Geçmişten Gelen Kadın Direnişi

Geçmişten Gelen Kadın Direnişi
  • 0
    0
    0
    0
  • Annelerimizin, anneannelerimizin; çok değil, 20-30 yıl önceki yaşantılarına bakmak ve sırf kadın oldukları için onlardan esirgenmiş iyi bir hayat, iyi bir eğitim ve daha birçok şey olduğunu görmenin iç sızısıyla çok da düşünmeden kadınların yaşayabilme mücadelesinin boyutunu pek kavrayamamış olabiliriz. Bir gün kitabıyla karşılaştığım bir tarihçi -kadın bir tarihçi- bendeki bu kadın geçmişi üzerinde birçok yanlışı bulunan sığ düşüncelerimi değiştirerek doğrusunu öğrenmemi sağladı. Tabii ki bir mücadele olduğunu biliyordum, kadın olarak doğmak zaten bu mücadelenin başlangıcıydı. Fakat boyutundan haberdar değildim. Osmanlı dönemi kadınlarının hak elde etme hususunda bugüne ulaşan bir fitil yaktığını, kadın hakları ve mücadelesi hakkında dergiler oluşturduklarını, birbirlerine mektuplar gönderdiklerini, konferanslar düzenlediklerini, taşra kadınlarına kadar ulaştıklarını hiç bilmiyordum. İsimlerini bilmiyordum.

    Serpil Çakır’ın “Osmanlı Kadın Hareketi” isimli çok beğenerek okuduğum bu kitabından, unutmamak için aldığım notlarla birlikte belki başkaları da okur ve faydalanır diyerek burada bir yazı oluşturmak istedim. Böylelikle “Türkiye'de kadın haklarının ilk kez Cumhuriyetle birlikte yapılan yasal düzenlemeler çerçevesinde tanındığı, kadınlardan bu konuda hiçbir talep gelmediği, bu nedenle sahip oldukları hakların değerini bilmedikleri, verilen hakları hak etmedikleri” şeklindeki önyargıların ne denli asılsız olduğunu bilinçli kadınlar olarak kavrar ve biliriz.

    Öznesi erkek olan tarih disiplininin ne yazık ki erkeklerin yaşamsal pratiklerine, deneyimlerine odaklandığını, geri kalanların (kadınlar, köleler, köylüler, siyahlar ve işçiler) tarihin dışına itildiğinden bahsediyor Serpil Çakır. Daha sonraları kadınlar dışındaki gruplar bir şekilde tarihin parçası olabilmişseler de kadınlar yine çemberin dışında tutulmuşlar. Şöyle yazıyor: “Tarih, tüm evrensellik iddialarına karşın, kısmi bir tarihti. Bu tarih; kadınların yer almadığı savaşların, fetihlerin, elde edemediği kahramanlıkların, üyesi olamadığı parlamento, meclis gibi siyasi kurumların tarihidir. Tarih; olayların üzerinde geliştiği zemin, bunların ortaya çıkmasını hazırlayan gerçek nedenler ve kişilerle ilgilenmez; önemli olan, alınan sonuçlardır. Sonucun ortaya çıktığı alan ise genelde kamusal alanın sınırları içindedir ve bu sınırlar içinde, tarihin öznelerinden biri olan kadın yoktur.”

    Anlıyoruz ki kadın, erkeğin çıkarı doğrultusunda şekillenen dünyada kendine yer edinmeye çalışıyordu. Bilim, sosyal bilimler, fen ve sağlık… Hepsinde baskın özne erkektir. Bu demek değildir ki bu alanlar tamamen erkeklerin oluşturduğu alanlardır. Kadınlar, geçmişten beri hep bu alanların içinde kısıtlı imkanlarıyla vardı fakat adları yoktu. Örneğin Mary Wollstonecraft Shelley, 1818'de ünlü romanı Frankenstein'ı yayımladığında, kitabına imzasını koyamamış; kitabı, kocasının isminin olduğu önsözle çıkmıştı. Aynı deneyimi Fatma Aliye de 1889'da yaşamış; basılan ilk çeviri eserinde "Bir hanım" imzasını kullanmak zorunda kalmıştı.

    Yazar, tarihin Antik Çağ’ın değerleri ile şekillendiğini, bu nedenle kadınların Meryem ya da fahişe, melek ya da şeytan olarak temsilleştirildiğini yazıyor. Kadının evlilik, annelik, ev işi dışındaki olabilecek hayatı tarih dışı sayılmış, “erdemli kadın” kadın imajı bile erkekler tarafından oluşturulmuştur. “Tarihte kadının adının geçtiği yerlerde kadın, hem fedakarlığı, çalışkanlığı, ailesine bağlılığı ve benzeri erdemlerinden dolayı kutlanıyordu; hem de herhangi bir kriz anında, haneye ve devlete yönelik tüm tehditleri temsil eden bir unsur olarak gösterilebiliyorlardı. Kadınlar ya kaçırılan, köle edilen, tecavüze uğrayan kurbanlar ya da iktidara susayan hırslı varlıklardı.” yazıyor. Burayı okuduğumda aklıma Muhteşem Yüzyıl dizisinden de bildiğim Hürrem Sultan ve Osmanlı kadınlar saltanatını başlatıp devam ettiren tüm hanım sultanlar veya valide sultanlar geliyor. Bugün de hala çok duyduğumuz şeylerdir bunlar, Osmanlı’nın kadın eline geçtiğinde bozulup çöküşe zemin hazırladığı, ayrıca o dönem Hürrem Sultan’ın güçlü, istediğini alan bir sultan olması sebebiyle halk tarafından “büyücü, padişaha büyü yapmış” cadı bir kadın olduğu söylentileri… Tüm bunlar metinde yazıldığı gibi kadını tehdit olarak gören zihniyetin ürünleridir.

    Yazar sonrasında kadınların eğitim hayatından, üniversitelerden dışlanmasını konu ediyor. Kadınların üniversitelere alınmadığını, birçok kadının kardeşlerinin kitaplarından kendi başlarına okuma yazmayı öğrenmeye çalıştıklarını, Amerika ve Avrupa’da bir dönem erkeklerden istenmeyen ayrı bir sınava girip başarılı olarak üniversiteye girmek zorunda kaldıklarını anlatıyor. “Üniversite kapılarının kadınlara kapalı olduğu dönemlerde, ziyaretçi kadın öğrenciler, erkek öğrencilerden tahta perdeyle ayrılmış bir yerde oturmak zorundaydı ve başlarında bir refakatçi bulunuyordu. Bu durum; genç erkeklerin, kadınların varlığı yüzünden akıllarının başlarından gitmesini önleyen koruyucu bir önlem olarak açıklanmıştı. Bu tavır erkeklerin kadınları sadece cinsel bir obje olarak gördüklerini açıklamakla kalmıyor, kadınların araştırmaya, okumaya uygun görülmediğini de vurguluyordu.”

    Feminist tarihçiler, geçmişteki kadınlara ait hafızayı inşa etmeye çalışarak yazılı kaynakları yeniden taramışlar. Tarihi erkek bakış açısından ayrı bir gözle incelemişler. Eski ve yeni kaynakların tekrar gözden geçirilmesiyle, kadın tarihinde o zamana dek olmayan kadınlara ilişkin bilgi açıklarının kapatılmasına çalışılmış. Böylece kadınlar hakkında umulmadık bilgilere ulaşılmış.

    Kadınların kitlesel olarak tarih sahnesine çıkışı ise Fransız Devrimiyle gerçekleşmiş. devrimi başlatan halk ayaklanmalarına katılan kadınlar, diğerleri gibi eşitlik, adalet sloganları atarak hak talep etmişler. “Ancak Fransız Devrimi'ni fikirsel alanda hazırlayanlardan J. J. Rousseau, Emile isimli kitabında erkeğe boyun eğmeyi ve bağımlılığı kadınlar için doğal bir durum olarak görüyor, şöyle diyordu: "Kadının görevi erkeklerin hoşuna gitmek, onlara yararlı olmak, kendilerini onlara sevdirip saydırmak, küçükken büyütmek, büyüyünce onlara öğüt vermek, teselli etmek, hayatı zevkli ve sevimli hale koymaktır." Üstelik Rousseau, bu kadarla kalmıyor, kadınla erkeğin, aynı biçimde eğitilmesini dahi gerekli bulmuyordu.”

    Fakat sonuç olarak devrime kitlesel halde katılmış olsalar da kadınlara istedikleri verilmemiş, hatta sahip oldukları da ellerinden alınarak toplantı yapmaları, demek kurmaları yasaklanmış, faaliyetteki kadın kulüpleri kapatılmıştır. Şöyle yazıyor: “Bu konuda hak talep etmek suç unsuru sayıldığı gibi, bir suçlu da bulunmuştur: 1791 Anayasası’nın kabulünden önce tüm kadınlara eşit oy hakkı tanınmasını isteyen ve yazdığı "Kadın Hakları Beyannamesini Kral XVI. Louis'ye ve Kraliçe Marie-Antoinette'e gönderen Olympe de Gouges. Çünkü o, yeni anayasaya rağmen hak taleplerini durdurmamış, 1793'te "Mademki kadına giyotine çıkma hakkı veriliyor, öyleyse kürsüye çıkma hakkı da verilmelidir!" savını ileri sürmüştür. Sonuçta bu haklardan birini kazanmış, oybirliğiyle giyotine gönderilmiştir.”

    Hemen her alanda gelişme ve ilerlemeye karşın kadınların içinde bulunduğu bu gerici kısıtlama “Süfraj Hareketi” isimli başkaldırıya sebebiyet vermiş, her kesimden ve ülkeden kadın bu harekete destek olmuştur. Kadın işçiler düşük ücrete, işsizliğe ve çalışma koşullarının ağırlığına; burjuva kadınlar ise ekonomik ve siyasal haklardan yoksun bırakılmaya karşı çıktılar. Bu kadın hareketi, toplumsal bir olaya dönüşerek kadının yerini, varlığını sorgulatmış ve feminist bilincin tohumlarını ekerek kök salmaya başlamıştır.

    Kadın hareketi içinde beni en çok heyecanlandıran ve meraklandıran kısımsa Osmanlı’daki kadın hareketidir. Konuya direkt oradan girmeyi hedeflesem de yukarıda konu ettiğim şeyleri yazmadan öylesine geçemedim. O dönem kadınlarını tamamen erkeğin buyruğunda, onların istediği üzere, sessiz sakin, kocasının buyruklarına sadık hanımlar olarak düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Padişah buyruklarına bile karşı çıkmaya çalışan, özellikle 2. Meşrutiyet sonrası modernleşmesinde modernleşmeye paralel olarak değişen, toplumsal konumunda değişim talep eden kadınlar vardı. Bu konudaki en etkin rol, basının olmuştur. “O dönemde çıkan gazetelerde, özellikle pek çok kadın dergisinde sorunlarını ve beklentilerini yazarak, toplumu, dolayısıyla kadınları bilinçlendirmeye ve istekleri doğrultusunda değişime hazırlamaya çaba gösteren kadınlar ayrıca, konferanslar düzenleyip çeşitli dernekler kurmuşlar, bu derneklerde etkin görevler üstlenmişlerdir. Kadınların mücadelelerini, eylem ve taleplerini bize gösterecek en önemli kaynaklar, kadın dergileri ve dernekleridir.”

    Biraz uzun bir yazı olduğu için konunun en sevdiğim kısmı olan Osmanlı kadın dergilerine bir başka yazıda değinmek istiyorum, çünkü hem yoruldum hem de buradan devam edersem konu çok uzayacak. :) Ama kapanışı bu dergiler içinde en önemlilerden biri olan Kadınlar Dünyası Dergisi’nin sahibi Nuriye Ulviye Hanım’ın yazısıyla sonlandırmak istiyorum:

    "Son zamanlarda Osmanlı kadınlığı can sahibi olduğunu, var olduğunu gösterdi. Onun her an iniltiler içinde kopup gelen sedasını işitiyoruz: 'Biz varız, uyanıyoruz, kalkacağız, yol gösteriniz...' diyor. Bu hareketi koyuyoruz. Artık iman ettik ki, hayatımız iyi bir hayat değildir... Artık kadınlık böyle yaşamayacaktır ve yaşayamaz. Buna katiyen emin olunuz." -Kadınlar Dünyası dergisinden, Nuriye Ulviye


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.