Kış, dağların eteğinde ağır ağır oturur yamaca. Toprak serttir, hava puslu, gündüzler kısa. Soba külüne gömülü patatesler yavaş yavaş pişerken, evin içi dumanla değil, sessizlikle dolar. Konuşmalar kısadır. Cümleler, ekmek gibi dikkatle harcanır. Birbirinden çok da uzak olmayan ama birbirine de kolayca dokunmayan hayatların sürdüğü küçük taş evler, her biri kendi dilsizliğini dinler. O yıl, babam İzmir’e çalışmaya gider. Ben henüz dünyada değilim. Ama bu hikayeyi, annemin sesiyle, teyzemin sessizliğiyle, radyonun solmuş kutusuyla duyarım. Sanki ben de oradaymışım gibi.
Kış daha tam çökmemiştir ama sabahları buğulu camlar ve kurumuş ayaz, günlerin hangi mevsime döneceğini çoktan söylemiştir. Babam gitmeden, merdiven başında iki taşın üzerine oturur, ayakkabılarını kontrol eder uzun uzun. Hiçbir şey demeden, annemin verdiği örme yün çorabı çantasına koyar. Ne fazla umut vardır gidişinde, ne de büyük bir ağırlık. Gidecek, çalışacak, biraz para biriktirecek, belki bir radyo alacak, belki de birkaç koyun. Hepsi de bundan ibaret.
Gittiği şehir büyük, alışık olmadığı kadar gürültülüdür. Dilini bilmediği insanlar arasında, beton kokusu ve demir tozuyla çalışır. Şantiyede zaman yoktur; sadece işler ve bekleyişler vardır. Yorgunluk, günlük hesaplara karışır. Ama geceleri, köyde kalmış bir düşün sesini duyar gibi olur: Erivan radyosunun ince ve uzaktan gelen yayını. Günde sadece bir saat. O sesin köyde yankılanacağı anı bekler. Bir Grundig alırsa, o sesi köye getirecektir. Belki bir akşam, çocuklar susacak, büyükler dinleyecek, uzak bir dil evin ortasında çınlayacaktır.
Üç ay boyunca köyde her şey yerli yerindedir. Tavuklar kümeste, keçiler taşlıkta, çocuklar karın altındaki taşlara basarak oynar. Ama evin içindeki boşluk, konuşmaların arasına gizlenir. Babamdan ne mektup gelir ne haber. Gelen sadece, kısık sesli bir bekleyiştir.
Döndüğü gün, güneş çatının kenarına oturmuştur. Üzerindeki palto toz içindedir. Gözleri derinleşmiş, ama sesinde bir değişiklik yok. Sofra kurulmuş, sessizce oturur, sorular da yemek kadar sadedir. Nerede çalıştın, kiminle kaldın, hava nasıldı? Babam her soruya kısa ama tam cevaplar verir. Gece erken yatar. Sabah erkenden kalkar, cebinden parayı çıkarır, biriktirdiği üç aylık emeği masanın üzerine koyar.
Ama o parayla, o gün içinde başka biri başka bir hesap yapar. Amcam, kasabaya gider. Akşama doğru döndüğünde koltuğunun altında büyükçe bir kutu vardır. Grundig marka bir radyo. “En iyisi buymuş,” der. Kutunun üzerindeki harfler parlak, sesi henüz duyulmamış bir şeyin işareti gibidir. Kimse bir şey demez. Babam da. Yüzünde ne sevinç ne sitem. Sadece göz kapakları biraz ağırlaşır. O kadar.
Bunu yıllar sonra, annem anlatırken anladım. Babamın o radyoyu kendi elleriyle almak istediğini herkes biliyormuş. Ama bir şey dememiş. Çünkü onun için önemli olan, radyonun nereden alındığı değil, hangi dili getirdiğiydi. Ve o dil, o ses, evin tam ortasına yerleşmiştir artık.O günden sonra, evin bir köşesi radyonun yeri olur. Her akşam, güneşin arkasından çekildiği vakit, sobanın yanına oturulur. Radyonun sesi yavaşça açılır. Önce parazitler, sonra uzaklardan gelen, ince ve tanıdık bir ses. Erivan radyosu. Her gün yalnızca bir saat. Kürtçe. O sesi dinlerken kimse konuşmaz. Sözler oradan oraya sekmesin diye, çocuklar bile sorularını ertelerler. Şarkılar, haberler, bazen sadece bir cümle. Yetiyormuş. O bir saat, günün bütün yükünü hafifletirmiş. Köyün taş duvarlarında, o ses yankılandıkça, dil de, hafıza da, varoluş da hatırlanırmış. Ben o akşamların hiçbirinde orada değildim. Ama o radyonun sesini hala duyabiliyorum. Belki bir cümle, belki yarım bir şarkı, ama içimde tanıdık. Çünkü bazı sesler doğrudan kulağa değil, geçmişin içinden geçerek insana ulaşır.
O Grundig artık çalışmıyor. Kutusu da kayboldu. Ama evin duvarında, sobanın yanındaki o köşe hala boş mu acaba? Orada, günde bir saatlik bir ses duruyor mu? Kim bilir, hala bekliyor olabilir.
Yorum Bırakın