Çirkin, kırmızı ve yuvarlak bir yüz, koca bir etli burun, geniş bir alnın devamında kalın kaşlarının altına yuva yapmış iki düşünceli göz, kısa ve hantal bacaklar, güzellik ve estetiğe bu kadar hayran bir ruhun yuvalandığı enli ve kaba bir vücut... Görüntüsü nedeniyle kışlada Çinli diye sesleniliyor. Gözlerinin ne aşağıya ne de aynaya bakmasından hoşnut değil. Sakalı etli boynunu, terzisinin büyük bir ustalıkla ürettiği korseler, şık ve kaliteli ipek giysiler de vücudunun kusurlarını saklayamıyor. Zweig'ın cümleleriyle 'bu kadar kalın, bu kadar hantal, çekicilikten bu derece yoksun olan bir beden bu kadar narin, karmaşık ve çarçabuk uyarılabilen bir ruhla niçin birleşti?' Kimden mi bahsediyoruz?
STENDHAL
Öncelikle asıl sorun, 1783 yılının soğuk bir kış gününde Fransa'nın güneydoğusunda bulunan bir taşra kentinde doğan kahramanımız için bu ismi kullanıp kullanmayacağımızdır. Yoksa gerçek adı olan Henri Beyle diye mi hitap etmeliyiz? Bazen o an için tüccar Cesar Bombet olan, bazen kendi ismini kullanan, bazen takma isimler ile yazı yazan, bazen kendisini bir 'eski süvari subayı' bazen 'Avusturya Hükümet Emeklisi' olarak tanıtan yazarımız için, biz en iyisi küçük bir Prusya şehrinden aldığı ve onun ile bütünleşen Stendhal ismini kullanmaya devam edelim. Zira seçtiği bu isim diğer kullandığı sayısız isimlerden ve imzalardan çok kendisiyle özdeşleşmiş ve tarih sahnesine de bu şekilde kazınmıştır.
Ancak biz yine de kendisini anlatmaya çalışırken kendisini istediği şekilde görünür kıldığı her türlü şeyden kaçınarak bunu yapmayı planlıyoruz. Çünkü İsmini, düşüncelerini, duygularını ve kilolarını gizlemeye çalışarak kendini bir perde arkasında daha güvende hisseden ve bu sebeple yalanı, vücudunun bir uzvuymuş gibi kullanan Stendhal'ı anlatmak için şüphesiz ki onun sözlerinden yola çıkmamak gerekir. Bilinen onlarca imzası olduğu hiç tereddüt etmeden söylenir. Yanlış tarihler, uydurma hikayeler... O an kim olmak istiyorsa o kişidir. Aylardır Paris'ten dışarı çıkmadığı halde çok rahat bir şekilde daha bu sabah başka bir şehirden geldiğini anlatabilir. Veya bahsi geçen kişiyi hiç görmediği halde onunla bir davette karşı karşıya oturduğunu söyleyebilir. Fakat tüm bunları bir kenara bırakırsak, hakikati ince bir işleyişle eserlerine nakşetmekteki ustalığı da gözle görülür bir gerçektir. Kurgusal olaylar içinde yüzer, psikolojik tahliller yapar. Sanki eserinin içerisindeki herkes Stendhal'dır veya ayrı ayrı zamanlarda da Stendhal o kişiler olur.
Akrabası sayesinde girdiği Napoleon ordusunun teğmenidir. Bir dönem zemin katta çıraklık yapar, bir dönem Almanya'nın bir taşra kentinde vergi toplar. Uzaktan kadınları izleyerek iç geçirir, bir türlü aynadaki görüntüsüyle barışamaz. Kılıç kullanmayı, ata binmeyi, kaşlarını çatmayı öğrenir. Ancak ne askerliği ne memurluğu ne de kadınlarla iletişimi tarih sahnesinden çıkarıp anlatmaya değecek kadar iyi değildir. Bu yüzden askerliğinden değil, daha 17 yaşında bir askerken bilerek çadırını yakınına kurduğu La Scala'ya akşamları herkesten önce gidişinden bahsetmek gerekir. Ya da Cenevre'de, Jean-Jacques Rousseau'nun doğduğu evin önüne gidip ağladığından söz etmeliyiz. İşte bizim Stendhal ile olan ilişkimiz tam da bu kısımda başlıyor. Bu kadar narin bir ruh ve bu kadar kaba bir beden...
STENDHAL SENDROMU
Medici Riccardi Sarayı - Luca Giordano
Rivayet odur ki; Stendhal otuzlu yaşlarının ortalarında yapmış olduğu Floransa ziyareti sırasında birçok ünlü sanatçının mezar yeri olarak da bilinen Santa Croce Bazilikası'nda bulunan freskleri görür ve tarif edilemez güçlü duygular içine kapılır. Kalp atışları hızlanmaya ve avuç içleri terlemeye başlar, karşısındaki olağanüstülükten ve biraz da fazla kilosundan dolayı güçlükle nefes alıp verir ve çevresini rahat bir şekilde duyamaz, göremez, algılayamaz hale gelir. Sanki uzun süreli bir yoksunluktan çıkmak için elindekine hevesle sarılan uyuşturucu maddenin etkisindeki bir insana dönüşmüştür.
Gözleri adeta baktığı yeri emerek ondan güç alan bir canavara evrilmiş ancak bedeniyse bu durumdan pek hoşnut görünmemektedir. Bir an için kulaklarında ismini bilmediği ancak son derece tanıdık bir melodinin tınıladığını hisseder. Kısa bir süre o melodiye kulak kesilmek zorunda kalır çünkü ruhunun damarlarının içinde gezinen müziğin akıntısıyla birlikte etrafta dolaşmaya başladığını anlar. Bedenini terkedip kaçıp gitmesinden korkar. Hayranlık duyar, acı çeker. Bilmem kaç farklı hissi barındırır bünyesi o anda ancak yüz ifadesi hiç değişmez. Büyülenmiştir.
İşte bu sendrom tam da Stendhal'in, Floransa'da karşılaştığı eşsiz eserler dolayısıyla düştüğü durumdan yola çıkarak isimlendirilmiştir. Kişinin sanat eserlerinin görkemi karşısında kendinden geçme durumu olarak ifade edilir. Psikosomatik bir rahatsızlıktır. Kalp atışının hızlanmasına, baş dönmesine, baygınlığa sebep olabilen bu sendromun diğer bir ismi de Floransa Sendromu'dur. Ve yalnız Stendhal'de değil binlerce kişide görülen bu sendromdan, kim bilir, belki siz de memnun veya muzdaripsiniz. Bu durumun bir lütuf mu yoksa bir ceza mı olduğu bilinmez ancak bilinen bir şey varsa, o da bu sendromun daha anlamlı bir isme sahip olamayacağıdır. Gerçek tutku, bilmek ve hissetmektir. Hiçbir zaman tatmin edemediğimiz bir tutku...
Yorum Bırakın