Her şeyin mümkün olduğu bir çağda yaşıyoruz. Karşımızda sonsuz seçenekler, arkamızda tükenen ömürler. Zihnimiz sürekli ileri sarıyor, her gün farklı bir projenin taslağını oluşturuyor oysa bedenimiz bekleme odasında, teoriye refakat etmekten öteye gidemiyor.
Bu oksimoron hali, yani dirilmek için zihin düşünce pratiği üretirken bedenin eylemsizlik eylemi esasında modern zamanın görünmez virüsü. Bize bulaşan ama bizimle konuşmayan, içimize yerleşen ama içimizden gelmeyen bir şey. Kendini gerçekleştirme vaadiyle büyüyen bir çağda, kendi hayatını askıya almış milyonlarca insan.
Karar veremeyenler… Adım atmayanlar… Başlamayanlar...
Tarkovsky’nin ‘Ayna’sında zaman parçalanır, hatıralar sisle örtülür, geçmişle şimdi arasındaki çizgi silinir. Oradaki karakterler konuşmaz, düşünür. Düşünür ama harekete geçemez. Tam da burada başlar “ertelenmiş benliğin” hikâyesi.
Keza Kafka’nın Şato’sunda ana karakter bir yere ulaşmaya çalışır ama ulaşamaz. Her yol yeni bir çıkmaza, her umut yeni bir belirsizliğe dönüşür. Tıpkı modern insan gibi. Bir kararı geciktirdikçe, kendini de erteler. Yalnızca dışsal olayları değil, kendi içsel gelişimini de beklemeye alır.
Zamanın bu kadar hızlandığı bir çağda, neden bu kadar çok insan donmuş gibi davranıyor diye düşünmeden edemiyorum. Belki de mesele zamanın hızı değil, kararın ağırlığıdır. Çünkü modern birey artık sadece ne yapacağına değil, kim olacağına karar vermek zorunda. Ve bu karar, bir iş seçmekten, bir şehirde yaşamaktan ya da biriyle birlikte olmaktan çok daha fazla şey ifade ediyor. Her seçim, bir kimlik ifadesine dönüşmüş durumda. O yüzden karar veremiyoruz. Çünkü yanlış bir karar sadece yanlış bir adım değil; yanlış bir “ben” anlamına geliyor.
Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak filminde Mahmut karakteri vardır bilirsiniz, hayattan kopuk bir şekilde kendi konforlu boşluğunda yaşar. Bir şey yapmak istemez çünkü yapmanın sorumluluğu vardır. Kararsızlık ona hem bir sığınak hem de bir hapishane sunar.
Belki de modern insanın trajedisi budur: Hareket etmeden tükenmek.
Peki ya bu bekleyiş, bu sürekli erteleniş, bir savunma biçimi yahut bir postmodern nevroz değilse nedir?
…
Karar almak; kendini bir olasılığa bağlamak, diğerlerini öldürmek demektir. Her seçimin içinde sayısız reddediş vardır. Bu yüzden karar vermemek, sonsuz olasılığı hayatta tutmak gibidir. Fakat bu hayatta tutulan olasılıklar da zamanla çürür. Sonsuz olasılık, sonunda hiçbir şeye dönüşür.
Kierkegaard, “Seçim yapmayan insan, kendisini kaybeder” der. Çünkü benlik, bir kararın ardından inşa edilir. Seçmeden kim olduğumuzu bilemeyiz. Bu yüzden erteleme yalnızca eylemi değil, kimliği de belirsiz kılar. Ertelemenin o aldatıcı ve geçici konforu bulaşıcıdır çünkü. Öte yandan ertelemenin ardında gizli bir kibir de vardır: “Henüz değil, daha iyisi gelecek.” Belki de bu kibirle kendi sonsuzluğumuza inanırız. Oysa hayat sınırlıdır ve ertelemek yalnızca o sınıra yaklaşırken gözlerimizi kapatmamıza neden olur.
Ve işte böylece, modern birey gecikir. Karar veremez, adım atamaz, ilişki sürdüremez, şehir terk edemez. Bir bankta oturur gibi yaşar hayatı. Ne kalkar ne tamamen yerleşir.
Bu yaşam, bir tür “varoluşsal bekleme odasıdır.” bir tür araf ve müzmin bekleyiş.
Belki de asıl cesaret, büyük kararlar almak değil; küçük kararları bile ertelemeden yaşamaktır.
Çünkü her erteleme, aslında kendine karşı alınmış bir karardır.
Yorum Bırakın