Yan Yana: Güldüren Bir Seyirlik mi, Yoksa Cesaretten Kaçan Bir Sinema mı?

Yan Yana: Güldüren Bir Seyirlik mi, Yoksa Cesaretten Kaçan Bir Sinema mı?
  • 1
    0
    0
    1
  • Yan Yana, modern Türk sinemasında uzun zamandır eksikliği hissedilen türde bir dostluk portresi sunuyor. Kahkahanın arasına yer yer hüzün serpiştiren, sıcak anlarla izleyiciyi içine çeken, iki karşıt dünyanın yan yana gelmesinden doğan bağı merkezine alan bir film. Haluk Bilginer ve Feyyaz Yiğit’in karşılıklı enerjisi, yapımı hem seyirlik hem içten kılıyor; salonda yer yer kahkahalar yükselirken, bazı sahnelerde de sessiz bir duygu hissediliyor.

    Fakat filmin bıraktığı tat tam olarak bununla sınırlı: keyifli, sevilmeye açık, ama yenilik peşinde olmayan bir tat. İyi vakit geçirtiyor, seyirciyi yakalıyor; fakat Türk sinemasının ufkunu zorlamıyor.

    Çünkü Yan Yana sadece “nasıl hissettirdiğiyle” değil, “ne kadar cesur olabilecekken ne kadar güvenli kaldığıyla” da konuşulmayı hak eden bir film. Seyircisini gülümsetmeyi başarıyor ama düşündürürken rahatsız etmiyor; kalbine dokunmayı başarıyor ama sınırlarını zorlamıyor. Ve tam da bu yüzden insanın aklında şu cümle kalıyor:

    “Beğendim — fakat bu kadrodan bununla mı yetindik?”

    Yan Yana, içimizi ısıtan bir dostluk hikayesi olarak çalışıyor. Ama sinema sanatının sınırlarını zorlaması gereken bir yapım olarak geride kalıyor.

    Bir Uyarlamanın Sınırları: İlham mı, Kopya mı?

    Intouchables, dünya çapında ses getirmiş bir hikaye; bir uyarlama yapılması başlı başına bir sorun değil. Uyarlama bazen orijinali aşabilir, bazen yerelleştirilerek yeni bir kimlik kazanabilir. Sorun, Yan Yana’da yaşanan şeyin uyarlama olmaması: yeniden çekim olması. Film hikayeyi alıyor, dokusunu alıyor, hatta sahne sahne akışını alıyor; sadece üzerine Türkiye’ye özgü şakalar, Feyyaz’ın absürt dili ve sınıfsal göndermeler serpiştiriyor. Yani ilhamdan çok replik üretimi söz konusu.

    Ortaya çıkan sonuç şu: Hikaye güçlü olmasına rağmen özgün değil. Ve izleyici, duygulandığı anların çoğunda filmin başarısından çok ezberlediği formülün tetiklenmesini hissediyor. Uyarlama olmanın “ayıp” bir tarafı yok. Ama “uyarlama” demek, hikayeye kendi ruhunu katmak demek. Yan Yana, o ruhu cesurca taşıyamıyor.

     

    Risk Almamak: Türk Sinemasının En Güvenli Köşesi

    Türk mainstream sinemasının uzun süredir içinde sıkıştığı bir denklem var:
    “Yurtdışında tutmuş bir formülü al -> Türkçeleştir -> gişe rekoru.”
    Bu televizyon çağının alışkanlığıydı, fakat 2025 yılında hâlâ aynı refleksle ilerlemek, sinemaya değil pazarlama stratejisine hizmet ediyor.

    Feyyaz Yiğit gibi özgün hikayeler yazabilen bir isim, Haluk Bilginer gibi neye dokunsa derinleştiren bir oyuncu, dev bütçe, geniş prodüksiyon, IMAX etiketi… Böylesi bir birleşimin hâlâ güvenli bölgeden çıkmaması soru sorduruyor:

    “Bunca imkan varken neden risk alınmadı?”

    Cevabı basit ama acı: Çünkü risk garanti getirmez. Garanti ise sinema sanatından daha cazip geliyor. Yan Yana iyi bir film olabilir - ama cesur değil. Bu eleştirinin hedefi filmden çok sektörün kendisi.

    Dram ve Mizah: Duygu Değil, “Buton” Mekaniği

    Film izlerken duyguyu hissettiğimiz sahneler var  fakat bu duygu organik değil, komutlu.
    Sanki filmin içinde görünmeyen bir panel var:

     “Şimdi gülme sahnesi.”
     “Şimdi hüzün sahnesi.”

    İşlediği duygular gerçek, fakat geçişleri mekanik. Kimi sahneler komediyi taşırken çok uzun tutulmuş, kimi sahneler dramı taşırken yeterince nefes verilmemiş. Sonuç şu: İzleyici gülüyor da, duygulanıyor da - ama hikaye akışının ritmiyle değil, komutla. Doğru duygu, yanlış araçla verilince etkisi azalıyor.

    Sınıf, Engellilik, Sistem: Dokunur Gibi Yapıp Çekilen El

    Kağıt üzerinde bakınca film çok sağlam bir temele sahip. Engellilik, bakım emeği, sınıf farkı, ekonomik eşitsizlik, sokaktaki hayatta kalma mücadelesi… Bunlar bir filmi sadece duygusal değil, sarsıcı da yapabilecek konular. Üstelik Türkiye gibi sınıf farkının günlük hayatın her alanında görünür olduğu bir ülkede bu temalar işlendiğinde ortaya tokat gibi bir gerçeklik çıkabilir.

    Fakat film acıdan kaçıyor; gerçeğin ağırlığını hissettirmek istemiyor. Yarayı hafifçe gösterip hemen pansuman yapmayı tercih ediyor. Sınıf çatışmasını masallaştırıyor. Engellilik temsilini yüzeysel bir iyilik anlatısına sıkıştırıyor. Bakım veren kişi ile bakım gören kişi arasındaki güç ilişkisi hiç kurcalanmıyor.

    Sonuç şu: Film sizi üzmek istemiyor. Hatta ara ara iç sesiniz “keşke biraz canımız yansaydı, gerçekliği duysaydık” diyor.

    Çünkü bir dostluğun güzelliğini anlatmanın yolu, hayata dair acıları görünmez kılmak değil.
    Ama Yan Yana, duygusal sıcaklığın seyircide daha güvenli karşılık bulduğunu bildiği için o bölgede kalmayı tercih ediyor.

    Bilginer & Yiğit: Karakteri Senaryo mı Taşıyor, Oyuncu mu?

    Haluk Bilginer’in olduğu yerde oyunculuk tartışılmaz. Ne oynarsa oynasın sahneyi ciddileştiriyor, ağırlaştırıyor, derinleştiriyor. Refik karakteri senaryoda belki o kadar da derin yazılmamış; fakat Haluk Bilginer onu derin hissettiriyor. Karakter değil oyuncu taşıyor.

    Feyyaz Yiğit ise karizması ve enerjisiyle seyirciyi anında yakalıyor. Komedi tarafının yükünü çok rahat taşıyor. Ama burada başka bir tartışma başlıyor: Feyyaz artık hep aynı adam mı?

    Bu filmde de yine tanıdık Feyyaz dinamizmini izliyoruz. Kötü değil; ama sürpriz değil. O sınırı aşsa, hikaye bambaşka bir kimlik kazanabilirdi. Ama film, hikayeyi Feyyaz’a teslim ederek konfor alanını koruyor.

    Daha da önemlisi: İki büyük performansın etrafında kurulan evren zayıf. Yan karakterler sahnede duruyor ama hikayeyi taşımıyor, figüran hissi bırakıyor. Ekranda kocaman iki yıldız var ama onları çevreleyen dünya bomboş kalıyor.

    Sinema iki oyuncunun parlamasıyla değil, karakterlerin yan yana var olduğu evrenle büyür. Bu film o evreni kurmuyor.

    IMAX: Deneyim mi, Etiket mi?

    Filmin pazarlama sürecinin büyük kısmı IMAX’e yaslandı. Bu izleyicide şu beklentiyi doğurdu:

    “Evde izlesem alamayacağım bir görsel deneyim yaşayacağım.”

    Ancak film IMAX’i teknik bir bilgi gibi kullanıyor, estetik bir sinema dili haline getirmiyor. Geniş ölçekli planlar yok, görsel anlamda nefes kesen düzenleme yok, dev ekranı anlamlı kılan çarpıcı sahne yok. Yani IMAX var - IMAX deneyimi yok.

    Bu yanlış değil; ama yanıltıcı. Teknik “ilk” olmak ile sinemasal “ilk” olmak aynı şey değil. Film bunu başaramıyor.

    Neden Hâlâ Başka Birinin Hikayesini Anlatıyoruz?

    Yan Yana iyi bir film. İzlemesi keyifli. Salonlardan mutlu çıkartan türde. Bunu teslim etmek lazım. Ama bu kadro, bu imkanlar, bu prodüksiyon, bu PR gücü…

    Bununla mı yetinildi?

    Türk sinemasının bağımsız tarafı yıllardır cesur hikayeler üretiyor. Yeni anlatı dilleri, yeni karakter yapıları, yeni tematik alanlar kuruyor. Ana akım ise hâlâ güvenli bölgede, hâlâ başkalarının hikayelerini yerelleştirerek yürümeyi seçiyor.

    Eleştirinin acısı filmde değil; sistemde. Uyarlamalar yapılabilir, hatta harika sonuçlar çıkabilir. Sorun uyarlama yapmak değil; uyarlanan hikayeye kendi ruhunu katmamak. Yan Yana tam da burada takılıyor: iyi ama cesur değil, güçlü ama özgün değil, etkileyici ama risk almayan.

    Ve asıl soru filmin kendisiyle ilgili değil: Bu ülkede sinema gerçekten değişmek istiyor mu?

    Son Değerlendirme

    Yan Yana, izlerken sıcak hissettiren, salonu kahkaha ve duygulanma anlarıyla dolduran, çoğu izleyiciyi memnun eden bir film. Bunu reddetmek haksızlık olur. Ama artık Türk sinemasına dair beklenti sadece “iyi film” izlemek değil; “yeni bir sinema dili” görmek. İçimizi ısıtan dostluk hikayelerine ihtiyacımız var evet, ama bu hikayeleri başkalarının kaleminden değil, kendi sesimizle anlatmanın zamanı geldi. Bu ülkenin gerçekleri, çelişkileri, kırgınlıkları, mizahı ve dramı başka hiçbir coğrafyada yok. Bizde anlatacak hikaye hiç bitmedi; bitmeyen şey, o hikayeleri cesurca perdeye taşıma iradesi.


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.