Byung-Chul Han’ın neoliberal topluma dair keskin ve sarsıcı teşhisi, bizi toplumsal sömürünün biçim değiştirdiği, adeta bir zihinsel sömürü mutasyonunun yaşandığı yeni bir döneme işaret etmektedir. Chul Han’a göre, klasik kapitalizmin dışsal zorlama ve yasak merkezli olumsuzluk mantığıyla işleyen disiplin toplumu, yerini sınırsız olumluluğun ve performansın şafağındaki bir öz-sömürü rejimine terk etmiştir. Bu köklü epistemolojik ve siyasal dönüşüm, sömürünün dışsal bir efendiden, bireyin kendi iradesinin zehirli bir ürününe, içsel bir buyurgan güce kayması anlamına gelmektedir. Artık zincirleri dışarıda arayan bir İtaat Öznesi olmaktan çıkan birey, kendi kendini amansızca tüketen bir Performans Öznesi’dir ki, çağımızın yaygın ruhsal rahatsızlıkları olan depresyon ve tükenmişlik sendromu, tam da bu kendilikle hesaplaşmanın, içe dönük bir sınıf mücadelesinin en bariz ve trajik semptomları olarak izhar olmaktadır.
Performans toplumu, temelini sınırsız yapabilirlik ideolojisine dayandırırken, aslında bizatihi özgürlüğün kendisini bir sömürü enstrümanına dönüştürmüştür. Disiplin toplumunun otoriter "Yasak" buyrukları, yerini psikopolitik bir manipülasyonla sunulan "Daha fazlasını yapmalısın, çünkü yapabilirsin" tavsiyesine bırakmıştır. Bu ayartıcı retorik, bireye sınırsız potansiyel ve müstakil irade bahşedildiği yanılsamasını sunar; oysa bu, kendi kendini acımasızca işleten, zincirsiz bir köleliğin en efektif kamuflajıdır. Birey, kendi yaşamının tek ve yegâne girişimcisi ilan edildiği için, başarısızlığın yükü kaçınılmaz olarak dışsal bir merciye değil, doğrudan öznenin kendi benliğine yıkılır. Bu paradoksal özgürlük durumunda, özne dışsal bir sömürü merciinden bağımsızdır, ancak bu bağımsızlık, onu kendisinden başka bir düşmanı olmayan, bitmeyen bir performans döngüsüne mahkûm eder. Bu, sömürünün sadece içselleşmesi değil, aynı zamanda radikalleşmesi demektir.
Depresyon: Öfkenin İçselleştirilmiş Çatışması ve Psişik Kara Deliğin Tezahürü
Bu sınırsız performans zorunluluğu karşısında, bireyin kendi biyolojik ve psikolojik sınırlarına çarpmasıyla zarar gören ilk şey, öznenin yapabilme kudretine dair inancıdır. Bu çarpışmanın patolojik tezahürü olan depresyon, Han'a göre, performans öznesinin artık "yapamama" haline düşmesi, kifayetsiz yani yetersiz kalmasıdır. Bu, sadece bir hüzün veya isteksizlik durumu değil, aynı zamanda neoliberal bir ideolojinin başarısızlığının birey tarafından narsistik bir saldırganlıkla içselleştirilmesidir. Zira başarısızlığı toplumsal eleştiriye dönüştürmek yerine, birey tüm suçu ve utancı kendi üzerine alır ve kendini amansız bir tahlile ve eleştiriye tabii tutar. "Neden yeterince motive olamıyorum? Neden diğerleri kadar üretken değilim?" gibi sorgulamalarla birey, kendi kendine karşı bir iç infaz gerçekleştirir.
İşte bu durum, geleneksel sınıf mücadelesini imkânsız kılan temel bir epistemolojik kırılmayı temsil eder. Marx’ın sömürülen işçisi, öfkesini burjuvaziye yöneltebilir ve kolektif bir devrim fikrini ortaya çıkarabilirdi. Oysa Han’ın performans öznesi, kendini bir öz-girişimci olarak gördüğü için, başarısızlığından dolayı yalnızca kendini suçlar. Bu narsistik saldırganlık, toplumsal eleştiri enerjisini yok ederek sisteme karşı oluşabilecek kolektif direnci emen bir psişik kara delik işlevi görür. Han’ın en çarpıcı tespiti, bu durumu özetler: insanın kendisine yönelttiği bu saldırganlık, sömürüleni devrimci değil, depresif kılar. Bu içsel çatışma, geleneksel sınıf mücadelesinin en yeni ve en trajik biçimi olup, bir sınıfın diğerine karşı değil, öznenin kendi "efendi" tarafına karşı yürüttüğü sonuçsuz ve müzmin bir iç savaştır. Bu savaşın sonucu, devrim değil, bireysel çöküştür.
Tükenmişlik: Bedenin Sisteme Karşı Sessiz Grevi ve Psikopolitikanın Zaferi
Tükenmişlik Sendromu ise, bu sınırsız aktivizmin kaçınılmaz fizyolojik ve zihinsel çöküşü, yani bir varoluşsal iflas macerasıdır. Birey, sürekli artan talepler karşısında kendini bitmeyen bir kaynak olarak görmeye zorlanmış, ancak bedenin biyolojik kapasitesi bu zorlanmaya karşılık göstermiştir. Tükenmişlik, bir işçi sendikasının grevi gibi dışsal, örgütlü bir direniş olmaktan çok, bedenin ve ruhun sisteme karşı verdiği sessiz, fizyolojik bir isyandır. Bu, makinenin daha fazla çalışmayı reddetmesi, yapabilme kudretinin güç kaybetmesidir.
Bu rejimde iktidar, Han'ın kavramsallaştırdığı Psikopolitika aracılığıyla işler. Psikopolitika, büyük veri ve algoritmalarla bireyin ruh halini ve motivasyonunu yöneterek verimliliği optimize etmeyi hedefler. Sosyal medya gibi dijital platformlar, bireyin sürekli olarak kendi görünürlüğünü ve değerini artırmaya zorlayan birer gözetim ve denetim mekanizması haline gelir. Bitkinleşmiş, depresif birey, toplumsal yapıyı ve hiyerarşiyi sorgulama enerjisini tamamen yitirdiği için, sistemin istikrarı sürekli korunur. Bu durum, sınıf çatışmasının sonunu getiren temel bir dinamiktir; zira yabancılaşmanın kaynağı artık dışarıda değil, bizzat öznenin kendisindedir. Ortak bir düşman, yani bir "Öteki" ortadan kalktığı için, kolektif bir direniş zemini de yok olur.
Edilgenliğin Etiği ve Direnişin Yeni araçları: Dinlenme Sanatı
Bu olumluluk cehenneminden bir çıkış yolu bulmak, popüler eylem kalıplarından radikal bir vazgeçişi gerektirir. Sistemin sınırsız yapabilirlik zorunluluğuna karşı en esaslı karşılık, "yapmamak" hakkını talep etmekle başlar.
Han, bizi performans öznesinin bitkinliğini simgeleyen Negatif Yorgunluktan uzaklaşarak, "temel yorgunluğa" davet eder. Bu yorgunluk, eylemi ve üretkenliği durduran, dinlenmeye ve tefekküre izin veren, bizi sürekli aktivite döngüsünden alıkoyan bir varoluşsal duraksamadır. Bu pasif direniş, zamandan çalınmış bir eylemdir; bireyi, sermayenin sürekli hızlanma ve verim talebinden kopararak "başka bir zaman" fikrine ulaştırır.
Nihayetinde, depresyon ve tükenmişlik, sadece bireysel ruh sağlığı sorunları değil, neoliberal performans toplumunun kaçınılmaz patolojileridir. Bunlar, bireyin potansiyelini sınırsızca sömürme zorunluluğu karşısında zihnin ve bedenin verdiği bir alarmdır. Han’ın felsefesi bize, bu hastalıkları kişisel bir yetersizlik olarak görmekten vazgeçip, sistemin içimizde yürüttüğü bir savaşın yara izleri olarak görmemiz gerektiğini izhar eder.
Gerçek özgürleşme, kendi içimizdeki efendiye karşı pasif bir direniş başlatmakla, sürekli devam eden meşguliyeti bir kenara bırakıp varoluşsal bir dinginliği geri kazanmakla mümkündür. Zira en büyük devrimci eylem, bu sonsuz performans çağında bazen sadece durmakta, tefekkür etmekte ve sükûneti yeniden tesis etmekte yatmaktadır.

Yorum Bırakın