‘’Sapientia rima stutissia caruisse.’’
M.Malebranche
Beyaz çatlak duvar alçılarına diktim gözlerimi. Birer birer mi düşecekti yoksa yavaş yavaş mı kabuk atacaktı,bir akşamüstü bisikletinden düşen çocuğun dizindeki yaralar. Penceremdeki manzarayı düşlerken kağıdıma dökülen ilk satırlardı bunlar.
Hareketin gerçekleşmesini sağlamaktan ziyade hareketi var eden bir kaynaktır, özne. Tek başına sonsuz olasılıklara ve eylemlere gebe olmayı üstlenir. Newton’un başına düşen kırmızı elma gibi. Aslında sabittir. Değişken olan, geriye kalan her şeydir.
Bir ağacın dalında olgunlaşan kırmızı elmanın öylece yere düşmesi beklenebilir bir durum değildir. Çünkü hiçbir eylem öylesine gerçekleşemez. Dolayısıyla öznenin oluşumu ve etkileşimi dinamiktir. Bu dinamikliğin özneden kaynaklı olmadığı görüşündeyim. Burada özne elmadır. Elma bir ağacın dalına bağlıdır; ağacın ise kökleriyle toprağa, suya ve ışığa ihtiyacı vardır. Uygun koşullar altında olgunlaşan elma, her geçen an biraz daha ağırlaşır; dal ise bu yükle birlikte yorgun düşerek aşağı doğru sarkar. Hava koşulları ve dalın tükenen taşıma enerjisi ile elma daldan kopar ve yere düşer. Elmanın bütün bu eylemleri, tek başına gerçekleştirmediğini görmek mümkündür. Elmanın dışında geriye kalan her şey değişkenliğini korumaktadır. Değişkenlerin içerisinde durağan olan elmayı, etkileşim ve eylemlerden sorumlu tutabilmek için öznenin tek başına değişkenlik yaratabildiğini iddia etmek gerekir. Ancak böyle bir iddianın varlığı yine özneye yüklenen düşünceler yani olasılıklar ile açıklanabilir. Lakin özneyi bir ruh ve irade sahibi bir varlık ile tanımlamak istersek, yeni bir evrene giriş yapmış oluruz.
İnsan. Dünya ile benzerliklere sahip olduğu biyolojik ve fizyolojik sistemi, psikoloji ve bilinçaltı gibi özellikleriyle yaşamını karmaşıklaştıran yegane varlık. Bir özne olabilmek için çabalayan ancak özne olabilmenin çabasızlığını zamanı yitirdiğinde fark edecek olandır. Doğum ile ölüm arasında geçen zamanı daima bir arayış ve bekleyiş içerisinde sürdüren ancak aradığı ve beklediği şeyin aslında ona ait bir şeyler olduğunu fark edemeyecek kadar kör ve kendi sesini duyurmaya çalışırken kendi sesine sağırlaşmış zavallı bir canlıdır bir noktada. Zavallı olmak çaresizliği ve yoksunluğu çağrıştırmaktadır. Esasen burada demek istediğim öznenin değil, durumun zavallı olduğu hakikatidir. Özne insan ise aradığı şey hakikattir. İnsan varlığını sorgulamaya başladığı andan itibaren kendi öz hakikatini de sorgulamaya ve onunla ne yapacağı ile ilgili bir süreci başlatmaya heveslenir. Bu süreç içerisinde parçalarını bazen ayağı kayıp düşeceği bir çukurdan, bazen ise güçlükle çıktığı dik tepelerden toplayacak ancak bir puzzle gibi tamamlandığını düşündüğü o tabloda eksik kalan parçanın kendisi olduğunu ölene dek fark edemeyecektir. Ancak evrende ve yaşamın varolduğu her yerde, ihtimallerin de sonsuz olduğu kabul edilir. Ölüm gerçekleşmeden evvel eksik tabloyu tamamlayacak olan parça kendini farkedebilir.
Farkındalık, insanoğlunun hakikat arayışı sürecinde sahip olduğu en ağır hastalıklardan biridir. Bilgiyi öğrenmek ile gizlendiği ayrıntılarda yakalamaktır aslında. Bu sürecin içerisinde bilgiyi yaşamına ve alanına dahil etmek isteyen bireyin önce bu bilgiyi algılaması, yorumlaması bir noktada yüzleşmesi ve kabul etmesi gerekmektedir. Çoğu zaman ise görünen bilgi, kabul edilmek zorunda kalır. İşte bu noktada farkındalık, insanı mevcut olduğu durum ve haller içerisinde olumlu bir etkiye davet etmek isterken doz aşımından zehirlemeye başlar. Bu zehir yavaş yavaş bilinçaltına doğru sızar. Yaşamı boyunca etrafında gelişen her duruma karşı tepki ve aksiyon gösteren varlık, psikolojisine hükmedilmeye çalışıldığını fark eder. Ve böylece mürekkep balığı misali, temas kurmaya çalışılan zihin, kendini korumaya çalışırken kişiyi de karanlığa boğar.
Bilinçaltı, muz kabuğundan kırıntıları içinde hapsolmuş küflenmiş ekmek paketine kadar her pisliğin bulunduğu çöp kutusu gibi bir atık topluluğudur zihnin. Ne ararsan yok çünkü çok aptal ve mıknatıslı bir kamera gibi her şeyi kendine doğru çekip kayıt altına alıyor. Kaydettiği her şeyi de zihinde fotoğraflıyor. Zihnimizde asılı sayısız tablo, yazılmamış kitaplar, bestelenmemiş şarkılar, tadını bilmediğimiz yemişler var. Bilinçaltı çöplüğünün karanlığı nerede başlıyor peki? Nerede yapışıyor yakamıza? Sonsuz bir istek bu, kontrol edebilmek ve yönetebilmek ile ilgili. Bir kağıt olarak nitelendiriyorum zihnimi. O kağıdın tam ortasına bir çizgi çekiyorum. Bir tarafında rengarenk bahar çiçekleri , berrak bir gölün kıyısında kuş cıvıltılarını dinliyor gibiyim kahvemi yudumlarken. Bunun adı keyif, dinginlik ya da huzur. Çizginin diğer tarafında ise; gri kara bulutlar, boynu bükük solgun çiçekler, çamurlara karışmış akarsular ve rüzgarın kuvvetle çarptığı bozuk kapı gıcırtısı var. Kağıda bakıyorum, her özne somutluğunu devam ettirebilecek potansiyele sahip mi ? Parmaklarımın arasında tuttuğum kağıt hışırtısı haricinde bir cıvıltı ya da gıcırtı duyamıyorum. Çünkü baktım çizginin iki tarafına da ve gördüm. Zihnim, bilinçaltıma kaydettiği sesleri ekledi usulca. Kontrolümde olan tek şey çizdiğim görüntülere hangi sesleri ekleyebileceğim hakkında. Ve işte hazır. Tablonun adı ‘bilinçaltı’.
Yorum Bırakın