İpin Üzerinde Al Pacino Yürüyüşü

İpin Üzerinde Al Pacino Yürüyüşü
  • 3
    0
    0
    0
  • Trapez sanatçılarının bulunduğu Uçan Wallendalar topluluğu, gösterileri sırasında çok sayıda kaza geçiriyordu. Hatta bunlardan biri ne yazık ki ölümle sonuçlandı. “Böyle bir trajediden sonra nasıl olur da ısrarla ip üzerinde yürümeyi sürdürürsünüz?” diye sorulunca grubun şefi Karl Wallenda şöyle söyledi: “Hayat ipin üzerinde, gerisi sadece beklemek…” Al Pacino'ya göre ise bu söz, sadece Wallenda için değil, herkes için önemli ve geçerli. “Tıpkı Wallenda gibi benim için de hayat burada, sahnede… Ve oyunculuk ip üstünde yürümekten pek de farklı değil; ikisinde de ya yaparsın, ya ölürsün.”

    Oscar ödüllü efsane sinema ve tiyatro oyuncusu olan Al Pacino'nun hayatı çok parıltılı duruyor değil mi? Fakat aynı elmasın kömürden meydana gelmesi gibi, parıltılı bir hayatın arkasında da nasırlaşmış bir ten, ağrıyan bir vücut fakat güzel bir umut var. Bu umuda aktörün arkadaşı olan gazeteci yazar Lawrence Grobel sayesinde birinci ağızla, “Al Pacino” adlı kitapla şahit oluyoruz. Tam adıyla Alfredo James Pacino, Sicilya kökenli bir ailenin tek çocuğuydu. Babası tarafından küçük yaşta terk edildikten sonra annesiyle beraber küçük bir eve taşındı. Daha o yaşlarında oyunculuğa dair yeteneği ortada olan Pacino, herkes tarafından ''aktör'' diye çağrılıyordu. Gerçek anlamda aktör tacını giyebilmek için ise önünde uzun ve zorlu bir süreç vardı. Hayatındaki engebeler daha ilkokul zamanında ayağının altında belirdi. Karışık ve kavgacı bir mahalle ortamında büyüdüğü ve 6 yaşına kadar da evden çıkmadığı için okula gittiği zamanlarda kendini bir kaosun ortasında buldu. Utangaçtı, kendini korumayı bilmiyordu. Vuruyorlardı, düşüyordu. Ta ki salladığı beyaz bayraklar, bir gün annesine küfür edilmesiyle yere çarpılana kadar. O günden itibaren Al Pacino'nun tabiri caizse hayata dair bütün mücadelesi başlamış oldu. “Babam beni bebekken terk etmişti; annem, anneannem ve dedem tarafından yetiştirildim. Dedemin bana bir fiske bile vurmuşluğu yoktur. Pek konuşmaz, duygularını da sevgisini de göstermezdi. Ama hep yanımdaydı. Ona dokunmak, sarılıp öpmek mükemmeldi. 1900’lerin başında, New York ve Doğu Harlem’i anlattığı hikâyelere bayılırdım. Zaten onu herkesten çok ben konuştururdum. Çatıda saatlerce ip sarardı. Ve ben gecelerimi orada, onunla konuşarak geçirirdim. Çocukluğunu anlatırdı. Annesini 4 yaşındayken kaybetmiş, 9 yaşındayken de okulu bırakıp bir kömür madeninde çalışmaya başlamış. İşten eve her geldiğinde, karşısında onu bekleyen beni bulurdu. Beş sent isterdim, her seferinde söylenirdi ama sonra eğilip ayakkabısına dokunacakmış gibi yapar ve nasıl oluyorsa orada bir beş sent bulurdu. Benim için bir rol model olduğunu söyleyebilirim. Aileyi o geçindiriyordu ve ne olursa olsun yaptığı işi hayatının neşesi sayıyordu. Tıpkı oyunculuk hocam Lee Strasberg gibi o da gerçeklik ve dürüstlük algısı güçlü kişilerdendi. Ben galiba ancak bu tür adamlarla yakın ilişkiler kurabiliyorum.” Bronx’ta Çehov oyunu "Martı" oynanıyordu. Sadece 15 seyirci vardı. 15 seyircinin içinde olan 14 yaşındaki çocuk, The New York Shakespeare Festivali zamanı restoranda oturan bir grup oyuncunun görüntüsünden etkilenen çocukla aynıydı. Yaşamayı istediği hayatı o gün çözen küçük bir çocuk. Bütün zorlu yolları kucaklarsan, o yolları geçmiş sayılırsın. Al Pacino da oyunculuğu bütünüyle kucaklayana kadar bir çok absürt denebilecek işte çalıştı. Bu işlerden bazıları: postacılık, manavlık, ayakkabı satıcılığı, süpermarket kontrolörlüğü, kapıcılık gibi işlerdi. Fakat bir süre sonra Lee Strasberg’ün ünlü oyunculuk okulu The Actor’s Studio’ya girmeyi başardı ve parıltılı dünyaya ilk büyük adımını atmış oldu. “Gençlik yıllarımda türlü garip işe girip çıktım. Postacılık, temizlikçilik, ayakkabı satıcılığı yaptım; manavda, eczanede, süpermarkette çalıştım. Eşya taşıdım, en zoru buydu. İnsanların taşınırken hamallara ihtiyaç duymalarının öncelikli sebebi kitaplar. Herkesin binlerce kitabı var, kutulara koyuyorlar. Çok aldatıcı! Ben, hamallık işine taksiyle giden adamdım. "Al biraz gecikti." derlerdi, ben de taksiye atlayıp saati üç dolara piyanoları merdivenlerden çekmeye giderdim. Sanat eserlerini taşıdığım da oldu. Değerli bir heykel taşırken duvara toslamayı düşünebiliyor musunuz? Benim başıma geldi. Heykelin kafası omzundan koptu. Önemli bir sanat eseriydi ve beklenen sözleri duydum: "Sen ödüyorsun." Sinemada yer gösterici olarak da çalıştım. İnsanlar bana, "Film ne zaman başlayacak?", "Son film iyi miydi?" diye sorarlardı. Bir gün bu insanların söyleyeceğim her şeyi dinleyeceklerini o zaman fark ettim. Bir yandan da oyunculuk okuluna gidiyordum.” Actor’s Studio sonrası "Esrar Bitti" filmi ile Oscar ödülüne kadar uzanacak deneyimler başlamış oldu. Şüphesiz ki aktörün kariyerindeki en büyük sıçrama "Baba" filmiyle gerçekleşti. Bu film onun için bir dönüm noktasıydı. Fakat şu da bilinen bir gerçek ki, Al Pacino için sinemanın yanı sıra tiyatro çok daha kutsal ve canlı bir şeydi. “Tiyatroya sinemadan daha çok önem veriyorum. Filmde her zaman bir kontrol, kendini geri çekme hissi var. Oyunda daha rahatım. Bir de şu var: Kameraya oynarken hep verir ama asla almazsınız. Seyircinin önünde canlı oynamaksa bambaşkadır, hem bir alışveriş vardır aranızda hem de zorlu bir mücadele içindesinizdir. Bir tiradı sürdürürken dönüp seyircilere bakarsın ve aralarında sana bakarken gözleri ışıl ışıl parlayan bir kadın görürsün. "Hey" dersin sessizce, "Uçuyoruz değil mi? Anlatması zor.”. Kaynak: 1

    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.