulusal hükümet harcamalarını finanse etmeye yetiyor.
Ee, bunda benim soruma cevap değil.
Biraz sabret, hemen değiniyorum. Vergilendirme hakkaniyetli olunca bizdeki gibi dolaylı ekstra vergiler toplanmasına gerek kalmıyor. Dolaylı vergiler olmayınca da pek çok ürün ve hizmet daha erişilebilir oluyor. Senin sorunun cevabına geliyorum: Halkın sanatla olan ilişkisine. Sanat eseri satın alan kişi bunu kişisel vergisinden düşebiliyor. Bu sebeple neredeyse her Avrupalının evinde bir veya birkaç sanatçıya ait sanat eseri bulunuyor. Bu şekilde bir düzenleri olduğu için sanatçının üretimi, halk tarafından satın alınarak dışarıdan kaynak arayışına girilmesine gerek kalmadan kendi ekonomisini kendisi oluşturuyor. Bu da tabii ki daha özgür sanat demek.
Batıda da bizdeki gibi kamu otoritesi ile belediyeler sanatı finanse etseydi, onlarda da sansür olurdu.
Biz belediye veya resmi kurumlardan destek almak için içine girmediğimiz şekil kalmıyor. Bazen hangi sanatçıların etkinliğe katılım sağlaması durumunda sponsor olup etkinliğe onay vereceklerini isim isim sayıyorlar.
Şimdi bu ülkedeki sanatın gelişimi ile Avrupa'daki gelişim bir olur mu?
Bazen çevreyi en çok kirleten holdinglerin sponsorluğunda doğanın korunması ile ilgili etkinlikler yapıyoruz. Şimdi sektörü kimi zaman büyük meblağlar ödeyerek finanse eden bu şirketlere kim karşı çıkıp 'Doğaya en çok zararı siz veriyorsunuz' diye bilir?
Bro, sen bunları anlatınca bana tiksinti geldi.
Bazen başımı alıp daha özgür bir ülkeye gideyim diyorum ama galiba tembellikten şimdiye kadar bana gelen bu düşünceyle ilgili hiçbir girişimim olmadı.
Bence korkma. Git yurt dışında yaşa, öyle veya böyle belli bir süre sonra bir düzen kurarsın. Fuar ve partner firması ziyaretleri sebebiyle yurtdışı seyahatlerimde sen neredeysen boş bırakmam. Ara ara kahveni içmeye gelirim, derken gülümseyerek Yalçın, Diyar'ın omzuna hafif bir yumruk attı.
Bro, sergiye kalıp birkaç sanatçı ile tanışmak niyetim vardı, fakat anlattıkların onları gözümden düşürdü. Hadi bana müsade, sana da konuklarına, en başta da belediye başkanına ve ekibine katlanman için sabır diliyorum. Yanında olamayacağım, üzgünüm. Ama biliyorsun ben samimiyetsiz yerlerde duramıyorum. Senin durumun farklı, ticari bir sorumluluk sebebiyle kalmak zorundasın ama ben olup bitenlere katlanmak zorunda değilim, deyip Diyar'ın koluna girip tersanenin çıkışına doğru yürüdüler.
Sen zahmet etme bro, ben giderim, diye tek başına gitmek istedi Yalçın, fakat Yok yok seni kapıya kadar geçireyim, diyerek kararında diretti Diyar.
Yalçın benim için akşam çokta sıkıcı geçmeyecek. Katılımcı sanatçılar arasında Arya diye bir kadın var. Bro galiba ben kadına aşık oldum. Akşamı iple çekiyorum.
Çok güzel, dedi Yalçın. Uzun süredir yalnız olan arkadaşının bir kadını beğenmesine sevindi. Cebindeki telefonu çıkarıp yapay zekaya Arya ile ilgili bilgi ve görsel istedi. Yapay Zeka, Arya ile ilgili metinleri okurken Yalçın da kadının fotoğraflarına bakıyordu.
Dostum çok güzel kadın, birbirinize yakışırsınız. Nikah şahidiniz benim bak, kimseye söz verme anlaştık mı?
Ya öyle değil, daha ortada bir şey yok.
Hiç konuşmadınız mı?
Konuştuk ama sergi ile ilgili. Bu sebeple ilk kez gördüm. O kadar zamandır bu kadının farkına nasıl varmamışım hayret doğrusu.
Peki sence tepkisi ne olur?
Olumlu olur diye düşünüyorum.
Olur olur, negatif düşünme. Evrene pozitif enerji yolla, derken yarı alaycı bir gülümseme vardı Yalçın'ın yüzünde. Aslan gibi adamsın, derken birden ciddileşip Diyar'ın sırtına okkalı bir şamar attı. Senden iyisini mi bulacak? dediğinde sendeleyen Diyar doğrulmuştu.
Benim hislerime güven, duygularına karşılık bulacaksın.
Yalçın'ın otomobili gözden kaybolunca geriye dönen Diyar'ı, elinde iki karton bardak içinde iki kahve ile güvenlik görevlisi karşıladı.
İlginçtir, adam kahveyi uzatırken vücut dilinde herhangi bir yaranma veya yaltaklanma emaresi yoktu.
Hiç konuşmuyordu da, daha çok hayranlık duyduğu birisine biraz yakınlaşmak için bir bahane olarak kullanmıştı kahve ikramını. Konuşmak istiyordu fakat cümle kuracak kelime bulamadığı için kıvranıyordu. Belli ki sanatı sevmek istiyordu fakat ona şimdiye kadar erişememişti. Bundan sonra da erişebilir miydi bilinmez.
Diyar güvenlik görevlisini, güvenlik görevlisi de Diyar’ı hiç konuşmadan anladı. Diyar bir ara konuşacak gibi oldu fakat adamı kendi haline öylece, içindeki hevesle bırakmak daha baskın geldiği için elindeki kahveden bir yudum alarak Teşekkür ederim deyip uzaklaştı.
Akşam sanatçılar ile katılımcıları tek tek karşılayıp, ayıp olmasın diye de bir şeyler konuşmuş olmak için kimi zaman isteksizliği yüzüne vurduğu halde bazıları ile kısa sohbetler etti.
Diyar'ı ilk defa böyle görenler, ondaki gerginlik ile birlikte taşkın heyecanı, sergi ve sergiye ev sahibi yapılan eserleri yutmuş hangara bağlıyordu. Belediyenin neden tersanede ısrar ettiğini hiç kimse anlamamıştı.
Evet, Belediye Başkanı tersaneye ayağa kaldırdım yalanını söyleyip utanmasa, Osmanlı'dan kalan tersaneyi kendisine bile mal edebilirdi. Bu sergi ona bu fırsatı veriyordu. Ismarlama haber ile 8 Mart Dünya Çalışan Kadınlar Sergisi, belediyenin atıl durumdayken ayağa kaldırdığı tersanede yapıldı haberleri Anadolu'da piar çalışmasına dönüp belediye başkanına yarayacaktı, fakat bu hangar bu sergiye hiç yaramamıştı.
Hiç kimse serginin yeri olarak seçilen tersane ile sergiye ev sahipliği yapan hangarı beğenmemiş olmasına rağmen memnuniyetsizliklerini gizliyorlardı. Zira kimse esas işverenle ters düşmek istemiyordu. Fakat hangardaki sergiyi gezen herkeste göz yorgunluğu belirmişti. İnanılmaz çirkin ve yakışıksız bir yer, yarın ki basında övülecekti.
Diyar'ın gerginliği Arya gelene kadar sürdü. Onu görünce içinde biriktirdiği her şeyi bir nefeste dışarı verip rahatladı. Hele kadının ona içten gülümsemesi dünyaya bedeldi.
Arya sergiyi gezdikten sonra Verde, Funco ve Gemra'ya katıldı.
Tek başına dikilmiş, herkesi göreceği bir açıda duran emektar sanatçıya takıldı gözleri. Her zamanki gibi katılımcıların ederini ölçer gibi bir hali vardı adamın.
Salonda bir hareketlenme başlayınca, belediye başkanının gelmek üzere olduğunu anlayıp onu karşılamak üzere girişe doğru yöneldi. Kısa bir karşılamadan sonra, yine çok kısa konuşarak başkanı konuşması için kürsüye davet etti.
Başkana kürsüde konuşma metni uzatıldı. Bunda hiçbir gariplik görmeyen, ezbere sanatla ilgili kısa dahi olsa bir konuşma yapamayacak olmasından utanması gerekirken, göğsünü gererek miting meydanında toplanmış bir kalabalığa hitap ediyormuş edasıyla konuşmaya başladı belediye başkanı.
Ulan, dedi Diyar içinden, her sanatla ilgili programda tekrar tekrar okumasına rağmen yine de ezberden değil kağıttan okuyacak aynı metni, diyerek adama tiksintiyle baktı. Allah beni bu toplumun içinde yaratarak cezalandırmış olmalı, dedi, iki kolunu göğsünde birleştirmiş emektar sanatçının yanında.
Belediye başkanı ise söylerken utanması gereken her şeyi ağız dolusu kibirli kelimelerle, altını hakikat bilgisini açıklıyormuş gibi çizerek, üstelik bunu da bilmem kaçıncı kez kendisinden dinleyen sanatçılara okuyordu. Nereden tutarsanız elinizde kalıyordu herif, tel tel dökülüyordu. Basın yayın organlarındaki imajına mukabil…
Her enerji kendi cinsinin yanındaydı. Siyasetçinin etrafında onlar gibileri kümelenmişti.
Arya, Gemra, Funco ve Werde, dört kadın bir araya gelmiş, dört yapraklı yonca gibiydiler. Öylesine narin ve zarif idiler ki sorma gitsin.
Diyar'ın gözleri ona istediğini vermişti. Arya'nın, Werde, Funco ve Gemra'yla aynı enerjiye sahip olup onlarla bir araya gelmesinden bir hayli keyif almıştı. Hoşlandığı kadının ırkçı, ulusalcı Ülkü ile siyasal İslamcı, muhafazakar Merve'ye mesafeli duruşu onu ayrıca keyiflendirmişti.
Arya'nın iyi bir insan olduğuna kanaati iyice pekişti.
Kadının elinden tutup eve gitmek isteği öyle baskındı ki, yanına gidip ona sarılma isteğini kontrol etmek için ciddi bir çabanın içine girmişti.
Diyar'ı tutan şey, Arya'ya duygularını açmamış olmasıydı. Kadının vücut dilinden bir takım çıkarımlardan ileri gitmeyen tahminleri vardı sadece. Aynı dalga boyunda güçlü olmasa da, Arya da ondan hoşlanmıştı ve eğer Diyar çok büyük bir hata yapmaz ise kadında onun duygularına karşılık verecekti.
Emektar sanatçının yanında kollarını salmış, sağ ve sol el parmaklarını birbirine geçirmiş, salondakilerin üstünde emektar sanatçının yaptığı gibi göz gezdiriyordu Diyar.
Belediye başkanının söylemekte olduğu her kelimeyi ondan önce içinden söylüyordu. Çünkü birkaç etkinlikte daha önce bu herifin okuduğu metni dinlemek durumunda kalmış ve konuşma metnini ezberlemişti. Fakat Başkan kağıttan okuyordu.
Memnuniyetsiz ressam, yanında sabıkalı iş adamı ve gereksiz yere üniversitede kürsü işgal eden çapsız öğretim görevlisi ile birlikte, başına konan güvercini ürkütmekten çekiniyormuş gibi pür dikkat, hareketsiz başkanı dinliyorlardı. Sanki Başkan hakikat bilgisini paylaşıyor da, anlaşılmayan hiçbir şey kalmasın diye odaklanmışlardı.
Konuşma metni de metin olsa bari! Salondaki çok az insan hariç, daha önce bu metni kağıttan okuyan başkanın ağzından bir kaç kez dinlemişti. İlk defa duyuyorlarmış gibi hiç bozuntuya vermeden bir daha dinliyorlardı. Kendilerince haksız da değillerdi hani. Adam ilçe belediye başkanı iken onunla samimiyet kuranlar, Büyükşehir Belediye Başkanı olunca belediyeye yaptığı işlerle ihya olmuştu.
İstanbul Büyükşehir Belediyesinin bütçesi bir çok ülkenin bütçesine denkti. Herif yamuk ağzıyla, çapsız biri bile olsa okuduğu şey ortaöğretim düzeyinde ve yanılgılarla dolu bir metin de olsa, herifin hükmettiği kaynaklar onun ciddiye alınmasına sebep oluyordu.
Üstelik bu herifin cumhurbaşkanlığı için adı geçiyordu.
Kim bilir belki de şu an mış gibi yapanlardan bir tanesi ileride, şimdiki yaklaşımı sebebiyle kültür bakanı bile olacaktı.
Bu toplumun tıkanmış damarlarını sanat ile sizin gibi değerli sanatçılar sayesinde açacağız. İstanbul'u bir açık hava müzesi yapma hayalimizi her geçen gün biraz daha ileriye taşıyoruz. Bu ülkedeki gelişmeyi bu şehirde sanat ile tetikleyip ülkenin en ücra köşesine hep birlikte taşıyacağız, cümlesini bitirdiğinde Diyar'ın yüreği duyduklarını kaldıramadı.
Serginin küratörü olmasa belediye başkanını hiç dinlemezdi. Fakat küratör olduğu için katlanmak zorundaydı. Adam öyle vasat bir kişiliğe sahipti ki, daha sanatın gelişmiş bir toplumun sonuçlarından biri olduğunun farkında bile değildi. Gelişmiş, üretken bir toplumun sonuçlarından biri olan sanatı alıp, bir toplumu geliştirecek araç olarak görüyordu adam. Dümdüz bir salaktı daha ötesi yoktu.
Diyar'ın hissettikleri yüzüne yansımıştı. Heriften tiksinti gelmişti ona. Bu samimiyetsiz ortamda biraz daha katlanırsa kendisine olan saygısını kaybetme kaygısı baş gösterecekti. Memnuniyetsizliğim fark edilmesin diye dışarı çıkmak için kapıya yöneldiğinde, Arya'nın dışarı çıktığını gördü.
O andan itibaren hem sergiyi hem de içerideki herkesi unuttu. Dışarı çıkmak için artık bir değil, iki sebebi vardı.
Tersanenin girişine plakasız, siyah camları filmli bir araç yanaştı. Açılan kapıdan içeri girerek, tersanenin içinde 8 Mart Dünya Çalışan Kadınlar Günü sergisinin yapıldığı hangara doğru gitmeye başladı. Oysa hemen güvenlik kulübesinin yan tarafındaki tersanenin otoparkına gitmesi gerekiyordu.
Kendini konuşma ve dinletmenin hazzına kaptırmış Belediye Başkanı, okuduğu metne inanarak kendinden emin, kürsüye ellerini dayamış, kollarını sağ ve sola doğru açarak, çok büyük bir iş kotarmış olmanın haklı gururuna kapılmış, önündeki metne bakarak ara sıra başını kaldırıp fotoğrafını çeken belediyenin kadrolu fotoğrafçılarına poz vermeyi ihmal etmeden konuşmaya devam ederken…
Üzerinde jilet gibi bir takım elbise, ağır adımlarla salona girmiş bir hayli ilerlemişti Faruk.
O da kürsüde konuşmasını yapan başkan gibi çevresinde olup bitenin farkında değildi.
Selçuk, hangarın girişinde kafasını uzatmış, Faruk'un yeterince ilerlemesini bekliyordu. Avucunun içindeki tuttuğu düğmeye basmak üzere…
Birkaç saniye sonra büyük bir gürültüyle Faruk'un, vücuduna sarılmış olan bomba patladı. Hangarın içini toz bulutu teslim aldı. Kimse ne olduğunu bilmiyordu. Çığlık ve inleme sesiyle birlikte kulaklarda çınlama sesi vardı.
Selçuk'un birinci adamı, silahındaki şarjörü Selçuk ile İkinci adamın üstünde boşaltarak öldüklerinden emin olduktan sonra, rıhtımda onu bekleyen sürat teknesine doğru, ona verilmiş olan görevi yerine tam istendiği gibi getirmenin karşılığında alacağı ödüle hızlı adımlarla ilerlerken tabancanın şarjörünü değiştirdi.
Önce patlama, sonra da silah sesiyle hangara yönelen Diyar ile Arya, Selçuk'un, Birinci adamı ile karşılaştı. Adam hiç tereddüt etmeden yeni taktığı şarjörü çiçeği burnunda sevgililere boşalttı. Sürat teknesine binip gazı kökledi. Rıhtımdan birkaç yüz metre uzaklaşmıştı ki o da büyük bir gürültüyle infilak etti. Suyun üstünde birkaç saniyelik dev ateş topuna döndü. Haliç'in karşı kıyısından onlarca kişinin telefonlarına video ile kayıt altına girdi.
Patlama gerçekleşir gerçekleşmez olay yerinin karşı kıyısında olanlar video çekmeye başlamış, sürat teknesinin haliç suları üstünde oluşturduğu alev topu sosyal medyada Haliç'te patlama diye paylaşılıp etkileşim alarak yayılmaya bile başlamıştı.
Yan yana, kanlar içinde kalmış olan Arya'da hayat belirtisi yoktu. Diyar ise, bulanık görmesine rağmen hemen yanında kanlar içinde Arya'yı görüyordu. Ağzından,
Ellerim ceplerimde, amaçsızca dalgın dalgın yürürken benim gibi görünmeyen, uzakları izleyen gözlerinle kesişse bakışlarım.
Ne martın ne de sekizini önemi kalmaz, zaman kırılır bir yerden.
Zamansız yaşarım seninle sonsuza dek,
şiiri döküldü belli belirsiz dudaklarından.
Sonra dili damağına yapıştı. Kalbi, Allah diye atmaya başladı sanki göğüs kafesinin içinde başı kesilip bırakılı vermiş bir tavuk vardı da ruhunu teslim ederken kafesi kırmaya çalışıyordu. Kalbi göğüs kafesini öyle dövüyordu ki, bütün vücudu hareket ediyordu. Hareketin merkezi ise Allah diye atan kalbiydi.
Diyar'ın bu durumu kısa sürdü. Kan kaybettikçe hareketleri azaldı ve vücudunda akacak kan kalmayınca ölümün soğuk yüzü, Arya'da olduğu gibi Diyar'da da göründü.
Yan yana cansız bedenleri, basında çıkacak haberlere malzemeydi artık.
Boğaza sıfır bir yalıda, duvarda boydan boya devasa bir ekranda birkaç kişi sessizce, ellerinde viskiyle olup biteni güvenlik kameralarından HD izliyordu.
Sis bulutu da almış hangarda, 5 ölü, 8'de yaralı vardı. Belediye başkanının hiçbir şeyi olmamasına rağmen, etrafına korumaları üşüşmüş, korku dolu gözlerle sağ kurtuldukları patlamanın şokunu atlatmaya çalışıyorlardı.
Birinci baronun 'Belediye başkanına suikast girişimi haberini dolaşıma sokun' talimatından birkaç dakika sonra, 'Son dakika gelişmesi: Belediye başkanına suikast girişimi' diye ajanslar son dakika gelişmesini aktarmaya başladı.
Belediye personeline amirleri tarafından mesaj çekilerek, 'Suikast girişiminden sağ kurtulan belediye başkanına destek için ellerinde bayraklarla Haliç tersanesine gelmeleri, alana geldiklerine dair WhatsApp durumundan selfie paylaşmaları, aksi takdirde insan kaynakları ile yaşayacakları sorunların oluşabileceği' aktarıldı.
İşten atılma ile tehdit edilen binlerce belediye çalışanı, yarım saat içinde Haliç tersanesini bir miting alanına dönüştürdü. Belediye başkanının toplanan kalabalığa hitap etmesi için bir sahne bile kurulmuş, kalabalığın iyice artması bekleniyordu. Eline mikrofonu almış demagog bir anonsçu, kendisine verilen metni birkaç dakika arayla tekrar tekrar okuyup, 'Belediye başkanının yükselişinin kimse tarafından engellenemeyeceğini, bundan sonraki seçimlerde cumhurbaşkanı olarak İstanbul'a yaptığı gibi bütün ülkeye hizmet edeceğini' söylüyordu.
Sahneye çıkan Belediye Başkanı'nın konuşması canlı yayın olarak verilmeye başlandı ulusal kanallarda. Cumhurbaşkanı sloganları altında ceketiyle kravatını çıkarıp kollarını sıvadı. Büyük bir heyecanla konuşmaya başladı.
İkinci baron, Birinci barona kadehini uzatarak 'Tebrik ederim' dedi. Onunla birlikte diğerleride sonra kendi aralarında konuşmaya başladılar.
Zaten belediye başkanının bile okuyarak öğreneceği metni onlar hazırlatmıştı ve belediye başkanının neler söyleyeceğini biliyorlardı.
Birinci baron. 'İçkiden bir yudum alarak ben size söylemiştim, şimdiye kadar plan tıkır tıkır işledi. Bundan sonra da bu herif cumhurbaşkanı olacak.'
İçerideki herkes Birinci baronun yaptığını akıl almaz kabul ediyordu. Çapsız bir adamın elinden tutmuş onu Cumhurbaşkanı çıkartmak üzereydi. Ondan önceki siyasal İslamcıların liderini de aynı şekilde desteklemişti. Fakat siyasal İslamcı Lider daha becerikli ve gayretliydi. O miadını doldurmuş, sıra ülkesini bir savaşa sokarak harabeye çeviren Ukrayna lideri Zelenski gibi çapsız birindeydi.
İçkisinden bir yudum daha alarak, 'Benim ne kadar kudretli olduğumu göreceksiniz. Siyasal İslamcıları desteklediğim zaman da kararıma şüphe ile yaklaştınız. Her biriniz siyasal İslam iktidarı döneminde servetinize servet kattınız. Bununla birlikte halkı da dinden soğuttuk,' dedi.
Yanılgılarını kabul eden baronlardan biri ayağa kalkıp, boğazdan geçen büyük yük gemisine gözlerini dikerek, 'Siyasal İslamcıların eliyle dini geriletmeniz inanılmaz bir başarı. Artık bu ülkede muhafazakar veya İslamcıları hiç kimse ciddiye almaz, kaldı ki iktidar olsunlar. Fakat bu Laz tilkisi çok kurnaz, buna hiç güvenmiyorum. Herif iki yüzlü ve çok rahat yalan söylüyor. Başkalarına yalan söyleyen biri pekala bize de söyleyebilir,' dedi.
'Sen merak etme,' dedi sorunun muhatabı olan baron. 'Elimde bir kukla. Kukla benim sözümden dışarı çıkamaz. Belediye bütçesinden onun liderliği için bir fon bile oluşturdum. İstanbulluların parasıyla ülkenin başına çorap örüyorum,' dedi bir kahkaha atarak. Onun kahkaha atmasını bekliyormuş gibi diğerleri de bastı kahkahayı. Neşelerine diyecek yoktu doğrusu.
'Bakma sen usta demogogluğuna, yanımıza geldiği zaman nasıl da el pençe divan duruyor görmüyor musun?'
Baronlardan bir diğeri, çoklu ekrandan son dakika gelişmelerini veren haber kanallarında dolaşıma sokulması gereken sloganı bütün canlı yayın yapan kanallarda alt metin olarak görünce, bardağının içinde çevirdiği içkisini havaya kaldırıp, 'Başarılı geçen operasyonun şerefine!' dedi.
'Şimdiki hedefimiz daha kolay,' dedi genç baron, yuvarlak masada duran dosyaların üstüne elini koyarak. 'Çok çalıştım, beni takdir edin demek istiyordu.' Gerçekten de çok çalışıp takdiri de hak etmişti.
Yalıda onlara hizmet eden sağır ve dilsiz garsonlar ile hizmetçiler hariç, en genç ve yükselmeye en çok ihtiyacı olan oydu.
Eline koyduğu dosyalarda 'Suriyeli sığınmacılar, Afgan göçmenler, azınlıklar, gayrimüslimler, Kürtler ile influencer belediye başkanları' başlıklarını taşıyordu. Her biri de oldukça hacimliydi.
İç savaş dosyasını eline alarak ev sahibi barona takdim etti.
Medyadan sorumlu olan baron, saldırıyı gerçekleştiren canlı bombanın tarikat bağlantısı tespit edildi' son dakika haberini görünce işaret parmağıyla diğerlerine gösterdi. Sosyal medyada bu haber kısa sürede trend topik olup bir anda ilk sıraya yükselerek etkileşim aldı.
Ev sahibi baron, 'Yarın ben uyandığımda şu doğu orjinli tarikat şeyhini kodeste istiyorum, tamam mı?' dedi. Hemen ardından, 'Ha bide,' diye ilave etti, 'şu Siyonist Müslümanlar kavramını ortaya atıp makale yazan yazarı da aldırın. Onunla özel ilgileneceğim. Benim koyunlarımı benden kimse alamaz. Plan deşifre olursa istenilen sonuca ulaşamayız. Onun entelektüel birikimini burnundan getireceğim. Sadece yazarak çok tehlikeli bir işe kalkıştı. Bunun bedelini ibreti alem olarak ödemeli ki bir daha kimse böyle bir şeye tevessül etmesin.' Çakır keyifmiş gibi lafı ağzında yuvarlayarak konuşmuştu. Genelde bu biçime yakın bir sakinlikte konuşuyordu. Fakat bu sefer sanki ağzıyla orgazm oluyordu.
Yabancı haber ajansları birbirinin aynı metni son dakika gelişmesi olarak veriyordu: 'Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde seçilmesine kesin gözüyle bakılan İstanbul büyükşehir belediye başkanına bombalı saldırı düzenlendi. Terör eyleminden yara almadan kurtulan Belediye Başkanını halk bağrına bastı.
sedat1399gonul@gmail.com
Yorum Bırakın